ATATÜRK: İNGİLİZLER’LE ANLAŞMAK LÂZIMDIR..

VAHİDEDDİN: MEMLEKETİ KURTARMAK LÂZIMDIR..

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 8)

*

*

Konumuz, “yalanların efendisi” ulu yalan Atatürk‘ün TBMM’nin açılışı münasebetiyle 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşma..

Bu konuşmada Sait Molla‘dan coşkuyla söz ederken, onu yöneten (İngiliz İstihbaratı‘nın İstanbul şefi) Rahip Robert Frew‘un adını bile anmadığını görmüştük.

Üstelik, Sait Molla’nın Frew’a yazdığı mektuplar elinde olduğu halde.

Ayrıca, İstanbul’dayken bu ajan Frew’la birkaç kez görüşmüş olduğunu, yani Sait Molla ile ortak noktalarının bulunduğunu, aynı taraklarda bezinin olduğunu da öğrenmiştik.

*

Bunun yanı sıra, acemi bir yalancı olmasından değil, yalancılığın doğası izin vermediğinden dolayı kendi kendisini yalanlayan “Frew’la sadece bir kez görüştüm, ikinci bir görüşme talebini kabul etmedim; Frew’la bir iki kez görüştüm; Frew’un benimle niçin görüştüğünü hâlâ anlayabilmiş değilim” gibi aklı başında bir insandan beklenmeyecek çelişkili açıklamalar yaptığına muttali olmuştuk.

Daha kötüsü, 1927’de irat ettiği mahut Nutuk‘unda, İngiliz Gizli Servisi’nin Osmanlı ülkesindeki en üst düzey yöneticisi Frew’u basit bir maceraperest (sergüzeşt-cû) gibi göstererek, İngiliz İstihbaratı’nın uluslararası operasyonlarını macera arayan sıradan bir şahsın kişisel fantezisiymiş gibi yutturmaya çalıştığını öğrenmiştik.

Ve bu ahmaklık görüntüsünün altında, kendisinin de aynı operasyonların bir piyonu (fakat başroldeki piyonu) olduğunu saklamaya yönelik bir kurnazlığın yer aldığını ortaya koymuştuk.

Son olarak da, Padişah Vahideddin’e Anadolu’dan gönderdiği (dalkavukluk, yağcılık, tabasbus, yaltaklanma şaheseri) bir telgraf metni çerçevesinde, Anadolu’da görevlendirilmesi konusu üzerinde durmuştuk.

*

Bir önceki yazıda kaldığımız yerden devam edelim.

Ulu yalan Atatürk, TBMM’nin açılışında yaptığı konuşmada, Padişah Vahideddin’le Yıldız Sarayı’nda yaptığı görüşmeden bahsediyor.

Bu görüşmede aldığı talimat doğrultusunda vatanın kurtuluşu için çalışmakta olduğunu bildiriyor.

Gel gör ki, yedi yıl sonra, kendisini putlaştırmaya hazır köle ruhluların huzurunda irat edeceği meşhur Nutuk‘unda bu görüşmeden (işine gelmediği için) tek bir kelime ile bile bahsetmeyecektir.

Fakat, “sofra”sının müdavimlerinden Falih Rıfkı’ya anlatma gafletinde bulunmuş.

Onun naklettiğine göre, kendisine “Paşa paşa, memleketi kurtarabilirsin!” diyen Padişah’ın bu sözleri üzerine içinden şöyle düşünmüşmüş:

Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: …

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul: Sena Matbaası, 1980, s. 173)

Vahideddin için, “Bütün yaptıklarından pişman mı idi?” diyor.

Neydi bütün yaptıkları, İngiliz’le mütareke (ateşkes) yapmak mıydı?

Halbuki, Suriye cehpesinde İngiliz’in önünden ardına bakmadan kaçarak Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı açısından yenilgiyle sonuçlanmasına neden olan defolu kahraman ulu yalan Atatürk, bu firarının ardından (veliahtlığından beri samimiyet kurduğu, yaveri olduğu) yeni padişah Vahideddin’e telgraf göndererek İngiliz’le barış yapılmasını (yani İnrgiliz’in karşısında teslim bayrağı çekilmesini) istemiş durumdaydı.

Telgrafın metnini aktaran, samimi arkadaşı Rauf Orbay.. Okuyalım:

Seryaver Hazret-i Şehriyarî Naci Beyefendi’ye [Padişah hazretlerinin başyaveri Naci Beyefendi’ye]

(Gayet mahremdir)

“Talat Paşa Kabinesi’nin [bakanlar kurulunun] mefluç bir halde, Tevfik Paşa Hazretleri’nin de muayyen bir kabine teşkilinde müşkülata maruz bulunmakta olduğunu haber alıyorum. Ordular [savaşma] muharebe kudretinden mahrum ve zaten mevcut kuvvetler müdafaadan aciz bir hale getirilmiştir. Düşman hergün daha müsait ve ezici şartlar ihraz etmektedir. Müttefıkan [Almanlar’la birlikte] olmadığı takdirde münferiden [Osmanlı Devleti olarak tek başına] ve behemehal sulhu takarrur ettirmek [her ne olursa olsun barışı sağlamak] lazımdır. Bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır. … Muhterem Padişahımıza olan sadakat ve merbutiyetim [bağlılığım] ve vatanımın temin-i selameti itibariyle arzederim ki, sadaretin Tevfik Paşa Hazretlerine tevcihi ve müşarünileyhin de esası Fethi [Okyar], Tahsin, Rauf [Orbay], [İsmail]Canbolat, Azmi, Şeyhül’islam Hayri ve acizlerinden [yani Mustafa Kemal] mürekkep bir kabine [oluşan bir bakanlar kurulu] teşkil etmesi zaruridir. … Münasip ise bu zevatın Şevket-meap Efendimize [bu kişilerin Padişah efendimize] arzını rica ederim.”

15 Ekim, 1918

Fahrî Yaver-i Hazret-i Şehriyarî [Padişah hazretlerinin onursal yaveri]

Mustafa Kemal

(Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni -Siyasî Hatıralarım-, C. 1, İstanbul: Emre Y., 1993, s. 71-2.)

Telgrafı 15 Ekim 1918 tarihinde (Samsun’a çıkıştan yedi, evet sadece yedi ay önce) çekmiş..

O sırada Vahideddin, sadece üç (rakamla 3) aylık (yıl değil) padişahtır.

Vahideddin’in “bütün yaptıkları” bu muydu? Ulu yalan defolu kahraman Atatürk‘ün “N’olur İngiliz’e teslim olalım, canımıza tak etti, dayanamıyoruz, şimdi ağlayıp zırlayacağım, höngürt de höngürt” makamından çektiği telgrafına göre hareket etmesi miydi?

*

Evet, utanmaz adam, “Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı?” diye güya kendisine sormuşmuş..

Bunu diyen adam, Kasım 1918’de Minber ve Vakit gazetelerinde, “İngilizler’in her istediğini yapalım, onlarla mutlaka anlaşalım, bizim için onlardan daha hayırhah (hayrımızı isteyen) dost yoktur” şeklinde demeçleri yayınlanmış adam:

“İngilizlerin Osmanlı milletinin hürrryetine ve devletimizin istiklâline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında, yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin, İngilizlerden daha hayırhah (hayrımızı isteyen) bir dost olamayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları (duygulanmaları) pek tabiidir.” (Minber, 17 Kasım 1918)

İngilizler söz konusu olduğunda çok “duygulu” adam vesselam..

Dost canlısı..

“Hükümetimizle mütareke akdeden (ateşkes yapan) devletlerin ve bu devletler namına mütareke şartnamesini yapan Britanya (İngiltere) hükümetinin Osmanlılara karşı olan hüsnüniyetlerinden (iyi niyetlerinden) şüphe etmek istemem. Eğer mezkur şartname ahkamının tatbikatında suitefehhümü mucip olacak (hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlamayı gerektirecek) cihet görülüyorsa bunun sebebini derhal anlamak ve muhatablarımızla (İngilizler’le ve müttefikleriyle) anlaşmak lazımdır. Bittabi bu vazife (görev) hükümetlere terettüb eder (düşer). Benim bildiğime göre hükümetimiz bu babda icab eden teşebbüsatta (girişimlerde) bulunmuş ve bulunmaktadır.” (Vakit, 18 Kasım 1918)

Vahideddin’in “bütün yaptıklarından” bahseden adam (Kendisi gibi bir İngiliz ajanına bu derece güvenmek dışında ne yapmış idiyse?), bunları diyen utanmaz..

İngiliz’le savaşmayalım, ille de barış yapalım diye yırtınan, “Onlarla anlaşmak lâzımdır” diyen şahıs..

(Bu yaptıklarının namussuzluk olduğunu düşünüyor olacak ki, sonradan Kâzım Karabekir’e “Namussuz olalım” diyecektir: Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! … Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz.” Bkz. Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, İstanbul: UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, 1999, s. 84.)

*

Vahideddin buna “Paşa paşa, memleketi kurtarabilirsin!” diyor, bunun için de Van’dan Ankara’ya kadar memlekette istediği gibi at koşturabileceği şekilde olağanüstü yetkiler veriyor, onu adı konulmamış Anadolu genel valisi yapıyor, bu da, Vahideddin’in sözleriyle, içinden (Falih Rıfkı’nın naklettiğine göre) “Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim” diyerek dalga geçiyor.

Evet, biri, medyaya “Muhataplarımızla (İngilizler ve müttefikleriyle) anlaşmak lâzımdır” diyor.

Diğeri “Memleketi kurtarmak lâzımdır” diyerek planlar yapıyor, adam görevlendiriyor.

Sonuç şu: İngilizler’le onların istihbarat şefi Robert Frew vasıtasıyla anlaşan ulu yalan Atatürk, bizzat İngilizler’in eliyle Vahideddin’i vatandan süpürüp attı.

*

Mareşal Ahmet İzzet Paşa olayı şöyle yorumluyor:

“M. Kemal Paşa, istediği kadar Padişah’ın özel memuru olarak bu işe başlamış olduğunu inkâra savaşsın. Benim bu hususta kanaatim sağlamdır. Çünkü kendisine verilen yetki, şimdiye kadar hiçbir faniye nasip olmamış bir genişlikteydi. Kendi teftiş dairesindeki askeri kıt’alardan başka komşu kolordulara ve bütün Anadolu vilayetlerine emri geçerli olacak, memurları istediği gibi görevinden alacak veya tayin edecektir.

Benim bildiğim Babıali (Başbakanlık) bu gibi işlerde, özellikle askerlerin yöneticileri hükmü altına alması meselesinde çok kıskançtır. Hele gurur ve kıskançlığı delilik derecesinde olan (Damat) Ferit Paşa’nın Sadaret (sadrazamlık/başbakanlık) makamında (bile) olmayan yetkileri başkasına bahşetmek istemesi, doğal olmayan bir durumdur. Bu tarihlerde eski politikasının ilkelerini değiştirerek güya halka hoş görünmek ve güven vermek için, Tevfik Paşa’yla benim kabinelerimizin (bakanlar kurulumuzun) seçtiği ve tayin ettirdiği on iki nezaretsiz (bakanlıksız) bakanın katılmasıyla oluşturulan kabinenin içinde ben de vardım. Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişliğe tayinini içine alan ve yetkilerini belirleyen belge görüşülüp tasdik olunmak üzere Vükela Meclisi’ne (Bakanlar Kurulu’na) verildiği tarihten bir hafta on gün önce Paşa fermanını, yetki mektubunu taşıyarak hareket etmiş bulunuyordu.

Bu haller açıkça gösterir ki bu memuriyet resmî hükümetin değil, Padişah‘ın düşüncesinin ürünü ve tedbirinin eseridir. Babıali ve Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Saray’dan aldıkları işaretle bunu uygulamaya koymuşlardır.

Fakat bu gerçeğin gizlenmesi, M. Kemal Paşa’ca olduğu kadar, sinsi Padişah’ca da gerekliydi. (Mustafa Kemal) Paşa, büründüğü esrarlı kisveye, gelecek için beslediği emeller ve hayallere uymaması yönünden (yüzünden) Saray’a bağlılığını gizlemek, memur ve mensubu olduğu hükümdara karşı işlediği iğfal (aldatma), sözünden cayma, küfran-ı nimet gibi basitlikleri halkın gözünden saklamak, hiç olmazsa hafifletmek istiyor, Padişah da ne şekilde olursa olsun, bir kimse tarafından aldatılmış olmayı (aldatıldığını itiraf etmeyi) kibrine yediremiyor, bir yandan da yabancılarca el altından [onlara] oyun yapmak istediğinin anlaşılmasından korkuyordu.

(Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C. 2, İstanbul: Nehir Y., 1993, s. 214.)

Mareşal, ulu yalan Atatürk’ün manevî fotoğrafını çok güzel çekmiş:

Gizli gündem ile, takiyye ile gelecek için emeller ve hayaller kurmak..

Saray tarafından görevlendirildiğini gizlemek için lafları eğip bükerek kıvırmak..

Padişah’ı iğfal edip (gaflete düşürüp) aldatmak..

Sözünden caymak.. (İngilizler’e verdiği sözlerden, onlardan tırstığı için caymadı, cayamadı.)

Küfran-ı nimet.. (Sadece Padişah’a karşı olsa neyse, kendisini Ali Rıza ile Zübeyde’nin çocuğu olarak yaratan Allahu Teala’ya karşı küfran-ı nimette bulundu.)

*

(Devamı için bakınız:

Yorum bırakın