TÜRK USULÜ YENİ “DİNDAR”LIĞIN DAYANILMAZ HAFİFMEŞREPLİĞİ

*

Dindar nasıl böyle ahlaksız ve namussuz olabilir bunu sorgulamalıyız" -  Medya - ODATV
Bülent Arınç: "Dindar insanlarımızın bir özelliği var, cebine giren paraya  bakar, eğer sorun varsa aslan, kaplan tanımaz - Siyaset - AYKIRI haber  sitesi
Dindar ile dinci arasındaki farklar - Kültür - Sanat - ODATV
Bülent Arınç iktidarı böyle eleştirdi: "Dindarların gazabından korkmak  lazım" - Güncel - ODATV
Dindar Nesile Karşı Kampanya
İsmail Kahraman: Anayasada ilk 4 madde değiştirilebilir! Dindar bir anayasa  olmalı
Meral Akşener anayasanın ilk 4 maddesi değişsin diyen İsmail Kahraman'a  ''Ailesinin yarısı FETÖ'den kaçak''
Kılıçdaroğlu'ndan dindar anayasa isteyen Kahraman'a sert cevap: İhanet
Bahçeli'den Meclis Başkanı Kahraman'a laiklik tepkisi
Bahçeli'den laiklik tartışması yorumu

*

Birileri kelime oyunlarından nemalanmayı alışkanlık haline getirmiş durumdalar.

Ortada fikir namına birşey yok, salt kelime oyunu var.

Böylesi madrabazlıklara dayanan üç beş kelimelik cümlelerle sözde önemli gerçekleri dile getirmiş oluyorlar.

Gerçekteyse yaptıkları şey, insanların düşünmesine engel olmaktan ibaret.

*

Bu tür kelime oyunlarından birini dinci-dindar ayrımı oluşturuyor.

Dinci değilmişlermiş de, dindarlarmışlarmış da…

Böyle konuşanları üç gruba ayırabiliriz: Bazılarının beyin ölümü gerçekleşmiş durumda, ikinci grubu beyin felci yaşayanlar oluşturuyor, üçüncü grup ise bu ayrımı icat edip pazarlayan şeytanîler. (Bu şeytanîlerin asıl gayesi ise, din düşmanlıklarını “sözde dindarlığa tolerans” maskesi altında daha rahat yapabilmek, ve beyni arızalı “muhafazakâr”ları da kendi saflarında cepheye sürebilmekten ibaret. Mesela bir “dindar” anayasa tartışması yaşandığında mazrufları iyot gibi açığa çıkar.)

Emekci olunmadan emekdar olunamayacağını anlayamayan budalaların beyni için “sağlam” raporu verilebilir mi?

Kinci olmayan insanın kindar olabileceğini savunan zekâ düzeyi, şempanzelerinkinden daha ileri olabilir mi?

*

Türkçe’de “dar” eki alan kelimelerin sayısı bir hayli fazla: Hazine-dar, mühür-dar, hüküm-dar, ser-dar, kılıç-dar, alem-dar, silah-dar, şarap-dar, nam-dar, haber-dar...

Dar eki, Farsça “daaşten” (sahip olmak) fiilinin geniş zaman gövdesi durumunda.. Sahiplik ifade ediyor.

Mesela hükümdar, hüküm sahibi, hükmünü yürüten demektir.

Alemdar, bayrak ya da sancağı taşıyan kişiye denir.

Namdar denildiğinde, namı bilinen, ün sahibi kişi akla gelir.

Dindar da, din sahibi (dinsiz olmayan) anlamına gelmektedir. Mecazen, dini sahiplenip koruyan kişiye de denilebilir.

*

Türkçe Farsça’dan etkilenmemiş olsaydı, bu dinci-dindar ayrımı hokkabazlığından nemalanmaya çalışan sahtekârların işi zordu.

O zaman ellerinde sadece dinci kalacaktı.

Ancak, aklı ve mantığı olan hiç kimse, dinci kelimesinin dindara göre daha uygun, daha ölçülü, daha mütevazı ve daha haddini bilir bir nitelikte olduğunu anlamakta zorlanmaz.

Çünkü dindar kelimesinde üst perdeden bir iddia var, dinci kelimesinde ise, alçakgönüllüce bir intisap çabası, bir nisbet oluşturma, bir münasebet kurma arayışı..

Dindar-dinci ayrımındaki garabeti idrak edemeyecek düşüklükteki zekâ seviyesini muhatap alıp meseleyi daha basit ve müşahhas biçimde ifade etmek gerekirse, mesela devlet-dar olduğunu söyleyenle devlet-çi olduğunu belirten arasında bir uçurum olduğuna dikkat çekmek yerinde olur.

İlki mağrur bir “tekel“cilik ile devletin sahibi olduğunu, devletin kendi malı durumunda bulunduğunu ilan etmiş olur, ikincisi ise, devlete yamanmaya ve yaranmaya çalışan bir zavallı görünümünde ortaya çıkar.

Sahip olmak ile ait olmak arasındaki kıldan ince kılıçtan keskince fark..

İmdi, Ecevit-dar ile Ecevit-çi, Erdoğan-dar ile Erdoğan-cı, Atatürk-dar ile Atatürk-çü, Kemal-dar (Kılıçdaroğlu-dar) ile Kemal-ci bir olabilir mi?

Neden bu taife, mesela “Atatürkçü olmayalım beyler, Atatürkdar olalım” demiyorlar?

Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Atatürk vs. için “dar” eki kullanmayı zül addeden, “ci” eki için sıraya geren hassasiyet, din mevzubahis olunca neden aklıyla birlikte edep ve izanını da yitirmektedir?

*

Dinci olmaktan korkan bu arızalı beyinlerin dindarlıkları da bir âlem..

Nedir bu dindarlık?.. Kur’an‘daki kavramlarla konuşmak gerekirse, müttekî (takvalı) olmak mı, salih olmak mı?

Bunlar dindarlıktan takvayı (Allahu Teala’nın emir ve yasaklarına uymayı, Şeriat‘i yaşamayı) mı anlıyorlar?

Gördüğümüz kadarıyla hayır!

Bunların dindarlıktan anladıkları, “dinci olmamak”tan ibaret.

Yani kendilerini dinsizliğe karşı konumlandırmıyorlar, “Biz dinsiz değil dindarız, dinsiz gibi yaşayamaz, dinsiz gibi düşünemeyiz. Biz dinsizliğe karşıyız demiyorlar.

Dedikleri, “Biz dinciliğe karşıyız, dincilerden farklıyızdan ibaret.

*

“Dinci değiliz, İslamcı değiliz” diyor, (benim gibi) haddini bilmenin bir gereği olarak sadece dincilik/İslamcılık yapan, dindarlık afra tafrasına kendisini layık görmeyenlere, “Sizinle ortak noktamız yok” mesajını veriyorlar.

Buna karşılık, dinsizlerin karşısında pek diyalogcu, pek şirin, pek mırın kırın, pek şaklaban, pek sempatik, pek sevecen, pek komik hale geliyor, “Biz dinsiz değiliz” gibi bir lafı ağızlarına almıyorlar.

Dinsizler söz konusu olduğunda “Sizinle ortak noktamız yok” söyleminin yerini (her ne kadar onlar dinci ve dindarların varlığına sadece parya ve serf olmaları kaydıyla sıcak bakıyorlarsa da) “birarada yaşama olgunluğu”, daha doğrusu hevesi alıyor.

DİNDARLIK İSTİSMARI

*

Dinci=OUT, Dindar=IN (dinci kim, dindar kim?) - Abdussamet Öztan - YouTube
DİN, DİNCİLİK, İSLAMCILIK, MEZHEP, MEZHEPÇİLİK VE MEZHEBİN DİNDEKİ YERİ –  tenbih
AK Parti' nin Dinci Olmadığını Niçin En İyi ABD bilir? | Meridyen Haber
تويتر \ Suna Varol على تويتر: "Erdoğan: "İsrail'e ihtiyacımız var"  dediğinde AKP'li Ömer Çelik: "İsrail Devleti ve İsrail halkı Türkiye'nin  dostudur" dediğinde şaka yapmıyorlardı. İsrail ne yapıyorsa onlar da  aynısını yapıyorlar. #CamilereEşZamanlıBaskın
Onlar artık İslamcı değil laik - Siyaset - ODATV
Temel Karamollaoğlu: Ben İslamcı değilim
MUSTAFA İSLAMOĞLU / ARTIK İSLAMCI DEĞİLİM - YouTube

*

İSLAM DAVASINI “DİN İSTİSMARI” DİYE YAFTALADILAR..

ÇIĞIRINDAN ÇIKARMAK, EHLİLEŞTİRİP YOZLAŞTIRMAK İÇİN ELLERİNDEN GELENİ YAPTILAR..

BAŞARILI DA OLDULAR, OLUR OLMAZ HER YERDE DİNCİ/İSLAMCI OLMADIĞINI MİLLETİN GÖZÜNE SOKAN “DİNDAR” TİPLER TÜREDİ..

BÖYLECE, DİN İSTİSMARI İFTİRASININ DEVRİ KAPANDI, “DİNDARLIK İSTİSMARI” ŞEKLİNDE GERÇEK DİN İSTİSMARI ORTAYA ÇIKTI

*

Bediüzzaman Said Nursî’nin (rh. a.) Sünuhat adlı kitabındaki şu ifadelerinin çokça istismar edildiğini görüyoruz:

Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”

Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik [etken, motivasyon kaynağı, güdü, saik], aşk-ı İslamiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih [tercih ettirici], siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi [aşk-ı İslamiyet ve hâmiyet-i diniye için yapılan dinci, dine bağlı siyaset] hata da etse, belki ma’fuvdur [afvolunur]. İkincisi [sureta/görünüşte dindar, gerçekte ise esas itibariyle din dışı, dincilikle ilgisi olmayan, kişisel siyasî emellere, siyasetten nemalanma merakına ve taraftarlık/grupçuluk/zümre dayanışması/taassubuna dayalı siyaset] isabet de etse, mesuldür.”

Denildi: “Nasıl anlarız?”

Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin [samimi dindar] muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, [onun] muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun [genelin] mâl-ı mukaddesi [kutsal varlığı] olan dini, inhisar [tekelcilik] zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette [dışarda kalan büyük çoğunlukta] dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla [dini] nazardan {gözden, itibardan] düşürmek ise, [bunun] muharriki tarafgirliktir.

Mesela, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf [olup] düşeceğini [yere düşeceğini] hissederken, elindeki Kur’an’ı kavîye [dövüştüğü kuvvetli şahsa] uzatmakla [Kur’an’ı muhafaza etsin diye] himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Ta [Kur’an kendisiyle] beraber çamura düşmesin, [zayıf kişi, böylece] Kur’an’a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur’an’ı, Kur’an olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına [kendisini korumak için Kur’an’ı] siper etse, himayet [koruma] damarını tahrik etmeye bedel [harekete geçirmek yerine], [karşısındakinin] hiddetini celb eder. Kur’an’ı kavî bir hâdimden [hizmetkârdan] mahrum bırakmakla [şuna sebep olursa, Kur’an], zayıf bir elde [elin sahibiyle] beraber yere düşerse, o, Kur’an’ı kendi nefsi için sever [seviyor] demektir.

Evet, dine imale etmek [meylettirmek] ve iltizama [tutunmaya] teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle [hatırlatmakla] dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfi [olumsuz] tarzda istimal edilmez [kullanılmaz]. Otuz sene halife olan bir zat [Sultan Abdülhamid tarafından Şeriat], menfi siyaset namına istifade [aracı] edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”

Bediüzzaman’ın son paragrafta yer alan tespitleri, pekçok boyutu ve parametreyi devre dışı bırakıp olayı tek bir açıdan yansıtması bakımından tartışılmayı (mihenge vurulmayı) hak etmekle birlikte, ilk paragraftaki ifadelerinin önemli olduğunu kabul etmek gerekir.

(Bununla birlikte, “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin [samimi dindar] muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, [onun] muharriki siyasetçiliktir” şeklindeki ifadesi, yanlış yorumlanmaya ve istismara elverişli.. Bediüzzaman’ın düşüncesinde “şahs-ı manevî” kavramı önemli bir yer tutar. Toplulukların da bir şahs-ı manevîsi vardır. Hadîs-i şerîfte, “bir topluluğun karartısını çoğaltanların onlardan sayılacağı” belirtilmiştir. Yani burada salt kişisel dindarlık, tercih için yeterli olmaz, tarafların içinde yer aldıkları grupların şahs-ı manevîsi ve savundukları dava da hesaba katılır. Şayet dindar muhalif din düşmanı bir topluluğun içinde yer alıyorsa, onun da, içinde bulunduğu topluluğu terk etmek gibi bir yükümlülüğü vardır. İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki: ‘Ne işte idiniz?’ Onlar da: ‘Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik.’ deyince, melekler bu sefer şöyle dediler: ‘Peki Allah’ın dünyası geniş değil miydi? Siz de orada hicret etseydiniz ya?’ İşte onların durağı cehennemdir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!”(Nisa, 4/97) “İman edip, hicret edenler, malları ve canları ile Allah yolunda cihat edenler, barındırıp yardım edenler; işte onlar birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar onların velayetinden size bir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, onlara yardım etmek üzerinize borçtur. Ancak aranızda anlaşma bulunan bir halkın aleyhine olursa, o bu hükmün dışındadır. Allah, yaptığınız her şeyi görmektedir.” (Enfal, 8/72)

Merhum Bediüzzaman’ın verdiği “kavga ve Kur’an” örneği de, vermek istediği mesaj için çok uygun bir benzetme değil. Burada, kavî/kuvvetli muhatabın Kur’an‘a saygı duyduğu varsayımı mevcut. Yani her iki taraf da Kur’an‘a saygı duyuyor. Ancak bu çağda, yere düşmesin diye eline verilecek Kur’an‘ı hakaret olsun için tutup mezbeleliğe atacak “kavî” düşmanlar da mevcut.

*

Maksadımız merhum Bediüzzaman’ı tartışmak değil. Asıl dikkat çekmek istediğimiz nokta başka.

Herşeyden önce, Bediüzzaman, din namına siyaset yapmayı “mutlak” olarak reddetmiyor.  Aşk-ı İslamiyet ve hâmiyet-i diniye şartına bağlıyor.

Yani, muharrik, insanı harekete geçiren asıl etken, kişisel ihtiraslar, makam, mevki, şöhret, iktidar hırsı ve para sevdası olmamalıdır.

Artı, din namına siyaset yapanlar (modern/yapay kabilecilik/aşiretçilik anlamına gelen) tarafgirlik ve grupçuluk/cemaatçilik/particilik yapmamalıdırlar.

Kendi grubundaki/cemaatindeki/partisindeki fasığı, mütedeyyin/dindar muhalifine tercih etmemelidir.

Dini kendi tekelinde görüp, kendisinin yanında yer almayı müslümanlığın şartı haline getirmemelidirler.

Bediüzzaman’ın bu ifadelerini, aşk-ı İslamiyet ve hamiyet-i diniye şartını bir tarafa bırakarak, “Din adına ya da din için asla siyaset yapılmamalıdır” şeklinde yorumlamak ise, ya kıt akıllılıktan ya da (derin devlet usulü) maskeli din düşmanlığından ileri gelebilir.

Ülkemizde kıt akıllılık da, din düşmanlığı da mebzul miktarda mevcut..

*

Şayet Bediüzzaman “Din namına meydana çıkmak lâzımdır” diyene, “Hayır, lâzım değildir, olmasa da olur” deseydi, yoldan çıkmış olurdu.

Öyle demiyor. “Evet, lâzımdır” diye cevap veriyor.

Günümüze gelince…

Bediüzzaman’ın talebesi olma iddiasıyla ortaya çıkmış kişilerin, tam da böyle konuştuklarını “Lazım değildir” düşüncesini savunduklarını görüyoruz.

Mesela Yeni Asya‘cıların lideri merhum Mehmet Kutlular’ın “İşte Hayatım” adlı otobiyografisinde konuyla ilgili olarak yazdıklarının özeti bu. (Ancak, din namına değilse de, Nurculuk namına siyaset yaptılar, meydana çıktılar. Nurculuk da sonuçta bir dinî hareket olduğu için, onların yaptığı da “din namına siyaset” haline geldi. Bunun sonucu olarak da, kendileri gibi hareket etmeyenleri “siyaset” değil “din” açısından eleştirdiler. “Ol mahiler ki derya içreler, deryayı bilmezler” mısraı balıklar için doğru mudur, yanlış mıdır, bilemem, fakat “siyasal Nurculuğun” durumunu çok iyi özetlemektedir.)

Anlayamadıkları şu: “Lazımdır” diyerek yola çıkanların kırdıkları potlar, “Lazım değildir” anlayışının savunulmasının mazereti olamaz.

*

Evet, din adına siyaset yapma iddiasıyla meydana çıkanların, Bediüzzaman’ın dile getirdiği vartalara düştüklerine şahit olduk..

Daha kötüsü de oldu.. Bazıları, dindar olduklarını fakat dinci siyaset yapmadıklarını söyleyerek ortaya çıktılar.. “Din”in adını da koydular, bağıra çağıra İslamcı olmadıklarını ilan ettiler.

Böylece, dolaylı biçimde, aslında iktidar, güç, makam, mevki, şöhret ve servet için siyaset yaptıklarını itiraf ve ikrar etmiş oluyorlardı.

Aynı zamanda da dindar olduklarını söylüyorlardı.

*

Peki, dindar oldukları halde kendilerinde neden din adına ya da din için siyaset yapmalarını sağlayacak bir aşk-i İslamiyet ve hamiyet-i diniye yoktu?

Din istismarı yapmadıklarını söylüyorlardı fakat dindarlık istismarı yapıyorlardı.

Dindar olduklarını gözümüze sokuyorlardı.

Böylece, dolaylı olarak (dertlerinin din olmadığı kendi ikrarlarıyla sabit olduğu için) din istismarı yapmış oluyorlardı.

*

Ve, başkalarının kendilerini dindar ve dine hizmet eden insanlar olarak görmelerini, bu noktadan asla eleştirmemelerini istiyorlardı.

Yani, din adına ya da din için siyaset yapmıyorlar, fakat “İstemez, yan cebime koy!” kabilinden, onların din için ya da dinin yararına siyaset yaptıklarının kabul edilmesini istiyorlardı.

Daha açık bir ifadeyle, külfetsiz nimet, zahmetsiz hasat peşindeydiler.

Devekuşu politikası güdüyorlardı.. Uçmaları istenilince deve, yük taşımaları istenilince de kuş oluyorlardı.

Onları din açısından sorguladığınızda, “Biz din adına ortaya çıkmadık ki…” diyorlardı..

Bunlar din adına ortaya çıkmadılar.. Aslında dertleri din değil” dediğinizde de, buna razı olmuyor, onların “kerameti kendinden menkul” “dindar”lıklarının öne çıkarılmasını, kutsanmasını ve onaylanmasını istiyorlardı.

*

Onları din adına eleştiremezdiniz.. Tam aksine, sizin kendi dindarlığınızı onlarınkine endekslemeniz gerekiyordu..

Din adına ortaya çıkmadıklarını söyledikleri halde, dini kendi tekellerine alıyor, kendilerine din adına hesap sorulmamasını sağlayacak şekilde, kendi “dindarlık”larını herkese “standart” olarak kabul ettirmek istiyorlardı.

Yola, “Din adına siyaset yapmıyoruz” diyerek çıkmışlardı. Fakat dönüp dolaşıp, “Aslında dinin, tam da kendilerinin uyguladığı siyaseti gerektirdiğini” söyleme noktasına geldiler. (Siyasal Nurculuk da aynı hastalığa yakalanmakta gecikmedi. Salgın çünkü.)

Birtakım ilahiyatçı, fıkıhçı vs. bilinen TSE damgalı isimler, bin dereden su getirerek bu iddianın doğruluğunu kabul ettirme çabası içine girdiler.

Hz. Ömer’in ifadesiyle, yaşadıkları gibi inanmaya başladılar.

İlkesiz, dönek, kaypak ve fırıldak yaşamları, inançları haline geldi.

Manzara bundan ibaret..

MAKBUL KUMPAS

*

Erdoğan: (Katar'a) Çok ciddi bir kumpas görüyorum ve bu şık değil haberi-  Son Dakika Haberleri

*

Bugün “laik/dinsiz derin devlet”le gizli/örtülü veya açık işbirlikçilik yapanlar yarın aynı mantıkla ABD, İngiltere, Almanya vs. gibi dış güçlerle de işbirliği yapabilirler..

Şartlar zorladığında..

FETÖ gibi..

*

Ne yazık ki günümüz Türkiye’sinde, “laik” devletten “gerçekten” bağımsız herhangi bir İslamî oluşum mevcut değildir.

Şayet rejimperestleri rahatsız eden düşüncelerinizi yüksek sesle söylüyorsanız, değil bir “cemaat”, grup veya bir sivil toplum kuruluşu olmanız, sosyal bakımdan tecrit edilmiş bir fert bile olsanız, varlığınıza tahammül etmeye razı olmayan bir rejimin hakimiyeti altında yaşıyoruz.

Değil bir topluluk olarak ortaya çıkmak, tek başınıza bir fert olarak kalmaya razı biri bile olsanız, düşüncelerinizi yüksek sesle söylüyorsanız eğer, sizin ya vücudunuzun/varlığınızın, ya da bir kumpas ile itibarınızın/etkinizin ortadan kaldırılması için kesintisiz bir faaliyet yürütülür.

Bunu ancak yaşayanlar bilir.

*

Ne var ki, böylesi kumpaslardan söz etmek “iyi saatte olsunlar”ın kulağına kar suyu kaçıracağından, pek iyi karşılanmaz.

Dillerden düşürülmeyen “makbul kumpas” türü de vardır tabiî ki.

Vatanseverlik “ayağına yatmak” için son derece ikna edici ayrıcalıklara sahip olan kimseler açısından bir dünya cenneti olan vatanımızda “kumpas mağduru” sayılmak da belirli bir kesimin imtiyazları arasındadır.

Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir konuşmasında, Baykal’a sahip çıkmış, şöyle demişti: “Burası çok önemli; CHP’nin Genel Başkanı bir kumpasla değişti.

CHP Genel Başkanı’nın bir şantajla değiştiği açık, fakat buna bir “kumpas” denilebilir miydi?

*

Baykal’ın “rol arkadaşı bayan”, onun çok eski bir yoldaşı, sırdaşı değil miydi?!..

Baykal, bu bayanı, milletvekili yapmamış mıydı?!

Şayet birileri söz konusu bayanı önceden bu yönde eğitmiş, sahada tecrübe kazandırdıktan sonra Baykal’a özel olarak göndermiş olsalardı, evet işte o zaman Erdoğan, ortada bir “kumpas” bulunduğunu söylemekte haklı olurdu.

Bu, Baykal’ı masum hale getirmezdi, fakat ona bir kumpas kurulmuş olduğunu kabul etmemiz gerekirdi.

*

Evet, şantaj da çirkin bir iş, fakat buradaki olay bir kumpas değildi..

Bu olaya belki şantaj bile denilemez. Gayriahlâkî bir operasyon demek daha doğru olur.

Çünkü şantaj, deşifre etme değil, deşifre etme tehdidiyle belirli davranışlara zorlama faaliyetidir.

Burada, bu anlamda bir şantaj yok. Operasyon var.

Tabiî ki, bir insanın gizli kalmış, utanıp sakladığı ayıplarını ortaya dökmek de, aslında çirkin bir harekettir.

Bununla birlikte, Baykal olayına “kumpas” demek de, meseleyi çarpıtmak, başka bir mecraya çekmek, olduğundan farklı göstermek olur.

Baykal’ın yanlışına dolaylı biçimde sahip çıkmak anlamına gelir.

*

Erdoğan, aynı konuşmasında, Siyasetin kasetler yolu ile dizayn edilmesinin en iğrenç yollarını görüyoruz” diyerek, Baykal’ın yanı sıra MHP’ye de “selam” göndermişti.

Malum, 2011 seçimlerinde MHP’nin üst yönetiminde yer alan 15 kişiden 9’unun “kaset”ler yüzünden gittiğini gördük.

Siyasetin kasetler yoluyla dizayn edilmesi elbette iğrenç bir yoldur. Fakat, olaydaki iğrençlik sadece bu kasetlerin yayınlanmasıyla mı sınırlıdır?

O kasetlere konu olan yaşam biçimi iğrenç değil midir?!

*

Siyaseti anladık, peki bu ülkede “sivil toplum” da kasetler yoluyla dizayn ediliyor mu, edilmiyor mu?

MHP olayında olduğu gibi “imha” operasyonu yapılmaması, “kanaat önderi” vs. kabul edilen birtakım kişilerin şantaj yoluyla güdülmediğini kabul etmemiz için yeterli olabilir mi?

“SON KALE”NİN KIBLESİ: SEZEN AKSU GİBİ KARILAR

*

Sezen Aksu polemiği AK Parti'ye 'fazla' gelmiş: Erdoğan'dan 'Siz konuşun  bana bırakmayın' mesajı
Nevşin Mengü'den Flaş İddia: "Erdoğan'ın Sezen Aksu sözleri Basından  Saklandı" | Meridyen Haber

*

(ERDOĞAN’A KARŞI ŞERİAT İÇİN BİR İNİLTİ, BİR FISILTI, BİR SIZILTI BİLE DUYULMAZ..

HANENDE, SAZENDE VE RAKKASE KARILAR İÇİN İSE AYAKLANIRLAR..

ÇÜNKÜ KIBLE..

ŞERİAT’I UMURSAMAZLAR, ÇALGI ÇENGİ, ŞARKI TÜRKÜ, MÜZİK İSE DOKUNULMAZ/KUTSAL)

*

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki bütün endişe ve gayretleri karınları (mîde ve şehvetleri için) olacaktır, şerefleri malları ile ölçülecektir, kıbleleri kadınları olacaktır, dînleri de dirhem ve dînârları (dolarları, liraları, paraları) olacaktır. İşte onlar mahlûkâtın en şerlileridir. Onların Allâh katında hiçbir nasîpleri yoktur.” 

(Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, XI, 192/31186)

Erdoğan'ın danışmanından Sezen Aksu çıkışı: Hak etmedi - Son Dakika Özel  Haberler Köşe Yazıları

ERDOĞAN’I, MISIR VE TUNUS’TA YAPTIĞI “ŞERİAT’E KARŞI LAİKLİK” ÇAĞRISI İÇİN UYARMAZ, ELEŞTİRMEZLER..

TAM AKSİNE, ALENEN VEYA “SÜKUT İKRARDAN GELİR” KABİLİNDEN DESTEK VERİRLER..

FAKAT SEZEN AKSU VS. İÇİN DERTLENİRLER..

DİNLERİ İMANLARININ SEZEN AKSU’LAR OLDUĞUNU GÖSTERMEK İSTERCESİNE..

*

Erdoğan'ın danışmanından Sezen Aksu çıkışı: Hak etmedi - Son Dakika Özel  Haberler Köşe Yazıları
Yasin AKTAY Erdoğan'a türkü yazdı; Müslümanlığı Ayaklar Altına Aldı!

*

Erdoğan’ın (mecazen de olsa) “dil koparma” tabirini kullanmasına belki gerek yoktu, tepkisini daha iyi bir üslupla ifade edebilirdi, fakat, Yasin Aktay gibi isimlerin Sezen Aksu avukatlığı yapması da çirkin..

Aktay’ın konuyla ilgili yazısı birçok açıdan sorunlu..

Bir defa, İslam’ı şarkiyatçılardan/oryantalistlerden öğrenmeye başlamış olduğunu görüyoruz:

Yıllar önce Türkçeye çevirdiğim ve İslâmî Araştırmalar Dergisinde (1992, Cilt 6, sayı: 1) yayınlanan Harvard Üniversitesi hocalarından Jane I. Smith ve Yvonne Y. Haddad’ın “Havva: İslâmî Kadın İmajı” başlıklı bir makalesinde … Havva’nın Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmış olduğu rivayeti de ezberleri bozacak şekilde sorgulanıyordu. Smith ve Haddad bu rivayetin zaten Kur’ân’da hiçbir şekilde yer almadığını, bilakis bu rivayetin İsrailiyat etkisi altındaki hadislerde geçtiğini ciddi bir etimolojik çözümlemeyle ortaya koyuyor.

İsrailiyat etkisi altındaki hadîs” ne demek?

Sen ne saçmalıyorsun, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, İsrailiyyat’ın etkisi altında mı konuşmuştu?!

*

İsrailiyyat’ın etkisi altında “hadîs uydurma“dan bahsediyorsanız, bunu, İsrailiyyat olarak kabul edilen bilgilerle hadîslerde verilen bilgilerin uyumlu olmasından hareketle ispatlayamazsınız.

Tevhîd inancı da İsrailiyyat mı?!

Etkilenme ve kopyalama iddiası ancak, söz konusu hadîsleri rivayet eden insanların önce Yahudiliği öğrendiklerini, sonra da bu öğrendiklerini, hadîs uydurma cinayetini işleyerek İslam’a taşıdıklarını “ispatlamak”la savunulabilir.

Bu da, hadîs ravîlerinin durumunun böyle olduğunun gösterilmesine bağlıdır.

Vehb bin Münebbih ve Kâ’bu’l-Ahbar gibi müslüman olmuş yahudilerin sözleri de bu noktada delil olmaz. Önce, mevzubahis hadîslerin sadece böylesi isimler tarafından rivayet edilmiş olduğunu göstermeniz gerekir. Başkaları rivayet etmişse, İsrailiyyat iddiası çöker.

Diyelim ki sadece bunlar rivayet ettiler (ki sanmıyorum), o durumda bile, önce bu şahısların “hadîs uyduran sahte müslüman” olduklarını göstermeniz gerekir.

Yasin Aktay’ın çevirdiği makaleyi okumadım, fakat, hadîs ilmi çerçevesinde “cahil”liğe karşılık geldiğini tahmin ediyorum.

Bu Yasin Aktay’ın bir hadîs usulü kitabını (baştan sona) okuma zahmetine katlanıp katlanmadığını da merak ediyorum.

*

Aktay şunları da yazmış:

Geçtiğimiz günlerde Sezen Aksu’nun Hz. Âdem ve Havva’ya hakaret olarak algılanan “Harika Bir Şey Yaşamak” isimli şarkısıyla ilgili tepkiler ve tartışmalar, doğrusu ilginç bir hal aldı. Gözlemleyebildiğim ilginçlik aslında sosyal medyadaki tepkilerle özellikle takip edebildiğim çok sayıda WhatsApp grubundaki değerlendirmeler arasındaki bariz fark. Tamamı muhafazakâr, İslâmî kesimden insanlardan oluşan bu gruplarda Sezen Aksu’nun bu sözleri hakaret maksadıyla söylememiş olduğuna ve, elbette lafız yanlış olsa da, bu kadar tepkiyi hak etmediğine dair çok güçlü bir kanaat var. 

Hakaret maksadıyla söylememiş de olabilir, niyetini bilemeyiz, ancak, “cahil”lik yaptığı ortada.

Bu tür durumlarda niyete bakılmaz. Eylemin ve sözün kendisine bakılır.

Ancak, Sezen Aksu cahillik yaptığını itiraf etme, özür dileme gibi bir tavır sergilemiyor.

Kâfir yalakası sözde dindar muhafazakârların omurgasız sürüngenlik ve kıvraklığına karşılık, geri adım atmıyor ve dik duruyor.

Onun yerine, muhafazakâr ve İslamî kesimden olduğu kabul edilen fırıldaklar, alışmış oldukları yamukluk ve dönekliği Sezen Aksu’nun ismi üzerinden icra ediyorlar.

Bunlarda döneklik, fırıldaklık, kıvraklık ve omurgasızlık karakter halini almış.

*

Aktay, Aksu’yu aklamak için şunu da yazmış:

Bu kanaati paylaşanların büyük çoğunluğunun Sezen Aksu’nun geçmişte aynı zamanda “Işık Doğudan Yükselir” albümündeki Yunus Emre, Mevlânâ ve Âşık Daimi’nin sözlerine yaptığı muhteşem bestelerini hayırla anıyor olmasını da zikretmek gerekiyor. 

İşlerde itibar sonunadır.

Bugünkü yanlışlar, geçmişteki doğrular yüzünden görmezden gelinemez.

Kaldı ki, kadın sanatını icra ediyor, beste yapmayacaktı da ne yapacaktı?

Beste yapması çok mu önemli?

Beste yapması sünnet mi, müstehap mı? Nedir yani?

DEVELİLİ ŞARLATANIN (FARAZÎ) ATALARININ “CİNSEL HAYATİYET”İ

*

Mustafa İslamoğlu'ndan skandal Sezen Aksu savunması!
Ateş yakan neandertal insanı - Herkese Bilim Teknoloji
Mustafa İslamoğlu'ndan skandal Sezen Aksu savunması!

*

Hüdayi nabit biyolog, müptedi şecere bilimci, antropolog-u maderzad Develi şarlatanının (namı diğer Mustafa İslamoğlu’nun) Bilge Adamlar Dergisi adlı paçavranın Aralık 2012 tarihli sayısında yer alan şu ifadeleri, “Türkiye’de Geri Zekâlılaşmışlığın Tarihi“ni yazacaklar için, arayıp da bulamayacakları bol cevherli bir maden durumunda:

Yani Âdem cansız bir çömlek türüne ruh üflenmek suretiyle değil, canlı bir beşer türüne akıl, irade ve vicdanı temsil eden ruh üflenmek suretiyle yaratılmıştı. Bu durumda, Âdemoğullarının “kardeşin kardeşle evlenmek suretiyle çoğaldığı” gibi ensesti meşrulaştıran bir sözde izaha da gerek kalmıyor. Zaten böyle bir izahı çocuklarınıza anlatamazsınız. “Nasıl yani” diyecek ve orada duracaktır. Kalbine yatmayacaktır, ama sesini de çıkarmayacaktır. Veya çıkaracak ve tümden inkar yolunu seçecektir Allah korusun. Bu ensesti mazur gösterici yorumu savunmak için “Allah’ın kudreti buna yetmez mi?” gibi bir söylem, özrü kabahatinden büyük bir söylemdir. O zaman ona şöyle demek lazım: “Allah’ın kudreti, insanı kardeşin kardeşle evlenmesi dışında başka bir yolla çoğaltmaya yetmez miydi?”

Dangalak şarlatanın yazdığı senaryonun mantıklı ve tutarlı olabilmesi için sadece Hz. Adem a.s.’ın değil, bütün bir beşer türünün “ruh üfleme” ile “insan” haline getirilmiş olması gerekiyor.

Develi şarlatanı bunu savunmak zorunda.

Çünkü, Mustafa’nın “Nasıl yani?“sinin ortadan kalkabilmesi buna bağlı.

Aksi durumda, Hz. Havva validemizin durumu da meçhul bir muamma haline geliyor.

*

Hz. Adem’in çocuklarının (Mustafa’nın çocuklarının paşa gönüllerinin yatacağı) “Nasıl yani”siz evlilikleri için ruh üflenmiş başka insanlara, başka Adem’lere ihtiyaç var.

Ruh üflenmemiş olması durumunda (tek başına kalmış bir Hz. Adem’in) damat ve gelin adaylarının “akılsız, iradesiz ve vicdansız” yaşayan (“insan”lık bakımından deliliğin son sınırında) hayvan gibi edepsiz çılgın vahşiler (dangalağın adlandırmasıyla beşer) olması gerekiyor.

Bu da, Mustafa’nın hassas yürekli çocuklarının “Nasıl yani?” diyerek “kalp krizi” geçirmelerine neden olabilir.

“Nasıl yani? Bu edepsiz hayasız vahşi zır deliler, bizim, Hz. Adem a.s.’la aynı konumdaki diğer dede ve ninelerimiz mi?” demek zorunda kalabilir, “inkâr” yoluna sapabilirler.

*

Develili dangalağı için, (anne baba, dede ve nine durumunda “beşer” ataları olan) tek bir Adem yeterli değil.

Çünkü mesele, sadece Hz. Adem’in yaratılışı meselesi değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı, asıl mesele, (tek başına yaratılmış bir Adem’in) çocuklarının evliliği meselesi..

Tek başına yaratılmış bir Adem’in çocuklarının evliliği probleminin Develili dangalak dâhinin evrim algoritması çerçevesinde çözüm küme’si, boş küme durumunda.

O yüzden, denklemi tepetaklak edip Adem’lerin sayısını, her türlü çözüme imkân verecek şekilde çoğaltmak zorunda.

Aksi halde, Hz. Adem a.s.’ın çocuklarının, (Mustafa’nın hassas gönüllü çocuklarının “Nasıl yani?” sorusunu sormalarına neden olacak şekilde) Hz. Adem’in (dangalağın “beşer” diye adlandırdığı fakat ruh üflenmediği için hayvandan farksız olan hayasız ve edepsiz) akrabalarıyla evlenmiş olmaları gerekecek..

*

Evet, Adem’lerin sayısı çoğaltılmazsa, Hz. Adem a.s. için, “akılsız, iradesiz ve vicdansız” gelinler ve damatlardan söz etmek gerekecek.

Bunların, akılsız, iradesiz ve vicdansız “insan görünümlü edepsiz hayvan” oldukları için, bir defa, babalarını bile bilmiyor olmaları icab ediyor.

Gelinin durumunu düşünelim, herhalde Hz. Adem’in gelini olacak diye, ailesi bile olmayan, babasını bile bilmeyen, akılsız olduğu için kiminle kardeş olduğunu bile umursamayan bu gelin, evinde çeyiz düzerek evlenmeyi bekliyor olmayacaktı herhalde.

Böyle biri, Mustafa’nın “akılsız, iradesiz ve vicdansız beşer” teorisi çerçevesinde, acaba kaç yaşında, Mustafa’nın tabiriyle hayasızca ve edepsizce “çiftleşmeye” başlıyor olabilirdi?.

Ya da “akılsız, iradesiz ve vicdansız (edepsiz ve hayasız) beşer erkekleri” onu kaç yaşında “kullanmaya” başlıyor olabilirlerdi?

Ve bu gelin kimlerle çiftleşiyor olabilirdi?

*

Ne yapsın zavallı dangalak, bu durumda melek safiyetindeki “akıllı, iradeli, ve vicdanlı” çocukları “Nasıl yani?” diyebilirler, Allah korusun kayış koparıp “inkâr”cı olabilirler. Buna yürek mi dayanır!

Mustafa’nın beşer görünümlü melek yavruları Nasıl yani, Hz. Adem dışındaki atalarımız önüne gelenle (ana, baba, kardeş, yeğen, dede, nine, hala, amca, dayı, teyze vs. demeden) hayasızca çiftleşip duruyorlar mıydı?” demezler mi?

*

Mustafa’nın çocuklarının “kalpsel kriz”e girmemeleri için başka Adem’lere ihtiyaç var.

Aksi takdirde “kuralsız çiftleşme” meşrulaştırılmış olacak.

O yüzden Mustafa burada hemen beyaz atlı prens olarak sahneye atılıyor ve mahallenin namusunu kurtarıyor. Yeni Adem’ler üretiyor. Formül etkili ve basit.. Ancak, basitliğine rağmen şimdiye kadar kimse düşünememiş.

Çünkü, Allah herkese Mustafa’ya olduğu gibi saf ve hassas kalpli çocuklar vermemiş. Bu bahtiyar ayrıcalık Mustafa’ya ait.

*

Mustafa’nın yerinde hangi dangalak olsa böyle bir durumda sayısız Adem icat ederdi.

Çünkü, dangalak zihinlerde ortaya çıkacak meşruiyet krizi öyle böyle değil, felaket..

Düşünün bir, Hz. Adem diyelim ki (“akıl, irade ve vicdan bahşeden ruh” üflenmemiş) hayasız ve edepsiz beşer taifesinden oğluna bir gelin aldı, nasıl bir gelin olurdu?

Böyle bir gelin için Hz. Adem’in oğluyla evlenmenin anlamı ne olabilirdi, kendisi gibi akılsız, iradesiz ve vicdansız “beşer erkeklerle” olan eski ilişkilerini (alışmış kudurmuştan beterdir hesabı hayasızca) aynen sürdürmek, kocasının yakınlarıyla da benzer ilişkiler kurmak istemez miydi?

Ve o “akılsız, iradesiz, vicdansız”, yani helal haram bilmeyen, hayvan gibi yaşayan edepsiz beşer erkekleri için böylesi bir gelinin “evliliğinin” bir anlamı olabilir miydi?!

*

Bir de Hz. Adem’in, kızını evlendirdiği damadının durumunu düşünelim, ana baba kardeş bilmeyen, hayvan gibi yiyip içip “çiftleşmiş” olan ve tanım gereği hâlâ “akılsız, iradesiz ve vicdansız” durumda bulunan böyle edepsiz bir damat için Hz. Âdem’in kızı, (diğer “akılsız, iradesiz ve vicdansız” beşer kadınları gibi) hiçbir “evlilik” sorumluluğu hissetmeden “kullandığı” bir nesne (bir mal) olmaz mıydı?!

Böyle biri aile babası ve eş olabilir miydi?!

Sadece Hz. Adem’in kızıyla yetinir ve kendisini ona karşı “aile reisi” sorumluluğu içinde kabul eder miydi?

Böylesi bir ilişkiye “meşru” evlilik denilebilir miydi?

Onun için, Develi dangalağının başka Adem’ler icat etmesini çok görmemek gerekiyor.

Dangalaklığın şanındandır ve de mütemmim cüzüdür deyip geçmeli.

*

Evet, Mustafa’nın teorisinin, dangalaklığın bir gereği olarak, kendi içinde tutarsız ve çelişkili olmasını normal karşılamak gerekiyor. (Yalan yanlış olmakla, tutarsız ve çelişkili olmak farklı şeylerdir. Bakarsınız ki adam bir yalan söyler, fakat kendi içinde son derece tutarlı ve mantıklıdır.)

Sempatik ve şempanzetik dangalağımız, sözünü ettiğimiz paçavra dergideki röportajında şunu da diyor:

Al-i İmran suresinin 35. ayetinde dört unsur sayılır Allah’ın seçtiği: “şüphe yok ki Allah, Adem’i ve Nuh’u seçti. İbrahim ailesini ve İmran ailesini de seçti.” İlk ikisi fert, son ikisi aile. İlk seçilen Adem. Bir şeyin seçiminden söz ediliyorsa orada içinden seçildiği birden çok alternatif var demektir. O zaman Adem neyin içinden seçildi? Eğer Adem Yahudi ilahiyatından bize geçtiği gibi tek ise o zaman Adem’in seçiminden nasıl söz edilebilir.

Be hey dangalaklığın övüncü, eblehliğin sarsılmaz kalesi, salaklığın iftihar kaynağı, yeryüzü Ademler doluysa, Adem olmak bakımından hepsi aynıysa, ortada seçilen bir Adem kalır mı?

“Yok ağam, bunlar bir tür olarak diğer canlılar ya da mahlukat içinden seçilmişlerdir” diyorsan, tek bir şahıs için de aynı şey geçerli olur.

Senin kafan basmıyor diye bunu söylemeyelim mi?

*

Mustafa’yı anlamak, daha doğrusu anlamlandırmak zor. Bu adam çok farklı bir vaka, sıradışı..

Çünkü, insanın atalarının “çiftleşme” durumunu (ruh üflenmemiş beşerlik durumu icat ederek) iyiden iyiye rezil, kepaze, iğrenç ve berbat hale getirmek, sıradan fertlerin harcı olamaz.

Yine de, böyle hayasız atalara sahip olmayı neden bu kadar çok istiyor, sıradışılık sendromu bunu mu gerektiriyor, çözebilmiş değilim.

Bu iğrenç çiftleşme ve karman çorman üreme senaryosunu “Ne yapalım, dede ve ninelerim akılsız, iradesiz ve vicdansızdı.. Olur böyle şeyler, bu edepsizlik ve hayasızlık haspalara yakışıyordu” diyerek meşrulaştırabileceğini mi zannediyor?

Dedeniz nineniz, ister akıllı olsun, ister deli, sonuçta ana babanız durumundadır. (Büyükbaba ve anneanne gibi tabirler niye var?)

Mustafa’nın teorisindeki (ana baba, evlat torun demeden) çiftleşebilen ana ve babalar, Mustafa’nın çocuklarının kalbine yatmaz diye tahmin ediyorum.

Nasıl yani?” diyerek kuşkulanacak, babalarının hatırına belki (ilkesizce) susacaklar, ya da Mustafa’nın teorisini “inkâr” edeceklerdir diye düşünüyorum.

Belki de yanılıyorumdur. “Hayasız ve edepsiz dede ve ninelerimizle aramıza girme, biz böyle mutluyuz” da diyebilirler tabiî ki.

ŞERİAT’İN UYGULANMASINI İNGİLİZÎLER İSTEMEZ

*

Hasret YILDIRIM on Twitter: "Vefatının sene-i devriyesinde, Merhum  #Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ı RAHMETLE yâd ediyoruz. Allahû Teâlâ mekânını  cennet eylesin. #TurgutÖzal https://t.co/ma6EVOWFrn" / Twitter
Turgut Özal'ın kayıp röportajı ortaya çıktı - RÖPORTAJ -  http://www.hicrethaber.com
Turgut Özal, 'Risale-i Nur'un yasak olmadığını açıkla' demişti
Turgut Özal'ın saklanan röportajı Osmanlı'ya ihanet eden ittihatçılar -  YouTube

*

Turgut Özal, 1993 senesinde, o dönemin namüsait şartlarında, Uğur Mumcu’nun cenazesinde “Şeriat kahrolsun!” diyerek yürüyen azgın ve şirret serseri güruha karşı, “Bunu diyenler, Şeriat’in ne olduğunu bilmeyenlerdir” diyebilmişti.

Ve, Yalçın Özer’e verdiği röportajda şunu söyleyebilmişti:

“İran Şiidir, bu güne kadar daha gayrimüslim bir devlet ile savaştıkları görülmemiştir. Şiiliği yaymak için sürekli Sünni Müslümanlarla savaşmışlardır. Vahhabiler ise İngilizlerin kurduğu bir cereyandır, bunlar da çok Sünni kanı dökmüştür. Bunların ikisi de mezhep değildir, birbirlerine düşmandır. Şeriat İslam’ı yaşamaktır, bizim gazeteciler din cahili oldukları için bilmiyorlar ve bunlara şeriat devleti diyorlar. Tıpkı Paris’te bir patlamada ölen Hıristiyanlara şehit diye haber yaptıkları gibi.”

Demek istiyor ki, Şiîler‘in ve Vehhabîler‘in Şeriat adına yaptıkları hatalar, Şeriat’i değerden düşürmez. Bu, Şeriat’in değil, o düşünce akımlarını benimseyenlerin hatasıdır.

Şeriat, İslam’ı yaşamaktır, ve bir müslümanın Şeriat’in uygulanmasının, yani İslam’ın yaşanmasının engellenmesini istemek, talep etmek, güzel görmek ve tavsiye etmek gibi bir lüksü olamaz.

Bu, bir cinayettir.

Daha açıkçası, küfürdür. İsteyen Diyanet İşleri Başkanlığı‘na sorabilir.

*

Şia ve Vehhabîler, Şeriat’e hürmet ediyor, ondan vazgeçilmesinin mümkün olmadığını vurguluyor, fakat uygulamada hatalar sergiliyorlar..

Şeriat adına her yaptıkları da yanlış değildir. Doğruları da vardır.

Şu sıralarda Suud’un Vehhabîleri rotayı “ılımlı İslam” istikametine çevirmiş olsalar da durum bu..

Sense, “Hiç uygulanmasın, laiklik yeter” diyorsun. Demişsin.

Kimin durumu daha kötüdür?..

*

Şeriat’i uygularken hata yapanla (Ki, Osmanlı’da da aynı durum vardır), onun uygulanmaması için çaba sarfeden, emr-i maruf yerine emr-i münker yapan, beşerin hükümlerini (heva ve hevesini) ilâhî hükümlere tercih eden bir olur mu?!..

Şeriat’in uygulanmasını ancak kâfir istemez..

Müslüman olduğunu söyleyen biri bunu yaptığında da, daha o saniyede küfre düşmüş, iman gömleğini çıkarıp atmış olur.

ŞERİATÇI OLUNMADAN MÜSLÜMAN OLUNAMAZ

*

Câsiye 18: Ya Allah`ın Nizâmına Tâbi Olunur, Yahut Tağutların Hevâsına  (VİDEO)

*

Bir kimse “Şeriat’e karşıyım” dediği anda, İslam’dan çıkmış olur. İsterse “İslam’ı benimsiyorum, müslümanım” desin.

Hz. Musa’nın ümmeti olan YahudilerTevrat‘a ve dinlerine tümden sırt çevirmedi, havralarını tümden terk etmediler.

Onun yerine, dinlerini bozdular.

Ve dinlerini, o bozuk haliyle savunmaya başladılar..

Yahudiliğe ne söz söylettiler, ne fiske vurdurdular, fakat içeriden hak dinin canına okudular..

Hak din, ellerinde küfürden berbat hale geldi..

*

Aynı şeyi Hristiyanlar da yaptılar..

Dinlerini terk etmedi, İncili bırakmadı, kiliseye sırt çevirmediler..

Fakat, dinlerini tahrif edip bozdular..

Onu bu bozuk haliyle savunmaya başladılar; Hristiyanlığa ne laf söylettiler, ne de fiske vurdurdular..

Bizzat kendileri içeriden hak dinin canına okudular.

*

Müslümanlar arasında da durum farklı değil..

“Ben İslam’ı bıraktım, müslüman değilim, artık ateistim, dinsiz imansızım” diyen tek tük çıkıyor.

Gerisi, kendi kafasına göre dini bozuyor, şurasını burasını kesiyor buduyor, havanda öğütüp sulandırarak hamur yapıyor, sonra ona istediği biçimi veriyor, ve bu kendi imalatı sözde İslam’a laf söyletmiyor, fiske vurdurmuyor.

‘Şeriata karşıyım’ deyip yanlışı yapmanın ama İslam’a söz ettirmemenin, fiske vurdurmamanın bundan başka bir anlamı olabilir mi?

Senin bu halinle, Yahudi ve Hristiyanlar’dan farkın nedir?

*

İslam’ın gelenekleşmiş bazı hükümlerini uyguluyor olmak yetmez.

Yahudiler de hâlâ domuz eti yemiyor, çocuklarını sünnet ettiriyorlar. Onlar da hak üzere mi?

Yahudinin sözde dindarlığı, onu kurtarmaya yeter mi?

Bu bozuk dindarlık neye yarar?

*

Küfre rıza küfürdür.

“Bu milletin mayası İslam’dır. Yanlışlar yapabilir. ‘Şeriata karşıyım’ der yanlışı yapar ama İslam’a söz ettirmez, fiske vurdurmaz” şeklindeki sözler, çok ağır bir küfür sözü ehemmiyetsiz, dikkate alınmaya değmez, kıldan tüyden bir ufak hata gibi göstermesi itibariyle, itikaden tehlikelidir.

Bu tür konular laubaliliğe, ciddiyetsizliğe, gelişigüzel konuşmaya gelmez.

Elektrik gibidir, çarpar.

Hadîs-i şerîfte belirtildiği gibi, insan önemsemeden bir söz söyleyip ebediyen Allahu Teala’nın rızasını kazanabilir, yine hiç önem vermeden bir söz söyleyip ebediyen gazaba uğrayabilir.

YAŞARKEN KAN KUSTURURLAR, ÖLÜNCE ABARTIRLAR

“SÖYLENMESİ GEREKENİ O SÖYLEDİ, YAPILMASI GEREKENİ DE O YAPTI, İŞ BİTTİ, ARTIK TATİL” DERLER..

DEVŞİRDİKLERİ BİRİ YA DA BİRİLERİNİ DE “ÖLENİN VEKİLİ” DİYE YUTTURURLAR..

SONRA DA KOYUN GİBİ GÜDERLER

*

Bediüzzaman Mehdi midir? | Sorularla Risale

(https://www.facebook.com/yazarmustafakaplan05/posts/359570446006313)

Mahir Usta

24 Ocak 2021

BEKİR BERK UYDURMA BİR HADÎSLE NURCULUK ÀLEMİNİ NASIL SARSTI?..

Av. Bekir Berk‘in “Nurculuk Da’vâsı” kitâbının 381. sayfasındaki Îrân menşe’li uydurma bir Şîa hadîsi câmiada oldukça büyük bir hayâl kırıklığı, mahcûbiyet ve tahrîbâta yol açtı. Àlemin ıslâhı, münkerâtın def’i ve bütün Müslümanların râhata ermesi noktasında kendisinin böyle bir beyânı, talebi ve beklentisi olmamasına rağmen, Bedîüzzaman Said Nursî hazretlerine “Mehdî-i A’zâm” dediler.

Said Nursî’nin hizmetkârlarından genç, tecrübesiz ve toy olanlara bu uydurma hadîsi bir şekilde ulaştırıyorlar. Özetle “Mehdî-i A’zam öldü ise onun sizin gibi genç ve dinamik hizmetkârları var. Onun yarım kalan işlerini sizler tamamlayacaksınız” mesajını iletiyorlar.

HİZMETKÂR SAYISI NASIL 6’YA İNDİRİLDİ?

Said Nursî’nin Risâle-i Nûr’un muhtelif yerlerinde ismi geçen ve sayıları 30’a yakın hizmetkâr, vâris ve talebeleri arasından “eleme yapılarak” şu 6 kişinin ismi üzerinde karâr kılınıyor. …

Böylece “Mehdî’nin vezîri” unvânını alan bu zevât, ilâveten bir de “mutlak vekîl ve vâris” rütbesi ile taltîf edilince bir nev’ takdîs edilmiş oluyorlar. Artık bunları yargılamak, haklarında ileri geri konuşmak ve tenkìd etmek bir vebâl-i azìm telakkì ediliyor. Her şeyi bilen, her şeyden anlayan ve her şey ve kimse hakkında karar veren bunlar oluyor. Tasavvufta “Şeyhimiz bilir” ifâdesi, Nurculukta da “Abiler bilir” şekline bürünüyor. Ondan sonra câmiada Risâle-i Nur’u anlama ve bu esrelerde derinleşme noktasında en küçük bir ilerleme olmuyor.

“CAHİL ATATÜRK” – 2

*

TÜRKİYE'NİN YOLU; ÇAĞDAŞLAŞMA VE AYDINLANMA OLMALIDIR” - ADANA BAROSU
ATAM için 900+ fikir | tarih, nadide fotoğraflar, fotoğraf
Babanız Atatürk | D&R - Kültür, Sanat ve Eğlence Dünyası
TÜRKİYE EVİMİZ , ATATÜRK BABAMIZ. | Babalar
10 Kasım matemi gazetelerin tarihi manşetlerinde: Babamızı Kaybettik | NTV

*

Sezen Aksu’nun “cahil”liği yüzünden kaleme aldığımız “Cahil Atatürk” başlıklı yazımızda, Mustafa Kemal’in beslemelerinden Falih Rıfkı‘nın onunla ilgili şu değerlendirmesini aktarmıştık:

 Metotlu felsefe etütleri yaptığını sanmıyorum. Sözleri terimsiz, tarifsiz ve “zikir”sizdi. Ama sık sık derine inen bir felsefî düşünüş, ince bir zekânın ve titiz bir sağduyunun devamlı kontrolü altında bir mantıkçılık, duyduklarını kolayca tutup kavrayan, sonra hepsini hoş bir sentez içinde yoğuran bir muhakeme, metotlu ve ilmî bir tefekkür eksikliğinin boşluğunu örtmekte idi.

Evet, Falih Rıfkı’ya göre, Atatürk’ün lafları, metotlu ve ilmî (bilimsel) bir tefekkür (ve dolayısıyla muhakeme) eksikliği ile malul.

*

Kemal Tahir ise, Atatürk’ın Nutuk‘unu, gerçeklerin çarpıtıldığı bir tür roman (hikâye, kurgu) kabul eder:

Bizde belgesel romanın tarihi, belki de batıdan daha eski, daha da derinlerdedir. Çok ırağa gitmek gerekmez, Abdülhamit baskısından kurtulduğunu zanneden bütün sersem Osmanlı aydınları, kalemlere sarılarak kitaplar yazmışlardır. Bunların hepsi de, belgesel romanlardır. Belgeseldirler, çünkü başlarından geçen tarihsel olayları anlatırlar, romandırlar, çünkü yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları gerçekleri saklamağa çabalarlar. Sakladıkları noktalar, hemen her zaman Batılaşmadan bu yana, aydınlarımızın yüzde doksan çoğunluğuyla, bilir bilmez, paralı parasız gavur ajanlığı yapmış oldukları noktalardır. …

Cumhuriyet dönemi, bu belgesel roman bakımından hiç de yoksun değildir. Bu belgesel roman, türü, Cumhuriyette 1927’de, Mustafa Kemal’in Halk Partisi Kurultayı’nda okumak için yazdığı büyük (!), hakikaten büyük Nutuk‘la başlar. Bu nutuk yenilip yere serilmiş muhalifleri bir kere daha çiğnemek için düzenlenmiş gayet kaba bir politika belgesel romanıdır.

(İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri, 2. b., İstanbul: Emre Y., 1995, s. 216-7.)

*

İsteyen herkes, Atatürk’te işine gelen laflar bulur. Çünkü, sözleri, genelde, birbiriyle uzlaşmaz, telif edilemez laflar yığınıdır.

Hareket tarzı ve davranışları da, laflarını yalanlar.

Mesela şu lafını alalım:

Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir.

Yani adamın aslında bir tarikatı var. Ve bu tarikat, medeniyet/uygarlık tarikatı. Uygarlık ise, o zamanın çağdaş (o çağa ait), bugünün ise çağdışı Batı’sı oluyor.

Ancak, diğer tarikatlardan farklı olarak, bu tarikat müntesipleri, kendi tarikatlarının “tekel” olmasını, başka tarikatlara yaşama hakkı tanınmamasını istiyorlar.

*

İstemekle kalmayıp bunu gerçekleştirdiler.

30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun ile bunu hayata geçirdiler. 

Bu kanunla, uygarlık tarikatı dışındaki bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılması, bunlara ait hizmetlerin yapılması ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesi de yasaklandı.

Malum, tarihimizde Somuncu Baba‘lar, Zekai Dede‘ler vs. var.

Kurnazca hazırlanmış bir yasaydı. Çünkü, şeyhlik, dervişlik, seyyidlik, çelebilik vs. gibi tabirler, büyücülük, falcılık ve üfürükçülük ile aynı torbaya konuluyor, itibarsızlaştırılıyordu.

Belirli kıyafetler de, yine uygarlık tarikatının tekelciliği, yasakçılığı, ayrıcalıkçılığı, müsamahasızlığı ve dayatmacılığının bir sonucu olarak, yasaklanıyordu.

Yahudi ve hristiyanların uygar kıyafetleri onların yerini alıyordu: Şapka, smokin, frak vs..

*

Böylece, uygarlık tarikatının unvanları, kılık kıyafeti, türbeleri, geleneksel tarikatlara has olanların yerini aldı.

Muazzam bir Atatürk Türbesi (anıt kabir, abide mezar) inşa edildi. Buraya sürü sepet türbedar yerleştirildi.

Resmî bayramlarda, Mustafa Kemal’in ölüm yıldönümlerinde vs. burasının ziyareti zorunlu hale getirildi.

Geleneksel tarikatlardaki gönüllü ziyaretin yerini uygarlık tarikatının “dede”sinin/”baba”sının (tarikatın jargonuyla “ata”sının) zorunlu ziyareti almıştı.

*

Şeyh, Arapça’da, 50 yaşını aşmış erkekler için kullanılan bir tabirdir. Yaşlılığı ifade eder.

Yaşlılık, doğu kültüründe saygıyı gerektiren birşey olduğu için, medrese ve tarikat büyükleri için de “hürmeti hak etme” anlamında bu unvan kullanılmıştır.

Bu tür kelimeleri yasaklamak anlamsızdır. Çünkü yerini hemen başkaları alır.

Mesela “hazreti” kelimesini alalım. Hazret, “huzur, hazır olma” kelimesiyle aynı kökten gelir. Birisinin huzurunda bulunmanın önem taşımasını ifade eder. Birisi için “hazreti” diyorsak, yanında hazır olmanın, huzuruna çıkmanın kıymet ifade ettiğini söylemek istiyoruzdur.

Bunu yasaklamanız, onun yerine başka bir kelimenin kullanılmasına engel olmaz. Bu defa, mesela onun yerini “sayın” alır. Aynı şeydir.

*

Atatürk, düşünce bakımından metotlu ve ilmî (bilimsel) bir tefekkür (ve dolayısıyla muhakeme) eksikliği ile malul olmasaydı, böyle bir soyadını almaktan utanırdı.

Dede, baba vs. unvanlarını kullanmayı millete yasaklıyorsun, fakat, kendini “ata” yani baba-dede Türk ilan ediyorsun.

İsteseler de, istemeseler de, Türk olduğunu kabul eden herkesin babası oluyorsun.

Tarikatlarda babalık dedelik, öyle kabul etmeye, gönüllülüğe bağlı birşey.. Buradaki “ata türk”lük ise, gönüllülük dinlemiyor. Böylece Mustafa Kemal, istemeyen Türk’lerin bile babası oluyor.

Türkiye’de bazı soyadlarının yaygın olduğu biliniyor. Mesela Yılmaz, Şahin, Doğan vs. gibi.. Peki, Mustafa Kemal dışında bir başkası da çıkıp “Atatürk” soyadını alabilir mi?

Alamaz, çünkü Mustafa Kemal, dedelik-babalığı başkalarına yasaklamış, kendisinin tapulu malı yapmış. Ele vermiş talkını, kendi yutmuş salkımı..

Bu uygarlık tarikatı gerçekten acayip bir tarikat.. Başka tarikatlara benzemiyor.