ALLAH KORKUSU OLMAYAN İNSAN, HAYVAN DEĞİLDİR, HAYVANDAN AŞAĞIDIR

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan’ın…
Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdanın.
Hayat artık behîmîdir… Hayır ondan da alçaktır;
Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.
Behâim çıkmaz amma hilkatin sabit hududundan,
Beşer hâlâ habersiz böyle bir kaydın vücûdundan!
Meğer kalbinde Mevlâ’dan tehâşî hissi yer tutsun…
O yer tutmazsa hiç ma’nâsı yoktur kayd-ı namusun.

Mehmed Akif

 

(Allah korkusu bulunmadığında, irfan ve bilgelik edebiyatı, normal zamanlarda işe yarıyor gibi görünse de, zorlu sınamalarla karşılaşıldığı anda iflas eder. İnsanların birer canavar haline geldikleri, hedefe koydukları birilerini rahatlıkla usturuplu yöntemlerle, mesela gizli zehirlemeler ve trafik kazası görünümlü cinayetlerle ortadan kaldırdıkları görülür. Vicdan diye birşeyin asla tesiri olmaz. Böylece hayat behîmî/hayvanca hale gelir. Bu aslında hayvanlıktan da aşağı bir durumdur. Çünkü hayvan fıtratıyla/içgüdüleriyle bağlıdır, içgüdülerinin ve bedensel kabiliyetlerinin esiri durumundadır, onu aşamaz ve onun dışına çıkamaz. İnsanda ise özgür irade vardır. Hayvanlar yaratılışın sabit sınırlarını taşamadıkları için, verdikleri zarar da sınırlı olur. Mesela, bir insan bir atom bombası ile yüz binlerce insanı öldürebilirken, bir hayvan böyle bir katliamı asla yapamaz. Bir hayvan günlük ya da öğünlük gıdasıyla ya da sınırlı bir gıda stoğuyla yetinirken, bir insan koskoca bir ülkeyi sömürebilir, dünyayı yalayıp yutabilir, hiç ölmeyecekmiş gibi servet biriktirebilir. Ancak Allah korkusu olan insan kendisindeki bu büyük kötülük potansiyelini dizginleyebilir. O olmadığında, namus ve şeref gibi kavramların hiçbir anlamı kalmaz. Birilerinin şan ve şöhreti, yasaklarla, dokunulmazlıklarla, koruma kanunlarıyla sürdürülmeye çalışılır, gerçekler söyletilmez. Çünkü “tarihî” gerçekler olduğu gibi yazıldığında, iç yüzleri ortaya çıkacaktır. Onlar korunur, Resulullah s.a.s. gibi yüce zatlara ise uydurma romanlar, hayvanca karikatürlerle saldırılır. Onu, olduğu gibi anlatmazlar, çünkü büyüklüğü anlaşılacaktır. Reziller de olduğu gibi anlatılmaz, çünkü küçüklükleri anlaşılacaktır. Charlie Hebdo’yu sözde fikir hürriyeti adına barındıran Fransa, Roger Garaudy’yi, yahudi soykırımı iddiasının boyutlarını belgeler ışığında tartıştığı için yargılayıp mahkum etmişti.)

İMANSIZLIK, KUZU POSTUNA BÜRÜNMÜŞ KURT OLMAKTIR

Vicdansız değiller, imansızlar

 

Kızının veya oğlunun gözleri önünde önce dövülen,

Yerlerde sürüklenen, elleri iplerle bağlandıktan sonra gözleri bağlanarak bilinmez bir yere götürülen ve bir daha haber alınamayan babanın gidişinden sonra evlerinden çıkarılan,

Çıkmamakta direnen anneyi kurşun yağmuruna tutan İsrail askerlerinin vahşetini dehşetler içinde korku, nefret, tekmelenme ve titreme ile gözetleyen çocuklar, belirli bir yaşa gelince babasının gidişini, annesinin öldürülüşünü her hatırlamasında hiçbir şey yapamamanın, çaresizliğini Rabbine arzetmek için Mescid-i Aksa’ya girmek istediğinde,

“Yaşın kırk beş değil” diyerek geri çevrildiğinde bedeninin tamamını bomba yapıp hiç değilse birkaç Siyonist’i yok ettiğinde geride bıraktığı yeni evini dahi yerle bir eden Siyonist mantığını hala anlamamakta ısrar edenlerimiz bunları mantıksızlıkla suçlayarak, suçun bataklığını gizlemeye yardım ediyor.

Hiçbir baskıcı mantıksız değildir. Mantığı olmayan baskıcı olamaz. Baskı aleti olan cendereyi yaparken bir eli kan, öbür eli katran olan adamın aklı, akrep kuyruğu kadar kıvrak olmalı ki o aleti yapabilsin.

Bir patlamasıyla 250 bin insanı öldüren Atom bombasını yapan adamı akılsız saymıyorlar günümüzde.

Bu çağdaş zalimler, yaptıklarını kanun kalıplarına dökmeli ki kendisi unutmadığı gibi gelecek nesillerde de devam etsin ister.

Bütün bu yaptıklarıyla da gurur duyarlar. Halkı tımarhanedeki hasta gibi görürler.

Beton da olsa yatacak yer vermenin mutluluğunu yaşarlar.

Zincire vurduklarını “Güvenlik altında tutuyoruz. Onun güvenliği için nöbetçi görevlendiriyoruz. Şu kadar para harcıyoruz” diye hizmetlerini sayar dökerler.

Deliye gömlek biçer gibi halkın kıyafetini belirlerler.

Bülbül gibi şakıyanları susturup karga gibi ötmeye zorlar.

Düşünceyi, kıyafeti, sanatı onlar belirlerler. Bütün bunları yaparken harcadıkları mermi, kırbaç, cop, kelepçe, bomba, tel örgü, duvar, mezar kazma parasını da Birleşmiş Milletlerin, İnsan Haklarını izleme bölümü bütçesinden almaya çalışırken en mantıklı cümleleri onlar kullanırlar.

Rüyalarında bile tımarhaneden kaçmalarına izin vermezler.

Peki, bu adamlar, ifritle cadının, Babil kuyusunda gerdeğe girmesi neticesinde dünyaya gelmediğine göre nereden çıktı bunlar

Bunlar, bizim gibi bir anadan dünyaya geldiler ama Rahman’a kulak vermediler. Şeytan sütüyle beslendiler.

Ateistlerin yazdığı yüz kitabı okumaya zaman buldular ama okurken gözlerinin yağını veren Allah’ın kitabını okumaya zaman bulamadılar ama o kitabı kapattırmak için ellerinden geleni geri bırakmadılar.

Bu özellikler yalnız Siyonistlere özel değildir.

Fransız ihtilalini yapanların, kanun kırbacı altında kral ailesinden birini öldürdükten sonra derisini yüzüp anayasalarının dışına deri olarak kaplayıp müzeye koyduklarını “İnsan derisine kaplı anayasa” isimli kitabında Profesör T. Zafer Tunaya haber vermektedir.

Dünya zalimlerine “Filistin askısı” nı hediye eden İsrailli Yahudiler, bütün dünya devletlerinin uzmanlarını işkence konusunda eğiten Amerikalı yetkililer bu günün moda ifadesiyle hem çağdaş hem de kültürlü insanlar.

Vicdansız değiller ama imansızlar.

Fransa’nın Strazburg kenti yakınlarındaki Struthaf kampında Hitlerin komutanı, çevreye önem verdiğinden, kış boyu ısınmak için bir tek ağacı kestirmemiş ama 50 bin Yahudi’yi yakmış ve kamptaki askerlerini ısıtmış.

Ruslar, çok değerli hocaların çocuklarını zorla alıp komünist kitaplarla “Mankurt” yapıp kendi babasını öldürttüler. Şu anda bile Türk cumhuriyetlerinin bir kısmında Müslüman halka kan kusturanlar o “Mankurt”lardır.

Sonunda kurt üreten yünün önce kendisi yendiği, delik deşik edildiği gibi zalimler kendi zulümlerinde boğuldular.

Bu kurtluk damarı aslında hepimizde var. Ama biz bunu, hak ve adaletin ayakta tutulması, zulmün saltanatının yıkılması için Kur’ani eğitime tabi tutarak insanlık ailesine hizmet etmişiz.

Müslüman da, kâfir de can ve kan taşır. Aralarında birini adil, öbürünü zalim yapan şey, Rahmanın vahyine gönül açmak ile şeytanın sütüne ağız açmaktır.

Mahmut Toptaş

Mahmut Toptaş

28.06.2016

(http://www.milligazete.com.tr/vicdansiz_degiller_imansizlar/mahmut_toptas/kose_yazisi/30080)

AHİR ZAMAN, FECR-İ KAZİPLER VE SAHTE KURTARICILAR ÇAĞIDIR.. KUDÜS BİR GÜN KURTULACAKTIR, FAKAT ONU, LAİKLİK VS. DİYE BİRŞEY TANIMADAN ALLAH’A TAM TESLİM OLMAYI SEÇMİŞ OLANLAR KURTARACAKTIR

 

İsrail neden anlaştı?

Akif Emre

28 Haziran 2016
İsrail’le altı yıldır süren anlaşmazlık iki tarafın başbakanlarının aynı anda yaptığı açıklamalarla sona erdirildi. Varılan uzlaşma maddelerine bakıldığında özellikle Türkiye’nin başlangıç noktasına döndüğü görülüyor. İsrail’le gerilen ilişkilerin somut etkilerine bakıldığında abartılı hamaset söylemi ve tabanda yükseltilen büyük beklentiler karşısında bazıları hayal kırıklığı yaşamış olabilir.. Gerçekte ise tarafların pozisyonuna bakıldığında özellikle Filistinliler açısından çok fazla bir değişimin olmadığı aşikar.

Ankara’nın dış politikada izlediği seyri takip edenler büyük sözlerin, hamasetin gölgesinde kalan realitede değişen çok şeyin olmadığını görür. Zaten sorun da yükseltilen beklentilerle bunu pratiğe geçirecek kapasite arasındaki büyük çelişkiden kaynaklanıyor.

Türkiye’nin Ortadoğu’da gücünün olmasa bile imajının yükseldiği dönemde İsrail’e karşı geliştirilen retorik ile sahadaki gerçekler arasında çelişkili bir durum vardı. Ancak bu retoriğin sürekli İsrail’den dayak yemiş, liderlerinin ezik tavrı karşısında Araplar nezdinde önemli bir psikolojik etki yaptığı gerçekti. Ne var ki Türkiye’nin bölgesel imajının yüksel/til/mesi aynı zamanda İsrail’in stratejik şımarıklığından bıkan küresel merkez için de yararlı görüldüğü bir kenara not edilmeli.

2010 Mavi Marmara katliamındaki tavrı ile İsrail sadece Türkiye’ye değil, onun pervasız tutumundan rahatsız Obama yönetimine karşı da bir güç gösterisinde bulunmuştur. Altı yıllık süre içinde diplomatik ilişkiler alt seviyeye inmiş olsa da ekonomik ilişkilerin katlanarak artması realitede fazla bir şeyin değişmediğinin somut göstergesi

Geçen süre şu gerçeği bir kez daha teyit etmiştir ki, Türkiye’nin İsrail’e olan ihtiyacından ziyade İsrail Türkiye’ye çok daha fazla muhtaç. Zira İsrail’in stratejik ve ekonomik anlamda bölgede açılım yapabilmesi için Türkiye gibi bir ülkeye ihtiyacı büyük.

Varılan uzlaşma 2010 öncesine dönüşten fazla bir boyut taşımıyor. Bu bakımdan Gazze için bir zafer kazanılmadığı gibi kuşatma altındaki hayatları devam edecek. Bunca yaşananlardan sonra bu noktaya neden gelindiği sorusu anlamlı.

Şu husus önemli, söylem düzeyinde, dış politikada adeta manevra alanı bırakmayan iddialı, geri dönüşü olmayan dil tabanın hoşuna gidiyor olabilir. Ancak bunun maddi karşılığı yoksa daha da vahimi söylemin sahipleri de bu dile inanmaya başlamışlarsa radikal kırılmaların yaşanması kaçınılmazdır. Bol miktarda örneğini gördüğümüz, “Ortadoğu’da bizden habersiz yaprak kıpırdamayacak” söylemi bir ütopya olarak kitleleri cezbedebilir; bunu karşılayacak askeri, politik, ekonomik kapasiteden yoksunsanız bu kez bastığınız zemini de kaybedebilirsiniz.

Varılan anlaşmanın sadece Türkiye-İsrail ilişkileri ile sınırlı kalmayan sonuçları olacaktır. En azından tarafların uluslararası boyuta yansıyacak beklentilerinin olduğunda kuşku yok. İki ülkeyi aşan beklentiler görülmeden de yapılan değerlendirmeler eksik kalacaktır.

Gazeliler için hayatı kolaylaştıracak çok farklı bir açılım getirmiyor bu anlaşma. Mesela Türkiye’nin şartlarından biri olan ablukanın kaldırılması, daha sonra ambargonun kaldırılmasına indirgendi ki bu da tam olarak gerçekleşmiş değil.

İsrail’in görüşmeler başında şart koştuğu HAMAS’ın terörist ilan edilmesinin Türkiye tarafından kabul edilememesi HAMAS için anlaşmayı meşrulaştıracak bir gerekçe olarak öne sürülecektir.

Türkiye’nin insani yardım malzemelerine gösterilen kolaylıkların da doğrudan Gazze’ye değil İsrail üzerinden gönderilmesi de mevcut uygulamalara dönüş olarak okunabilir.

İsrail’in anlaşmadan beklentisi, çıkaracağı doğalgazın Avrupa’ya taşınmasının Türkiye üzerinden gerçekleştirme planı başta olmak üzere uzun vadeli siyasi ve ekonomik hesaplarıdır.

Hepsinden önemlisi bölgede yeniden şekillenmeye başlayan stratejik dengelerde Türkiye’ye duyduğu ihtiyaçtır. Önümüzdeki dönem bölgede stratejik yapılanma yeniden şekillendiğinde bu anlaşmanın sıradan bir uzlaşamadan öte gelişmelere kapı aralayacağı daha iyi anlaşılacaktır.

Türkiye açısından muhtemel sonuçları özellikle Amerika ile ilişkilerde İsrail’in varsayılan etkisine yönelik beklentilerinin belirleyici olduğu söylenebilir.

Diğer tarafta Ortadoğu’da şekillenme sinyalleri veren İsrail-Körfez/Suud denklemine Türkiye’nin de eklemleneceği bir stratejik ittifak tasarım ihtimalini şimdiden görmekte yarar var.

Filistin için ise, altını çizerek tekrarlamakta yarar var; Filistin Gazze’den ibaret değildir. Abluka kalksa bile Filistin’in büyük bölümünde Siyonist işgal devam ediyor, Kudüs’ün, Mescid-i Aksa’nın esareti bitmeden hiç bir sorun halledilmiş sayılmaz.

Ayrıca İsrail’in uluslararası anlaşmalara uymamak, verdiği sözleri esneterek, saptırarak yerine gitmemek gibi sabıkalarını hatırlamakta yarar var. Bundan daha iyisini mevcut şartlarda gerçekleştirme imkanı var mı sorusu ise boşta kalmaktadır. Zira, politik çıkışları adeta iman meselesi haline getiren söylem, bu tür geri dönüşlere uygun gerekçeleri de üretecektir. Başka bir tuhaflık da dün İsrail’le aramız bozulduğu için iktidara ateş püskürenlerin bugün anlaştığı için eleştiriyor olmalarıdır.

İBNÜ’L-ARABÎ’NİN ŞEYHİNİN “İT” OLDUĞU DÜŞÜNÜLÜRSE, KİTAPLARINDAKİ ŞATAHAT (ZIRVALAR) TABİΠKARŞILANMALIDIR

Hayvanların irfanı

Ömer Lekesiz
Ömer Lekesiz
28 Haziran 2016
Yazımın başlığı, William Chittick‘in 23 – 28 Mayıs 2008’de İstanbul’da başlayıp, Şam’da tamamlanan Uluslararası (Modern Çağ ve) İbn Arabi Sempozyumu‘ndaki İngilizcesi The Wisdom of Animals olan tebliğinin başlığıydı.

Ramazan’ın ilk günlerinde, Mustafa Aşkar Hoca’nın bir televizyonda “Namaz kılmayan hayvandır” şeklindeki beyanı, büyük oranda kendi bağlamından kopartılarak bir linçe dönüştürülmek istenilince ve birinin bir kediyi duvara çarparak, yavrusunu da ayağıyla öldürdüğüne dair haberler gündeme düşünce, Chittick’in söz konusu tebliğiyle ilgili notlarıma yeniden bakma gereği duydum.

Bence her iki yönüyle de sorunun temelinde, modernizmin hayvan hakları savunuculuğunun dayattığı maddileşmiş / materyalistleşmiş bir zihniyet yatıyor.

Çünkü, hayvanlarla kurduğumuz ilişki, öncelikle onların bize musahhar kılınmasına dair İlahi kelama (bkz.: Lokman Suresi, 31:20) dayanıyor.

Nimet kelimesiyle desteklenen bu musahhariyet, bir fethi gerektirdiği için toprağın fethiyle eşitleniyor ki, bu fetih geçiciliğiyle, doğanın ve ondaki her şeyin birer emanet oluşuyla bize ilişerek, merhametkelimesinin o şeylere kendi hakikatlerine göre davranma zorunluluğuyla bir inanç ve ondan beslenen bir kültür temeline oturuyor.

Dolayısıyla, doğaya hükmetme çabasındaki materyalist zihniyetle, doğaya onun ve ondaki şeylerin hakikatini (ve haklarını) ihlal etmeden istifade etme yönündeki bizim zihniyetimiz farklı bir temele ve uygulama esasına dayanıyor.

Hatta İbn Arabî (ra), bugünkü din (ve tasavvuf) anlayışımıza göre bir çoğumuzun kabullenmekten kaçınacağı şekilde, doğayı metafiziğin, hayvanları ibadet olgusunun içine çekerek şekilde şunları söylüyor:

“Hayvanlara gelince: Bizim onlardan bazı pirlerimiz vardır. İtimat ettiğim şeyhlerden birisi atlardır, çünkü atın ibadeti pek gariptir. Ayrıca şahin, köpek, kaplan, karınca vb. hayvanlar da vardır. Onların ibadetlerini kendi yaptıkları gibi beceremedim. Bütün yapabildiğim belirli bir vakitte o ibadeti yerine getirebilmemdir. Halbuki onlar sürekli bir ibadeti yerine getirirler. Bununla birlikte onlar her an benim onların efendisi olduğuma da inanırlar, beni kınarlar ve eleştiriler.” (Ruh‘tan nakleden Suad el-Hakîm, İbn Arabî Sözlüğü, Çev.: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İst., 2005).

TÜRKİYE’NİN LAİKLEŞMİŞ ESKİ İSLAMCILARI, (BİR YANDAN RESULULLAH S.A.S.’E KARŞI DANİMARKA’DA İĞRENÇ KARİKATÜRLERLE HAÇLI SALDIRISI BAŞLATAN VE BUNU CHARLIE HEBDO İLE SÜRDÜREN, DİĞER YANDAN İBNÜ’L-ARABÎ’Yİ GÜNDEMDE TUTMAK İÇİN ADETA KENDİLERİNİ PARALAYAN) BATILILARLA, İBNÜ’L-ARABÎCİLİKTE BULUŞMUŞ DURUMDALAR

 

İBRAHİMÎ DİN SAFSATASI, İBNÜ’L-ARABÎ VE TÜRKİYE’NİN ŞAŞKIN “ÇUKUR ODAKLARI”

Image

Image

Image

 

(Aşağıdaki yazı, dört yıl önce yayınlandı. “İbrahimî din” kavramını bayrak yapanlara şu anda “Haşhaşî, sapık, hain” vs. diyenler, o günlerde onlarla dayanışma içindeydiler, yan yana, omuz omuza duruyorlardı. O gün, dostlukta aşırı gidiyorlardı, bugün düşmanlıkta.. O gün de ilkesiz hareket ediyorlardı, bugün de.. O gün de hak ve hakikat umurlarında değildi, bugün de..
Ve bu “sonradan görme” yerli ve millîler, gecikmiş Ehl-i Sünnet savunucuları, Türkiye’nin “son kale”, Tayyip Erdoğan’ınsa bir tür kurtarıcı Mehdî olduğunu ansızın keşfeden “son teknoloji ürünü yağdanlıklar”, o sıralarda, Fethullah Gülen’den “hocaefendi” diye sözediyorlardı.
Birtakım çukur odaklar ise, o sıralarda, ABD’nin şu anda pek revaçta olan Fuat Avni’si gibi, piyasaya Ali Aytaç Şenol diye bir maskeyi sürüyor, alçakça ve onursuzca İbnü’l-Arabîcilik yapıyor, resmî ideolojinin “Batıcılık”tan ibaret olan derin kodlarına uygun şekilde, Batılılar’la aynı çizgide “sapık tasavvuf” propagandasının peşinden koşuyorlardı. METİN KILIÇ)

 

DİNLER ARASI DİYALOG VE “IBN ‘ARABI SOCIETY”

Dr. Seyfi Say

Son zamanlarda birilerinin “İbrahimî dinler” diye bir kavram uydurdukları ve Yahudilik ile Hristiyanlığı bu kavram çerçevesinde matah birşeymiş gibi göstermeye uğraştıkları biliniyor.
Gerçekte Yahudiler ve Hristiyanlar için “ehl-i kitab” denilmesi, onlara, “İbrahimî din” tabirinden daha büyük bir değer kazandırır. Onların kitap (vahiy) ehli olması, İbrahimî din mensubu olarak görülmelerinden daha önemsiz birşey değildir. Ancak onlar, kitaplarını tahrif etmişlerdir. Bu aynı zamanda, “İbrahimî din”den (İbrahim’in a.s. dininden, hanîf) olma niteliklerini yitirmeleri anlamına da gelmektedir.
Batılılar’ın “ehl-i kitab” kavramını unutturarak yerine “İbrahimî din” tabirini oturtmak istemeleri de sebepsiz değil. Şayet kitap kavramına vurguda bulunulmuş olsa, dolaylı olarak bizim de “kitab” ehli vasfını taşıdığımızı, Kur’an‘ın Allah’ın kelâmı olduğunu onaylamış olacaklar. Bu yüzden, o taraklarda hiç bezleri yok. Onun yerine, bu “kavramlar savaşı”nda cepheye “İbrahimî din” tabirini sürüyorlar. Zımnen bizim, Tevrat ve İncil üzerinden kendilerini taklit ederek Hz. İbrahim’e bağlandığımızı söylemiş oluyorlar. Bu abrakadabra ortamında onlar, gerçekte hanîf değilken, İbrahim’in (a.s.) dini ile bir ilgileri bulunmuyorken, el çabukluğu ve göz boyamacılık marifetiyle “İbrahimî din” mensubu oluyorlar, fakat biz onlar nezdinde ehl-i kitab olamıyoruz.
Onlar açısından fazlasıyla kârlı ve oldukça verimli bir işbirliği ve diyalog.

*
Batılılar’ın İslâm ülkelerine yönelik faaliyetlerinde sadece “diyalog” türü çalışmalarla yetindiklerini düşünmemek gerekir. Onların oryantalizm geleneğine dayalı büyük bir birikimi mevcut ve Müslümanlar’ın zayıf noktalarını çok iyi biliyorlar. Bu yüzden, Müslümanlar’ın saptırılmaya müsait oldukları zeminleri sabırla ve suhuletle genişletmeye uğraşıyorlar. Bu zayıf noktalardan birini ne yazık ki bozuk tasavvufî akımlar oluşturuyor. Nasıl sapık itikadî ekoller ve batıl fıkhî mezhepler varsa, sapık tasavvufî telakkiler de mevcut.
Ancak, tasavvufa meraklı olanlar genellikle, sahih-sapık tasavvuf ayrımı yapma duyarlılığından yoksun bulunmaktadırlar.
İkinci olarak, tasavvufu aşırı bir şekilde, doğru-yanlış demeden savunanlar, genelde itikaden mezhepsiz hale gelmekte fakat bunu fark edememektedirler. Buna örnek olarak İbnü’l-Arabî’nin itikadî görüşlerini gösterebiliriz. Bu görüşler hem Eş’arî hem de Matüridî mezhebi çerçevesinde savunulamaz durumda oldukları halde, onların buna aldırış etmedikleri görülmektedir. Bir yandan da kendilerini mesela Matüridî zannetmeye devam etmektedirler.

*
Batılılar’ın İbnü’l-Arabîciliği yaygınlaştırmak için tesis ettikleri kurumlardan biri, İngiltere’de Oxford’da 1977 yılında kurulmuş olan The Muhyiddin Ibn ‘Arabi Society. ABD’de, San Francisco Bay Area’de de bir şubeleri mevcut. ABD’deki şubesi vergiden muaftır ve kâr amaçlı çalışmaz. Yani para kazanmak dışında birtakım sosyal ve kültürel “uluslararası” amaçları mevcut. Bu kurumun 40’dan fazla ülkede üyesi var. Şu anki başkanı Grenville Collins. Kurum, Oxford’da bir de kütüphane oluşturmuş durumda. Burada yazmalar, mikrofilmler ve 12’den fazla dilde yayınlanmış kitaplar yer alıyor. Özellikle İbnü’l-Arabî hakkında çalışan akademisyenleri kurumlarına şeref üyesi yaparak teşvik etmektedirler. Yılda iki defa yayınlanan bir dergileri (Journal of the Muhyiddin ibn ‘Arabi Society) bulunmaktadır. 1984 yılından beri İngiltere’de her yıl bir sempozyum düzenlemekteler. Aynı şekilde ABD’de de 1987’den beri her yıl sempozyum düzenliyorlar. Dünyanın çeşitli ülkelerinden akademisyenleri bu alanda çalışmaya teşvik ediyor, onları sempozyum çerçevesinde bu alana yönlendiriyorlar. (Bkz.http://www.ibnarabisociety.org/)
Bütün bunları babalarının hayrına mı yapıyorlar?..
Bu kadar masrafın altına yok yere mi giriyorlar?..
Neden bir yandan Selman Rüşdi gibilerle, diğer yandan karikatür çirkinlikleriyle Peygamber Efendimiz s.a.s.’i iğrenç bir şekilde aşağılamaya çalışırken öbür yandan İbnü’l-Arabî için bunca fedakârlıkta bulunuyorlar?..
Amaçları, Müslümanlar’ın değerini takdir etmekten aciz kaldıkları (!) “velîlerin sonuncusu”nun (!) kadr ü kıymetinin anlaşılmasını mı sağlamak?
Evet, İslâm alimleri, Ebussuud Efendi’den İbn Âbidin’e, İbn Haldun’dan Said-i Nursî’ye kadar hep bu şahsın kitaplarının okunmasının caiz olmadığını söylemişler, fakat, Batılılar tam tersini yapmak gerektiğini düşünüyor ve bunu çok mükemmel bir şekilde gerçekleştiriyorlar.
Neden?..

(http://beyanname.blogcu.com/ibn-arabi-society-ve-dinler-arasi-diyalog/12487111)

(https://tavassut.wordpress.com/2014/04/23/ibrahimi-din-safsatasi-ibnul-arabi-ve-turkiyenin-saskin-cukur-odaklari/)

 

BU DÜNYA HAYATI ÇOK ZORLU, ÇOK ÇETİN, ÇOK AĞIR BİR İMTİHANDIR.. KARŞILIĞI DA AKLA HAVSALAYA SIĞMAYACAK ÖLÇÜDE BÜYÜKTÜR.. YA ÇOK BÜYÜK MÜKAFAT, YA DA KORKUNÇ VE ACI BİR AZAP.. ALLAHU TEALA PEYGAMBERLERİNİ VE KİTAPLARINI İŞ OLSUN DİYE GÖNDERMEMİŞTİR

 

MUHAMMED SURESİ, 47/24-33

 

24 – Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?

25 – Gerçekten doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönenlere şeytan, kötülüklerini güzel göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.

26 – Çünkü onlar Allah’ın indirdiğini beğenmeyen kimselere: “Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz.” demişlerdi. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyordu.

27 – Melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?

28 – Bu onların Allah’ı gazablandıran şeylere uymaları ve O’nun rızasına sebep olacak şeyleri beğenmemelerinden dolayıdır. Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.

29 – Yoksa kalplerinde hastalık olanlar Allah kendilerinin kinlerini hiç ortaya çıkarmaz mı sandılar?

30 – Ey Muhammed! Eğer biz dileseydik onları sana gösterirdik. Sen de onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki, sen onları sözlerinin üslubundan da tanırsın. Allah ise bütün yaptıklarınızı bilir.

31 – Andolsun ki, biz içinizden cihad edenlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi deneyeceğiz.

32 – Şüphesiz ki, inkâr edenler, Allah yolundan menedenler ve kendilerine doğru yol açıkça belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.

33 – Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.

 

 

“YA DEVLET BAŞA, YA KUZGUN LEŞE!” DİYEMİYORSAN, “SEN DÜNYA LİDERİSİN” DİYENLERİN GAZINA GELİP DÜNYA’YA MEYDAN OKUMAYACAK, ALLAH’TAN BAŞKASINDAN KORKMAMA EDEBİYATI YAPMAYACAKSIN. BÜTÜN BU BÜYÜK KONUŞMALARIN SENİ NEREYE GÖTÜRECEĞİNİ BAŞTAN ANLAYANLARA DA, ALLAH’TAN KORKUP, DİĞERLERİ GİBİ SANA YAĞ ÇEKMELERİ İÇİN DOLAYLI BASKI YAPILMASINA MÜSAADE ETMEYECEKSİN

“Kıyamazsan baş ve cana, uzak dur girme meydana
“Bu meydan içre nice başlar kesilir hiç soran olmaz!”

Seyyid Nizamoğlu

BU SESE KULAK VERİN!

Mahmut Toptaş

Mahmut Toptaş

27.06.2016

mahmut.toptas@milligazete.com.tr

Tarihe ak yazılar yazmanızı isterim

Son 25 yıl içinde yanıma gelip de “Filan bakanlıkta çalışıyorum” diyenleri bir gözden geçirdim.

Hemen hemen her bakanlıkta beni tanıyan biri veya bir kaçıyla görüşmüşüm de yalnız Dışişleri Bakanlığından bir tek kişiyle görüşmemişim.

Dışişleri Bakanlığını, televizyonlara çıkan emekli büyükelçilerden tanıyorum.

1974 yıllarında Lyon’da fahri konsolosun biz Türk işçilerine yaptığı zulümlerden biliyorum.

Bir de yine bir emekli büyükelçi olan İsmail BerdukOlgaçay’ın yazdığı “Tasmalı Çekirge” isimli hatırat kitabından, nasıl seçildiklerini, nasıl tayin edildiklerini, nasıl yönlendirildiklerini okudum.

Televizyonlara çıkanların onda dokuzunun da CHP’li olduğunu görüyoruz.

Bugünlerde İsrail’le girişilen ama dönüşü olmayan bir yola girildiğini muvafık ve muhalif basın-yayın organlarından öğreniyorum.

Karşılıklı elçi atamaları olsun, elçi, alçak koltuğa oturtulsun, bilemem belki monşerler için o durum şeref bile sayılır ama sakın NATO’ya alınmasına “Evet” denilmesin.

Milyarlarca dolarlık ticaret hacmi geliştirilsin, milyarlarca zararımız da olsun ama aman ha aman NATO’ya girmesine izin verilmesin.

Turizm geliştirilsin diyorsanız onu da yapın ama NATO’ya katılmasına göz bile kırpmayın.

“Size söyleyemediğimiz ama ülkemizin yararına olan birçok konuda onların da bize taahhütleri oldu” savunmaları geçersizdir.

Siyonistleri Rabbimiz bize tanıtıyor.

Tasmalı Çekirgelerin tanıtmasına “kulağımın birinden girip birinden çıkar” demiyorum, Rabbimin verdiği haber karşısında hiçbir şahıs, kurum veya kuruluşun haberi kulağımdan içeri giremez.

İki bin yıldır dünya üzerinde yurt tutamayan, vardığı her yerde cüzzamlı muamelesi gören bunların niçin böyle olduklarını haber verirken bütün insanlığı uyaran Rabbimiz:

155- Sözlerini bozmaları, Allah›ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksız yere nebileri öldürmeleri ve «Kalplerimiz kılıflıdır» demeleri sebebi ile lanet ettik. Hayır, onların küfürleri sebebiyle Allah, kalpleri üzerine mühür vurmuştur. Onlardan ancak çok azı  iman ederler.

156- Birde inkâr etmeleri  ve Meryem›e büyük bir iftira yapmaları sebebiyle lanet ettik.

157- «Allah›ın Rasülü Meryem oğlu İsa›yı öldürdük» demeleri sebebiyle (onları lanetledik). O’nu öldürmediler de asmadılar da. Ancak onlara benzetildi. O’nun hakkında ihtilaf edenler şüphe içindedirler. Zanna uymaktan başka onların hiçbir bilgisi yoktur. O’nu yakınen/kesin öldürmediler.

160- Yahudilerin zulmü ve Allah yolundan birçok kimseyi alı koymaları sebebiyle, onlara helal kılınan güzel ve temiz şeyleri haram kıldık.

161- Yasaklandığı halde faiz almaları ve batıl yollardan insanların mallarını yemeleri sebebiyle (de haram kıldık) kâfirler için acıklı bir azap hazırladık.” Diyor. (Nisa süresi ayet 155-161)

Bunları bu hale düşüren dokuz suçtan bahsediyor.

Önce Allah’a verdikleri sözü tutmamaları.

Allah’a verdiği sözü tutmayan bir adam, Allah’ın kullarına verdiği sözü hiç tutmaz.

Onun içindir ki bugüne kadar işgalci İsrail, Birleşmiş Milletlerde imzaladığı hiçbir sözü Filistin’de yerine getirmemiştir.

Bu konuda Sayın Bülent Ecevit’in sunuş yazısı yazdığı “”Belgelerle Filistin” isimli esere bakabilirsiniz.

Kitabın yazarı  Filistin Türkiye Temsilcisi olan RibhiHalloum’dur (Kod adı Ebu Firas).

Bu kitabında 1988 yılına kadar yapılan sözleşmelerin tarih ve metinleri var ama hiç birine uyulmadığını ve uymaya yaklaşmayan işgalcilerin sözlerini nakleder.

Sevgili Peygamberimize hakaret eden Danimarkalı karikatüriste destek veren Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine getirilmesine engel olmaya kalktık engelleyemedik.

Bari işgalci İsrail’in NATO’ya girmesini engelleyelim.

Tarih, yapılan yolları, açılan hastaneleri yazmaz.

Irak’ta Müslümanları öldürmeye gelen Amerikan ordusuna yapılan yardımları ve İşgalci İsrail’i NATO’ya kimlerin aldığını yazar.

(http://www.milligazete.com.tr/tarihe_ak_yazilar_yazmanizi_isterim/mahmut_toptas/kose_yazisi/30059)

KARANLIK GÖRMEK İÇİN ORTAÇAĞ’A GİTMEYE GEREK YOK, ODATV YAZARLARINA BAKMAK YETERLİ..

(BÜYÜK FRANSIZ DEVRİMİ’NİN FAZİLETLERİNDEN BAHSEDİYOR, HANGİ TARİHTE YAŞANDIĞINDAN BİLE HABERİ YOK)

 

Hasan SAĞLAM

 

Türkiye’deki solcuların temel özelliği, bilgiçlik taslamayı pek sevmeleri, edebiyat paralamaya düşkün olmaları ve Batı karşısında derin bir aşağılık duygusu içinde bulunmalarıdır denilse yeridir.

Bir dönem anti-emperyalist geçinmeleri de, samimiyetlerinden değil, bu aşağılık duygusundan kaynaklanıyordu.

Sonra Sovyetler Birliği dağıldı, ve bunlar Kemalizm‘in faziletlerini yeniden keşfetmeye başladılar.

Bununla birlikte, komünistliğin pek revaçta olduğu dönemlerden kalan düşünce şablonlarını tümden bir yana bırakmış da değiller.

Odatv.com‘da yazılarını yayınlatan Mümtaz İdil’in de bu tiplerden biri olduğu görülüyor.

“Numan Kurtulmuş’un pervasızlığı nereden geliyor” başlıklı bir yazı kaleme almış ve lafa şöyle başlamış: “Hiç lafı dolandırmadan söyleyeyim: Orta Çağ karanlığına doğru hızla gidiyoruz.” (http://odatv.com/numan-kurtulmusun-pervasizligi-nereden-geliyor-2606161200.html)

Bu kadar büyük palavra savuran bir adamın “örnek”leri de aynı kalite ve kalibrede olacak tabiî ki. İkinci cümlesi şöyle: “Binlerce örnek var bu konuda.”

Onlarca değil, yüzlerce değil, binlerce…

Üçüncü cümle, bu binlerce örnekten birini veriyor: “En son da Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde öğretim görevliliği yapan Eyüp Çavuşoğlu adındaki zat, İstanbul’da meydana gelen 4.4 şiddetindeki depremin oruç tutmayan ve namaz kılmayanlar yüzünden olduğunu söylemiş.”

Eyüp Çavuşoğlu, aslında yanlış konuşmuş.. Çünkü, depremin oruç tutmayan ve namaz kılmayanlar yüzünden mi, yoksa faizcilikten dolayı mı, veya fuhşun yaygınlaşmış olmasından mı, yahut içki ve kumar gibi illetlerin çoğalmasından mı ileri geldiğini bilemezsiniz.

Genel olarak günahlar yüzünden olduğunu söylemek mümkün olabilir, fakat “Şu günahtan dolayıdır” demek, gaybı taşlamaktır, boyundan büyük konuşmak ve haddini bilmemektir.

Bununla birlikte, günahlarla felaketler arasındaki ilişkiyi inkâr etmek de, Ortaçağ karanlığı değil, ilkçağ şirki ve küfrüdür. Çünkü, ilkçağ ve ortaçağ karanlığı içindeki kâfirler, peygamberlerin bu yöndeki bildirimlerine karşı çıkıyorlardı. Mümtaz İdil gibi beyni karanlık ve küflü tipler Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkmış değiller.

Mümtaz İdil adlı karanlık şahıs, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Yakışır… 17 Ağustos depremi de Gölcük’teki ‘dinsizler’ yüzünden başımıza gelmişti ve muktedirler o ‘dinsizleri’ Silivri’de yola getirmişlerdi.”

Gölcük’teki depremin kim ya da kimler yüzünden başımıza geldiğini bilmiyorsam da, depremin merkez üssünün Gölcük Donanma Komutanlığı’nın tam altı olduğunu, Ahmet Mete Işıkara’nın Cumhurbaşkanı Demirel’e verdiği brifingten dolayı biliyorum. Televizyondan izlemiştim.

Deprem onlara yakışır mı, yakışmaz mı, bu konuda ben birşey söylemeyeyim.

Mümtaz İdil adlı şahıs, yukarıdaki ifadelerinin ardından, damdan düşer gibi bir başka makamdan gazel okumaya başlıyor. Şunu söylüyor: “1871 Paris Komünü, Fransa’da olduğu kadar tüm dünyada da özellikle bazı ‘aydınlar’ arasında korkuya neden oldu.”

Bunlardan biri Gustave Flaubert’miş.

Mümtaz gibi tipler, komünist kelimesi komünden türediği için, komünü pek severler.

Komünün hizmetlerini de sayıyor: “… Paris Komünü, Fransız burjuvalarını ve aristokrat aydınlarını çok tedirgin etmişti. Zira Komün, kimi burjuva heykel ve antıları ortadan kaldırırken, birçok burjuvanın da kellesini almıştı.”

Şimdi, Türkiye’de birileri ahlâksızca diye birtakım “sanat” eseri heykel ve anıtların yıkılmasını istediğinde, bu, Ortaçağ karanlığı oluyor. Fakat benzer birşeyi Paris Komünü yapınca devrimcilik ve ilericilik haline geliyor.

İşte bu, Odatv kafası ya da kafasızlığı..

Bunlar, “kelle almaya” da aslında pek meraklıdırlar. İnsancıl geçinirler ama, farklı bahislere daldıklarında, içlerindeki ilkçağ ilkel canavarı hortlar.

Şimdi gelelim, Fransız İhtilali’inden, Paris Komünü’nden, Ortaçağ karanlığından filan bahsedip bilgiçlik taslayan Mümtaz’ın aslında nasıl boş kafalı ve zır cahil olduğunu gösteren bir ifşaatına..

İfadeleri aynen şöyle: “Flaubert’in korktuğu da başına geldi. Sekiz yıl sonra Büyük Fransız ihtilali gerçekleşti ve Fransa, Amerikan İnsan Hakları Bildirisi doğrultusunda tüm dünyada ‘birey hakları’ kavramının gelişmesine katkıda bulundu.”

Paris Komünü, 1871’de ortaya çıkmış ve Mümtaz’a göre, bundan sekiz yıl sonra, yani 1879’da Fransız Devrimi gerçekleşmiş..

Millete Fransız Devrimi’nin faziletlerini anlatan adamın bilgi düzeyi işte bu.. 90 sene önce, 1789’da yaşanan olayı, Paris Komünü’nden sonraya getiriyor.

Kısacası, Mümtaz İdil gibiler ve Odatv.com türü yayın organları, Ortaçağ’ın değil, günümüzün karanlığını, cehaletini ve densizliğini temsil ediyorlar.