ULU YALAN ATATÜRK, İNGİLİZ İSTİHBARATI TARAFINDAN NASIL ANGAJE EDİLMİŞTİ?

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 9)

*

G. Ward Price

*

Bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde, öncelikle, İngiliz ajanı ulu yalan Atatürk‘ün İngiliz İstihbaratı‘nın İstanbul şefi Rahip Robert Frew‘la olan karanlık ilişkileri üzerinde durmuştuk.

Tümden saklayamadığı bu ilişkinin mahiyeti anlaşılmasın diye konuyla ilgili çelişkili, tutarsız, muğlak ve çapraşık açıklamalar yaptığını, Falih Rıfkı‘ya “Sadece bir kez görüştüm, ikinci kez görüşmeyi kabul etmedim” demişken, daha sonra bu yalanını unutup mahut Nutuk‘unda “Bir iki kez görüştüm” diye konuşmuş olduğunu aktarmıştık.

Ayrıca, salağa yatıp milleti aptal yerine koyarak “Frew’un benimle niçin görüşmek istemiş olduğunu hâlâ anlayabilmiş değilim” diye konuşmuş olduğunu belirtmiştik.

Dahası, Nutuk‘ta Frew‘u kendi başına “macera arayan” (sergüzeşt-cû) bir şahıs olarak nitelendirerek İngiliz Gizli Servisi‘ndeki kritik konumunu gözlerden saklama kurnazlığı sergilediğine muttali olmuştuk.

(Buna istihbarat / gizli servis literatüründe “perdeleme hikâyesi” / “cover story” deniliyor. Akla yatkın bir açıklama modeli uydurarak olayın gerçek mahiyetini saklıyorsunuz. İngiliz ajanı Atatürk‘ün yaptığı şey de bu.. Bir zamanlar kendisinden talimat almış olduğu şefinin kimliğini örtüyor.)

*

Bunların yanı sıra, TBMM’nin açılışı münasebetiyle 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşmada, Padişah Vahideddin’e göndermiş olduğu “yağ küpü” bir telgrafı okuduğunu da görmüştük..

Yine, bu telgrafta, Padişah’la 15 Mayıs 1919 günü Yıldız Sarayı’nda görüşme şerefine eriştiğini dalkavukça ifade etmişken, yedi yıl sonra Nutuk‘unda bu bahse hiç girmediğini dile getirmiştik.

Bununla birlikte, söz konusu görüşmeyi Falih Rıfkı‘ya yalan ve dolanlarla, akla ziyan çarpıtmalarla bezeyerek anlatmış olduğunu da vurgulamıştık.

Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde Padişah’a telgraf çekip “İngilizler’le barış yapalım, savaşmayalım” diye yalvarmışken, ve de bir ay sonra İstanbul’a gelip Minber ve Vakit gazetelerinde İngiliz dalkavukluğu yapmışken, “Demek istiyordu ki..” şeklindeki iftiradan ibaret spekülasyonlarıyla Vahideddin hakkında ahlâksızca şüpheler uyandırmaya çalıştığını da görmüştük.

Ayrıca, Falih Rıfkı’nın ifadelerinden, Vahideddin’i ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas aramakla suçladığını öğrenmiştik..

*

Tıpkı Vahideddin’e attığı diğer iftiralarında olduğu gibi, bu hususta da, kendi yaptığı düzenbazlığı Vahideddin‘e mal etmeye çalışmış durumda.

Adam büyük dolandırıcı..

Utanmazlıkta yekta..

Ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle kim nasıl temas aramış, görelim..

İngiliz istihbaratçısı Rahip Frew‘la temas kurmak için kimlerin önünde hangi taklaları atmış, öğrenelim:

Mondros Mütarekesi’nin akabinde İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa‘nın, burada görüştüğü ilk yabancı kişi, Daily Mail gazetesi muhabiri G. Ward Price‘dır. …

G. Ward Price’ın, Mustafa Kemal Paşa ile olan bu görüşmesi İstanbul’da Pera Palas Oteli‘nde gerçekleşmiştir.

G. Ward Price ile söz konusu olan görüşme ile ilgili talep Mustafa Kemal Paşa’ dan gelmişti. Çünkü İstanbul’a geldiği günlerde Mustafa Kemal, İngilizlerle temas kurmayı düşünmekte ve bunun yollarını aramaktaydı. …, yapmayı tasarladığı işler açısından, İngilizlerle hususi ilişki kurmanın faydalı olabileceğini düşünmekteydi. O dönemdeki bazı demeçlerinde de İngilizlere yönelik sıcak mesajlar vermesi, onun bu yolda yaptığı çalışmalara örnek gösterilebilir (… Nitekim 17 Kasım 1918’de Minber‘de ve 18 Kasım 1918’de Vakit‘de yayımlanan mülakatlarında bunu görmek mümkündür….).

Kendisiyle aynı otelde kalan G. Ward Price ile bir görüşme yapmak isteyen Mustafa Kemal Paşa otelin İsviçreli Müdürü vasıtasıyla bu teklifini iletmişti (N. A. “Meşhur İngiliz Gazetecisi Ward Price’le Mülakat”, Ulus, 23 Kasım 1938, s.7.). Bu daveti, Price şöyle anlatmaktadır:

“İstanbul’a ilk defa 1918 senesinde gelmiştim. Bir akşam üzeri Pera Palas Oteli’nde oturuyordum. Bir adam yanıma geldi ve bir Türk generalinin benimle görüşmek istediğini söyledi. İsmini sordum: Mustafa Kemal, dedi. O zamanlar Mustafa Kemal adını daha ziyade mübhem bir şekilde işitmiştim. Daveti memnuniyetle kabul ettim.”

Price “daveti memnuniyetle kabul ettim” dese de, Gotthard Jaeschke’nin, Price’ın, “Extra-special Correspondent” adlı eserine dayanarak verdiği bilgilere göre: Price, Mustafa Kemal’den bir görüşme talebi geldiğinde, bunu kabul etmenin “bir mahzuru olup olmadığı hakkında” İstanbul’daki İngiliz istihbarat subayı Albay T.G.G. Heywood’a danışmış ve İngiliz albayından, olumlu cevap aldıktan sonra, bu talebi kabul etmişti.

14 Kasım 1918 Perşembe günü Pera Palas Oteli’ nde gerçekleşen bu görüşmede Mustafa Kemal ‘in yanında Refet Bey de bulunmuştu. Muhtemelen İngilizce cereyan eden konuşmalarda, Refet Bey tercümanlık yapmıştır.

Görüşmede nelerin konuşulduğu konusunda doğrudan Mustafa Kemal Paşa’nın anlattığı bir malumata sahip değiliz. 

[Doç. Dr. Cemal Güven, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve Görüşmeleri (Asker, Siyasi Temsilci ve Gazeteciler), Konya: Eğitim Kitabevi Yayınları, 2012, s. 15-7.]

Görüşmede nelerin konuşulduğu konusunda doğrudan ulu yalan Atatürk‘ün anlattığı bir malumata sahip olmamamız doğal.

Buradaki devasa minareye kılıf uydurmak kolay değil.. Herşeye bir kulp takmak her zaman mümkün olmaz.

Evet, yalanların önderi ulu yalan Atatürk‘ün Vahideddin’in sırtına yüklemeye çalıştığı “ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas” kepazelik ve fırıldaklığı bizzat kendisine ait bir özellik.

*

Tesadüfe bakın ki, ulu yalan Atatürk’ün gazeteci Price ile görüşmek için devreye koyduğu kişi, sonradan Rahip Frew‘la görüşmesini ayarlayan, ve bu ikiliyi (yani Ulu Yalan ile Frew’u) evinde (yalnız başlarına) buluşturan şahıs..

Perapalas Oteli’nin müdürü Mösyö Martin..

(Doğal olarak, yalanların efendisi ulu yalan Atatürk, onunla olan görüşmelerine hep yalnız gitmiş, yanına kimseyi almamış durumda.. Şaşırdık mı?.. Hayır!.. Casusluğun doğası bunu gerektiriyor..)

*

Gazeteci Price, bu taleple ilgili olarak İstanbul’daki İngiliz istihbarat subayı Albay T.G.G. Heywood’a danışmış ve İngiliz albayından, olumlu cevap almış.

Bu talebin, söz konusu subay tarafından, İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi (rahip gibi görünen) Robert Frew‘a rapor edileceği kesin..

Bu noktada otel müdürü Martin devreye tekrar giriyor.

Evet, ulu yalan Atatürk ile Frew‘un irtibat kurmasını sağlayan kişi yine bu Martin.

*

Ulu Yalan, Price’dan söz etmiyorsa da, mecbur kaldığı için Nutuk‘ta Frew’dan bahsediyor.

Fakat ne olarak?.. İngiliz devletiyle ilgisiz olduğunu düşünmemiz gereken bir maceraperest (sergüzeşt-cû: macera arayan) kişi olarak.

Bir “cover strory” eşliğinde..

Ayrıca, Falih Rıfkı‘ya Frew’la sadece bir kez görüşmüş olduğunu üstüne basarak söylemiş olduğu halde, daha sonra hafızası yerine geliyor ve Nutuk‘unda bir iki kez görüştüğünü itiraf ediyor.

Görüldüğü gibi, yalanların önderi ulu yalan Atatürk‘ün utanmadan Vahideddin’in sırtına yüklemeye çalıştığı “ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas” üçkâğıtçılık, entrika ve alevere daleveresi, bizzat kendisine ait bir özellik.

*

Doç. Güven’in yazdıklarını okumaya devam edelim:

… G. Ward Price‘ın aktardığı bilgilerden hareket ederek, görüşmede nelerin konuşulduğunu belirtmeye çalışacağız.

G. Ward Price, Atatürk’ün cenaze töreni için Ankara’ya geldiğinde kendisi ile Ankara Palas’ta görüşen Ulus Gazetesi muhabiri, N.A.’ya Mustafa Kemal’le olan bu mülakatını şöyle aktarmıştır (N. A. “Meşhur İngiliz Gazetecisi Ward Price ‘le Mülakat”, Ulus, 23 Kasım 1938, s. 7.):

“Sırtında sivil bir elbise ve başında fes bulunan bu zatın yanına gittim. Bu sivil zat, Mustafa Kemal Paşa idi. … Mustafa Kemal Paşa, bana o gün Türkiye ‘nin büyük harbe bu şekilde girmekle büyük bir hata işlediğini söyledi. Şimdi de hasıl olan vaziyet, işlenmiş olan o hatanın akıbeti ve cezası idi. General bu görüşmede Türklerle İngilizlerin eski dost olduklarından da bahsetti. …”

… Gotthard Jaeschke, Price’ın “Extra-special Correspondent” adlı eserine dayanarak verdiği bilgilere göre; Mustafa Kemal Paşa yapmak istediği bir teklif için İngiliz resmi makamlarıyla temas etmek istediğini Price’a söylemiş ve ondan bu hususta yardımcı olmasını istemiştir.

[Güven, a.g.e, s. 18.]

Yardımcı olduğu, devreye İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi Frew‘un girmesinden belli..

Ancak, ulu yalan üçkâğıtçı Atatürk‘ün Price’e söyledikleri bunlardan ibaret değil.

Jaeschke’nin naklettiğine göre şunları da söylemiş:

Yine Mustafa Kemal, Türkler olarak 1. Dünya Haıbi’nde yanlış cephede savaştıklarını, öteden beri dostumuz olan İngilizlerle savaş yapmayı asla istemedikleri şeklindeki kanaatini Price’a ifade etmişti.

Kendisinin de arzu etmediği bu istenmeyen savaşa girmemizde başta Enver Paşa olmak üzere Alman dostlarının etkisinin ve baskısının rol oynadığım belirterek sözlerinin devamında: “Artık savaşı kaybetmiş olduklarını ve uygulanan bu yanlış siyasetin bedelinin Türklere ağır olarak ödetileceğini” söylemişti.
Anadolu’nun müttefik devletler tarafından paylaşılacağını bildiğini de ekleyen Mustafa Kemal, Anadolu toprakları üzerindeki bir İngiliz yönetimine karşı, memnuniyetsizlik gösterilmemesi gerektiğini ifade etrnişti.

[Güven, a.g.e, s. 18.]

Böylece ulu yalan entrikacı Atatürk, düşman işgalini ve Anadolu’nun paylaşılıp bölüşülmesini haklı ve meşru gördüğünü açıklamış oluyor.

Ona göre, dostumuz İngilizler’in işgal ve yönetiminden memnun olunmalıymış.

Bu ifadeler, vatanı kimin satmaya hazır olduğunu açıkça gösteriyor.

Kendisinin İngiliz işgalinden memnun olduğu kesin..

Nitekim, Kasım 1918’de İstanbul’da Minber ve Vakit gazetelerinde bunu açıkça ifade etmekten de çekinmemiş.

Doç. Güven’in aktardığı bilgileri okumaya devam edelim:

İngiliz Gazeteci G. Ward Price, “Extra-special Correspondent” adlı eserinde bu görüşme hakkında oldukça ilginç bir hususa da yer vermektedir. Buna göre Mustafa Kemal’in İngilizlerden bir de beklentisi olmuştur.

Price’ın anlattıklarına göre; Mustafa Kemal, İngilizlerin Anadolu için bir sorumluluk kabul ettiklerinde tecrübeli Türk valileri ile işbirliği içinde çalışmak ihtiyacını duyacaklarından söz etmiş ve sözlerinin devamında da “Böyle bir salahiyet dahilinde hizmetlerimi arz edebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim” demişti.

Price’ın iddiasına göre; Mustafa Kemal bir işbirliği çerçevesinde İngilizler tarafından verilebilecek bir valilik görevini kabul edebileceğini belirtiyordu.

Price, görüşmeden sonra İngiliz istihbarat subayı Albay Heywood‘a görüşme hakkında bilgi venniş ve Mustafa Kemal’ in İngilizlerden olan beklentisini belirtmiştir. Albay Heywood ‘un ise bu görev talebi ile ilgili olarak, mütarekeden sonra birçok Türk subayının kendileri için bir iş aradıklarını ve bu tür beklentiler içerisinde olduklarını söyleyerek, bu talep üzerinde durmadığını yine Price’ın yazdıklarından öğreniyoruz.

(Güven, a.g.e, s. 18.)

Bu talep üzerinde durmadıkları belli..

Ayrıca şu da belli, benzer beklenti içinde olan “birçok Türk subayını” gözleri tutmamış, gelecekteki projeleri için, Vahideddin’in sınırsız güvenini kazanmış olan ulu yalan Atatürk‘ü uygun bulmuşlar.

Ve devreye, İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul’daki şefi Rahip Frew girmiş.

Tabiî, Pera Palas’ın müdürü Martin vasıtasıyla..

*

Doç. Güven’in sözleri bitmedi:

Price, bahsi geçen eserinde, görüşmede geçen konularla ilgili anlatımlarına bir destek olacak mahiyette yıllar sonra Refet Bey ile arasında geçen bir konuşmayı da nakletmektedir.

Buna göre, Price’ın Refet Bey ile yeniden karşılaşması İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul’da olmuştu. İngiliz gazeteci Mustafa Kemal ile yıllar önce yaptığı ilk görüşmesinde hazır bulunan Refet Bey’le yaptığı sohbette bu görüşmeden de bahsetmişlerdi. Bu sohbet esnasında Refet Bey, Mustafa Kemal’in İngilizlerden görev talebiyle ilgili konuya sözü getirerek “Onun bu hizmet teklifinde samimi olduğunu, o zaman bu teklif kabul edilmiş olsaydı Yakın Doğu tarihinin değişik bir mecraya dönecek olduğunu” belirtmişti.

[Güven, a.g.e, s. 18.]

Samimi olduğunu sadece Refet Bele değil, İngilizler de düşünmüşler, ve devreye, İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi Robert Frew girmiş.

*

Ancak İngilizler, ulu yalan dalevereci Atatürk gibi adamların senaryosuyla hareket edecek kadar tecrübesiz, yetersiz ve yeteneksiz değiller.

Senaryoyu kendileri yazıyorlar. Oynamak ise Ulu Yalan gibi piyonlarına düşüyor.

Nasıl ki heyecanlı bir filmde iyiler kadar kötülerin de bulunması gerekebiliyorsa, baş karakterle çatışan kötü adam rollerinde oynayacak, onlardan dayak yiyecek zavallı figüranlara da ihtiyaç duyulabiliyorsa, İngilizler’in uluslararası senaryolarında da, Sait Molla gibi aptallara rol vermek gerekiyor.

Senaryo yazımında kendisini gösteren oyun kuruculuk, “oyun içinde oyun” türünden çok katmanlı ve çok boyutlu olduğunda, Sait Molla gibiler, asıl ajanı ya da ajanları perdelemek için lâzım..

Bir de (suikastle görevlendirildiğini zanneden) önemsiz ve lüzumsuz, harcanması kayıp olmayacak bir figüranı meydana sürüp, başrol oyuncusu asıl ajanınıza, onu İngiliz ajanı diye deşifre edip ortadan kaldırma fırsatı verirseniz, böylece o süper ajanınızın tümden kamufle olmasını garantiye alırsanız, filmin senaryosunun tadına hiç doyum olmaz.

*

İngiliz, Osmanlı Devleti‘ni ve hilafet kurumunu tarihe gömmeyi kafaya koymuştu.

O yüzden, Osmanlı Devleti’nin esas unsuru durumundaki Türkler‘e laik (dinsiz), ümmetçiliğe karşı (ve dolayısıyla ümmete bigâne) bir ulus-devlet (ulusal devlet) kurdurma niyetindeydi.

Bu yeni devletin ümmetçi değil, milliyetçi (ırkçı) olmasını istiyordu.

Bunu yapacak, satılmaya hazır, “Beni satın alın!” diye kendisini pazarlayan kullanışlı ve yetenekli bir haine ihtiyaçları vardı.

Buldular: Yalanların efendisi, “yüzsüzlük kardeşliği” tarikatının Selanikli bağlısı, daleverelerin önderi ulu yalan Atatürk..

*

Bunun kuracağı yeni devletin İslam‘dan değil, Türklük‘ten bahsetmesi, İslamcı değil Türkçü olması gerekiyordu. (“Ben İslam satmıyorum ki İslamcı olayım” diye konuşan kalbi bozuk münafıklar, “Ben Türk satmıyorum ki Türkçü olayım, millet satmıyorum ki milliyetçi olayım” demezler.)

Bu, bir İngiliz genel valisi eliyle olabilecek birşey değildi..

Bunun için, görünüşte bağımsız, fakat ipleri kendi ellerinde olan bir devlet kurdurmaları gerekiyordu.

İşte, ajanları ulu yalan Atatürk’e yaptırdıkları tam da buydu.

*

Doç. Güven, şu bilgileri de aktarıyor:

Bu mülakat hakkında başka bir anlatım da şu şekildedir:

“Mustafa Kemal düşünceli, kederli ve bedbindi. Bana memleketin halinden bahsetti. Ve her iki üç cümlede bir: ‘Bu böyle olmaz. Vatanı baştanbaşa değiştirmek lazım, yenileştirmek lazım’ diyordu. O zaman doğrusu bu laflara fazla dikkat etmemiştim. Mesleğimin her zaman hatırlayacağım büyük hatası bu emsalsiz dehayı o zaman keşfedememiş olmamdır”. Bkz. Tarih Coğrafya Dünyası, C.11, Sayı: 7-10, s.280; Altıner, Her Yönüyle Atatürk, s.697; Selek, Anadolu İhtilali, C. l, s.205; Arıbumu, Atatürk’ten Anılar, s.64.

Kinross ‘un verdiği bilgelere göre bu mülakat esnasında, Mustafa Kemal, elini kolunu hareket ettirmeden, sakin ve ölçülü bir sesle konuşmuştur. Bkz. Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s. 178.

[Güven, a.g.e, s. 17, dn. 29.]

Evet, Price, ulu yalan Atatürk’ün her iki üç cümlede bir “Bu böyle olmaz. Vatanı baştanbaşa değiştirmek lazım, yenileştirmek lazım” demiş olmasını layıkıyla analiz edememiş, “değerlendirememiş“.

Ancak, olayların sonraki seyri, bu değerlendirmeyi İngiliz İstihbaratı’nın tecrübeli üst düzey görevlilerinin gayet iyi yapmış olduklarını gösteriyor.

İngiliz ilke ve inkılaplarının gerçekleştirilmesi misyonuna uygun vizyona sahip bir adamı gökte ararken yerde bulmuş olduklarını anlamışlar.

“Vatanı baştanbaşa değiştirmek lazım, yenileştirmek lazım” diyerek bir yabancı gazeteciye ülkesini şikâyet etmesinin, “İngilizler’in istediği her değişikliği yapmaya hazırım” mesajını vermek istemesinden kaynaklandığını göremeyecek kadar aptal değiller.

*

Price’la olan görüşmenin şahidi Refet Bele, tahmin edilebileceği gibi bu konulardan hiç bahsetmemiş bulunuyor.

Fakat, Münevver Ayaşlı‘nın şu ifadeleri, sadece bunu değil, kim bilir daha neleri bildiğini ortaya koyuyor:

Ben … kendisinden rica ederdim:

-Paşam, ne olur, hatıratınızı yazsanıza, niçin yazmıyorsunuz? Bilinmeyen bir çok meselelerin iç yüzünü biliyor, karanlık kalmış hadiseleri aydınlatıyorsunuz. Bunların kapalı kalması … yazık değil mi?

O zaman Refet Paşa susar, acı acı güler:

Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal Harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da, onu da ben mi yıkayım? derdi.

(Münevver Ayaşlı, İşittiklerim… Gördüklerim… Bildiklerim…, İstanbul, 1973, s. 9.)

Öyle anlaşılıyor ki, Refet Bele‘nin hatıralarını yazmamış olmasının tek nedeni İstiklal Harbi’nin içyüzünün anlaşılmasının millette yol açacağı hayalkırıklığı ve moral bozukluğu değil.

Bunu yapmakla aynı zamanda kendisini de yıkmış olacak, çünkü hadiselerin bir parçası..

Ayrıca, konumu önemli olduğu için yazacaklarının bomba etkisi yapacağı, mevcut rejimden ve Atatürkçülükten nemalanarak sözde vatansever geçinen tuzu kuruların keyfini kaçırması yüzünden bedel ödemek zorunda kalacağı, lanetleneceği, ve bir sürü iftiraya maruz kalacağı, açıklarının çarşaf çarşaf ortaya döküleceği kesin.

*

Jaeschke ve Kinross gibi isimler Price‘ın yazdıklarına itibar ediyorlarsa da, Atatürkçülerin onun yazdıklarını içlerine sindirebilmeleri ve hazmetmeleri mümkün değil.

O yüzden de, “Bir tek o yazmış, doğru olduğu ne malum?.. Hemi de ulu yalan Atatürk gibi bir mucize böyle şeyler yapabilir mi?” diyerek olayı geçiştirmeye çalışıyorlar.

Ancak, ulu yalan Atatürk mucizesinin Vahideddin karşısındaki dalkavukluk ve yağcılığı, ve de daha Erzurum Kongresi’nde itiraf etmiş olduğu takiyye, içtenpazarlıklılık, riyakârlık, münafıklık ve gizli gündemciliği, mucizenin yaldızlarını solduruyor.

*

Devam edeceğiz inşaallah.

Yorum bırakın