DİNDARLIK İSTİSMARI

*

Dinci=OUT, Dindar=IN (dinci kim, dindar kim?) - Abdussamet Öztan - YouTube
DİN, DİNCİLİK, İSLAMCILIK, MEZHEP, MEZHEPÇİLİK VE MEZHEBİN DİNDEKİ YERİ –  tenbih
AK Parti' nin Dinci Olmadığını Niçin En İyi ABD bilir? | Meridyen Haber
تويتر \ Suna Varol على تويتر: "Erdoğan: "İsrail'e ihtiyacımız var"  dediğinde AKP'li Ömer Çelik: "İsrail Devleti ve İsrail halkı Türkiye'nin  dostudur" dediğinde şaka yapmıyorlardı. İsrail ne yapıyorsa onlar da  aynısını yapıyorlar. #CamilereEşZamanlıBaskın
Onlar artık İslamcı değil laik - Siyaset - ODATV
Temel Karamollaoğlu: Ben İslamcı değilim
MUSTAFA İSLAMOĞLU / ARTIK İSLAMCI DEĞİLİM - YouTube

*

İSLAM DAVASINI “DİN İSTİSMARI” DİYE YAFTALADILAR..

ÇIĞIRINDAN ÇIKARMAK, EHLİLEŞTİRİP YOZLAŞTIRMAK İÇİN ELLERİNDEN GELENİ YAPTILAR..

BAŞARILI DA OLDULAR, OLUR OLMAZ HER YERDE DİNCİ/İSLAMCI OLMADIĞINI MİLLETİN GÖZÜNE SOKAN “DİNDAR” TİPLER TÜREDİ..

BÖYLECE, DİN İSTİSMARI İFTİRASININ DEVRİ KAPANDI, “DİNDARLIK İSTİSMARI” ŞEKLİNDE GERÇEK DİN İSTİSMARI ORTAYA ÇIKTI

*

Bediüzzaman Said Nursî’nin (rh. a.) Sünuhat adlı kitabındaki şu ifadelerinin çokça istismar edildiğini görüyoruz:

Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”

Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik [etken, motivasyon kaynağı, güdü, saik], aşk-ı İslamiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih [tercih ettirici], siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi [aşk-ı İslamiyet ve hâmiyet-i diniye için yapılan dinci, dine bağlı siyaset] hata da etse, belki ma’fuvdur [afvolunur]. İkincisi [sureta/görünüşte dindar, gerçekte ise esas itibariyle din dışı, dincilikle ilgisi olmayan, kişisel siyasî emellere, siyasetten nemalanma merakına ve taraftarlık/grupçuluk/zümre dayanışması/taassubuna dayalı siyaset] isabet de etse, mesuldür.”

Denildi: “Nasıl anlarız?”

Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin [samimi dindar] muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, [onun] muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun [genelin] mâl-ı mukaddesi [kutsal varlığı] olan dini, inhisar [tekelcilik] zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette [dışarda kalan büyük çoğunlukta] dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla [dini] nazardan {gözden, itibardan] düşürmek ise, [bunun] muharriki tarafgirliktir.

Mesela, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf [olup] düşeceğini [yere düşeceğini] hissederken, elindeki Kur’an’ı kavîye [dövüştüğü kuvvetli şahsa] uzatmakla [Kur’an’ı muhafaza etsin diye] himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Ta [Kur’an kendisiyle] beraber çamura düşmesin, [zayıf kişi, böylece] Kur’an’a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur’an’ı, Kur’an olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına [kendisini korumak için Kur’an’ı] siper etse, himayet [koruma] damarını tahrik etmeye bedel [harekete geçirmek yerine], [karşısındakinin] hiddetini celb eder. Kur’an’ı kavî bir hâdimden [hizmetkârdan] mahrum bırakmakla [şuna sebep olursa, Kur’an], zayıf bir elde [elin sahibiyle] beraber yere düşerse, o, Kur’an’ı kendi nefsi için sever [seviyor] demektir.

Evet, dine imale etmek [meylettirmek] ve iltizama [tutunmaya] teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle [hatırlatmakla] dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfi [olumsuz] tarzda istimal edilmez [kullanılmaz]. Otuz sene halife olan bir zat [Sultan Abdülhamid tarafından Şeriat], menfi siyaset namına istifade [aracı] edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”

Bediüzzaman’ın son paragrafta yer alan tespitleri, pekçok boyutu ve parametreyi devre dışı bırakıp olayı tek bir açıdan yansıtması bakımından tartışılmayı (mihenge vurulmayı) hak etmekle birlikte, ilk paragraftaki ifadelerinin önemli olduğunu kabul etmek gerekir.

(Bununla birlikte, “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin [samimi dindar] muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, [onun] muharriki siyasetçiliktir” şeklindeki ifadesi, yanlış yorumlanmaya ve istismara elverişli.. Bediüzzaman’ın düşüncesinde “şahs-ı manevî” kavramı önemli bir yer tutar. Toplulukların da bir şahs-ı manevîsi vardır. Hadîs-i şerîfte, “bir topluluğun karartısını çoğaltanların onlardan sayılacağı” belirtilmiştir. Yani burada salt kişisel dindarlık, tercih için yeterli olmaz, tarafların içinde yer aldıkları grupların şahs-ı manevîsi ve savundukları dava da hesaba katılır. Şayet dindar muhalif din düşmanı bir topluluğun içinde yer alıyorsa, onun da, içinde bulunduğu topluluğu terk etmek gibi bir yükümlülüğü vardır. İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki: ‘Ne işte idiniz?’ Onlar da: ‘Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik.’ deyince, melekler bu sefer şöyle dediler: ‘Peki Allah’ın dünyası geniş değil miydi? Siz de orada hicret etseydiniz ya?’ İşte onların durağı cehennemdir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!”(Nisa, 4/97) “İman edip, hicret edenler, malları ve canları ile Allah yolunda cihat edenler, barındırıp yardım edenler; işte onlar birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar onların velayetinden size bir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, onlara yardım etmek üzerinize borçtur. Ancak aranızda anlaşma bulunan bir halkın aleyhine olursa, o bu hükmün dışındadır. Allah, yaptığınız her şeyi görmektedir.” (Enfal, 8/72)

Merhum Bediüzzaman’ın verdiği “kavga ve Kur’an” örneği de, vermek istediği mesaj için çok uygun bir benzetme değil. Burada, kavî/kuvvetli muhatabın Kur’an‘a saygı duyduğu varsayımı mevcut. Yani her iki taraf da Kur’an‘a saygı duyuyor. Ancak bu çağda, yere düşmesin diye eline verilecek Kur’an‘ı hakaret olsun için tutup mezbeleliğe atacak “kavî” düşmanlar da mevcut.

*

Maksadımız merhum Bediüzzaman’ı tartışmak değil. Asıl dikkat çekmek istediğimiz nokta başka.

Herşeyden önce, Bediüzzaman, din namına siyaset yapmayı “mutlak” olarak reddetmiyor.  Aşk-ı İslamiyet ve hâmiyet-i diniye şartına bağlıyor.

Yani, muharrik, insanı harekete geçiren asıl etken, kişisel ihtiraslar, makam, mevki, şöhret, iktidar hırsı ve para sevdası olmamalıdır.

Artı, din namına siyaset yapanlar (modern/yapay kabilecilik/aşiretçilik anlamına gelen) tarafgirlik ve grupçuluk/cemaatçilik/particilik yapmamalıdırlar.

Kendi grubundaki/cemaatindeki/partisindeki fasığı, mütedeyyin/dindar muhalifine tercih etmemelidir.

Dini kendi tekelinde görüp, kendisinin yanında yer almayı müslümanlığın şartı haline getirmemelidirler.

Bediüzzaman’ın bu ifadelerini, aşk-ı İslamiyet ve hamiyet-i diniye şartını bir tarafa bırakarak, “Din adına ya da din için asla siyaset yapılmamalıdır” şeklinde yorumlamak ise, ya kıt akıllılıktan ya da (derin devlet usulü) maskeli din düşmanlığından ileri gelebilir.

Ülkemizde kıt akıllılık da, din düşmanlığı da mebzul miktarda mevcut..

*

Şayet Bediüzzaman “Din namına meydana çıkmak lâzımdır” diyene, “Hayır, lâzım değildir, olmasa da olur” deseydi, yoldan çıkmış olurdu.

Öyle demiyor. “Evet, lâzımdır” diye cevap veriyor.

Günümüze gelince…

Bediüzzaman’ın talebesi olma iddiasıyla ortaya çıkmış kişilerin, tam da böyle konuştuklarını “Lazım değildir” düşüncesini savunduklarını görüyoruz.

Mesela Yeni Asya‘cıların lideri merhum Mehmet Kutlular’ın “İşte Hayatım” adlı otobiyografisinde konuyla ilgili olarak yazdıklarının özeti bu. (Ancak, din namına değilse de, Nurculuk namına siyaset yaptılar, meydana çıktılar. Nurculuk da sonuçta bir dinî hareket olduğu için, onların yaptığı da “din namına siyaset” haline geldi. Bunun sonucu olarak da, kendileri gibi hareket etmeyenleri “siyaset” değil “din” açısından eleştirdiler. “Ol mahiler ki derya içreler, deryayı bilmezler” mısraı balıklar için doğru mudur, yanlış mıdır, bilemem, fakat “siyasal Nurculuğun” durumunu çok iyi özetlemektedir.)

Anlayamadıkları şu: “Lazımdır” diyerek yola çıkanların kırdıkları potlar, “Lazım değildir” anlayışının savunulmasının mazereti olamaz.

*

Evet, din adına siyaset yapma iddiasıyla meydana çıkanların, Bediüzzaman’ın dile getirdiği vartalara düştüklerine şahit olduk..

Daha kötüsü de oldu.. Bazıları, dindar olduklarını fakat dinci siyaset yapmadıklarını söyleyerek ortaya çıktılar.. “Din”in adını da koydular, bağıra çağıra İslamcı olmadıklarını ilan ettiler.

Böylece, dolaylı biçimde, aslında iktidar, güç, makam, mevki, şöhret ve servet için siyaset yaptıklarını itiraf ve ikrar etmiş oluyorlardı.

Aynı zamanda da dindar olduklarını söylüyorlardı.

*

Peki, dindar oldukları halde kendilerinde neden din adına ya da din için siyaset yapmalarını sağlayacak bir aşk-i İslamiyet ve hamiyet-i diniye yoktu?

Din istismarı yapmadıklarını söylüyorlardı fakat dindarlık istismarı yapıyorlardı.

Dindar olduklarını gözümüze sokuyorlardı.

Böylece, dolaylı olarak (dertlerinin din olmadığı kendi ikrarlarıyla sabit olduğu için) din istismarı yapmış oluyorlardı.

*

Ve, başkalarının kendilerini dindar ve dine hizmet eden insanlar olarak görmelerini, bu noktadan asla eleştirmemelerini istiyorlardı.

Yani, din adına ya da din için siyaset yapmıyorlar, fakat “İstemez, yan cebime koy!” kabilinden, onların din için ya da dinin yararına siyaset yaptıklarının kabul edilmesini istiyorlardı.

Daha açık bir ifadeyle, külfetsiz nimet, zahmetsiz hasat peşindeydiler.

Devekuşu politikası güdüyorlardı.. Uçmaları istenilince deve, yük taşımaları istenilince de kuş oluyorlardı.

Onları din açısından sorguladığınızda, “Biz din adına ortaya çıkmadık ki…” diyorlardı..

Bunlar din adına ortaya çıkmadılar.. Aslında dertleri din değil” dediğinizde de, buna razı olmuyor, onların “kerameti kendinden menkul” “dindar”lıklarının öne çıkarılmasını, kutsanmasını ve onaylanmasını istiyorlardı.

*

Onları din adına eleştiremezdiniz.. Tam aksine, sizin kendi dindarlığınızı onlarınkine endekslemeniz gerekiyordu..

Din adına ortaya çıkmadıklarını söyledikleri halde, dini kendi tekellerine alıyor, kendilerine din adına hesap sorulmamasını sağlayacak şekilde, kendi “dindarlık”larını herkese “standart” olarak kabul ettirmek istiyorlardı.

Yola, “Din adına siyaset yapmıyoruz” diyerek çıkmışlardı. Fakat dönüp dolaşıp, “Aslında dinin, tam da kendilerinin uyguladığı siyaseti gerektirdiğini” söyleme noktasına geldiler. (Siyasal Nurculuk da aynı hastalığa yakalanmakta gecikmedi. Salgın çünkü.)

Birtakım ilahiyatçı, fıkıhçı vs. bilinen TSE damgalı isimler, bin dereden su getirerek bu iddianın doğruluğunu kabul ettirme çabası içine girdiler.

Hz. Ömer’in ifadesiyle, yaşadıkları gibi inanmaya başladılar.

İlkesiz, dönek, kaypak ve fırıldak yaşamları, inançları haline geldi.

Manzara bundan ibaret..

BATILI GÖZÜYLE İSLAM VE İSLAMCILIK

 

Dr. Seyfi Say

 

Baştan söyleyelim: Türkiye’deki İslamcılık karşıtlığı ve İslamcılık eleştirisi gerçekte oryantalist bakış açısının ürünüdür.

Nasıl “modernist ilahiyatçılar” ilhamlarını Batılılar’dan almışlarsa, kendilerini Ehl-i Sünnet savunucusu zanneden “ne yaptığını bilmez” taife de, bazı konularda Batılılar’ın izinde yürümektedirler.

Bunların savunageldikleri, “İslam bir dindir, ideoloji değildir” safsatasını icat edenler de Batılılar’dır.

Batılılar, Müslümanlar arasındaki geleneksel fay hatlarının (Şiîlik-Sünnîlik, sufîlik-Vehhabîlik vs.) yeterli olmadığını gördükleri için, bu defa İslam-İslamcılık çatışmasını (ya da kültürel İslam – siyasal İslam karşıtlığını) icat etmiş bulunuyorlar.

John Calvert, İslamcılık (Islamism) kavramıyla neyi kastettiklerini şöyle açıklamaktadır:

 

“Batılı gözlemciler, çağdaş dönem İslamî diriliş olgusuna işaret etmek üzere bir dizi tabir kullandılar: Bunların en yaygın olanlarından biri İslamî köktendinciliktir. Diğer terimler ise siyasal İslam, İslamî dirilişçilik, İslamî radikalizm ve (daha tartışmalı biçimde) İslamo-faşizmdir. Her ne kadar bu terimlerin hepsi de söz konusu olgunun bir yüzünü aydınlatmakta başarılıysa da, hiçbiri manayı tam yansıtmamaktadır. Daha iyi bir terim, bilim adamları ve gazeteciler tarafından giderek artan biçimde benimsenen İslamcılık’tır (Islamism). İslamcı oluşumlar, diğer modern dönem izm’lerinde, mesela komünizm ve faşizmde görüldüğü gibi, dünya sorunlarının hepsine çözüm sunma iddiasında bulunan dogmatik bir bakış açısına sahiptirler…. Bununla birlikte, bizim İslamcılar olarak adlandırdığımız insanlar, kendilerini tanıtmak için bu adlandırmaya başvurmazlar.” (John Calvert, Islamism: A Documentary and Reference Guide, Westport, CT, 2008, s. 1)

 

Donnald K. Emmerson ise, İslamcılığı şöyle tanımlamaktadır:

 

“İslamcılık nedir? İyi bir tanım, İslam ve Müslümanlar üzerine bilimsel araştırmalar yapan çok tanınmış bir isim, James Piscatori tarafından yapılandır: İslamcılar, İslamî hedefler listesi olarak gördükleri şeyi hayata geçirme amaçlı siyasal faaliyete kendilerini adamış müslümanlardır.” (Donnald K. Emmerson, “Inclusive Islamism: The Utility of Diversity”, Islamism: Contested Perspectives on Political Islam içinde (17-32), ed. Richard C. Martin ve Abbas Barzegar, Stanford, 2010, s. 27.)

 

Bernard Platzdasch ise, İslamcılığı, “siyasal bir ideoloji olarak anlaşılan ve sunulan İslam” olarak tanımlamaktadır. Bu düşüncesini şu şekilde temellendirmektedir:

 

“İslamcılığın temel gündemi, devlet için, Şeriat’in (İslamî yasaların) yürürlüğe konulması ve İslamî ilkelerin yüceltilmesi yolunda aktif hale gelmektir. Bazı İslamcılar, nihai hedef olarak uluslarüstü bir hilafetin yeniden kurulmasını savunmaktadırlar.” (Bernard Platzdasch, Islamism in Indonesia: Politics in the Emerging Democracy, Pasir Panjand, 2009, s. xvi.)

 

Emmerson’un ifadeleri, Batılılar’ın “müslüman” (müslim) kelimesini Kur’an’daki (bir başka deyişle İslam’a göre ifade ettiği anlam çerçevesinde) anlamadıklarını ortaya koymaktadır. Onların din tanımı da, Hz. İsa’nın tebliğiyle fazla bir ilgisi kalmamış bulunan Hristiyanlığa aittir. Nitekim Max Farrar, bir “İngiliz araştırma raporu”nun İslamcılığı şu şekilde tanımladığını ifade etmektedir:

 

“Anahtar ilkeleri şunları içeren bir siyasal ideolojidir: İslam’ın bir din değil, bütüncül bir sosyo-politik sistem olduğu inancı, ilahî devlet yasası olarak Şeriat (İslam) hukukunun savunulması, Müslümanlar’ın ümmet olarak bilinen uluslarüstü topluluğununsiyasal bir blok olarak birleşmesi gerektiği inancı.” (Max Farrar, “Islamism and Terror”, Islam in the West: Key Issues in Multiculturalism içinde (216-238), ed. Max Farrar, Simon Robinson,Yasmin Valli ve Paul Wetherly, s. 217.)

 

Yani Batılılar, İslam’ın bir din, İslamcılığın ise bir ideoloji olduğunu söylerken, Kur’an ve Sünnet’e göre bir İslam tasavvurunu değil, Hristiyanlığın din anlayışı çerçevesindeki bir İslam tasavvurunu dile getirmektedirler.

Peter R. Demant’ın konuyla ilgili kitabının “İslam, İslamcılığa Karşı” (Islam versus Islamism) başlığını taşıyor olması nedensiz değildir. Batılılar, Hristiyanlığa değil, Kur’an‘a ve Sünnet’e dayanan bir İslam tasavvurunu benimseyenleri İslamcılar (ya da siyasal İslam veya İslamî köktendincilik yanlıları) olarak adlandırırken, İslam ülkelerindeki yerli işbirlikçilerini ya da gafilleri, onlara karşı “İslamcı olmayan müslüman” olarak cepheye sürmeye çalıştırmaktadırlar. Batı’nın İslam’a karşı yürüttüğü psikolojik savaşın enstrümanlarından birini bu İslam-İslamcılık ayrımı oluştururken, uluslararası ilişkiler alanında Batı’nın safında ya da etkisi altında bulunan rejimler de, kendi halklarına karşı aynı enstrümanları kullanmaktadırlar. Bu çerçevede kimileri Batı’da üretilmiş böylesi ayrımları gündemde tutmak için örtülü biçimde istihdam edilirken, kimileri de ya cahilliğinden, ya özenti sonucu ya da gaflet ürünü olarak bu ayrımlar çerçevesinde düşünmeye başlamaktadır. Mesela, son dönemde Mümtazer Türköne’nin başlattığı İslamcılık tartışması çerçevesinde birilerinin yer aldıkları saflara bakıldığında, onların tercihlerinin ardındaki temel saikleri anlamak mümkün olmaktadır.Zaman Gazetesi yazarlarından Cemaat mensubu olanların bu tartışmada İslamcılık karşıtı cephede yer almış bulunmaları şaşırtıcı değildir.

Demant’ın şu ifadeleri, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir:

 

“İlkin kavram kargaşasından kurtulalım. İslam ve İslamcı terimleri dine ve onun yarattığı kültüre işaret ederler; Müslüman terimi ise sosyolojik olguya işaret etmektedir: Kültür ile kimliğini belirleyen inanan insan ya da şahıstır. İslam kelimesi ayrıca, İslam’ın baskın din haline geldiği coğrafya ve uygarlık bölgelerini de ifade eder. Ancak, her ne kadar Pakistan müslüman nüfus çoğunluğuna sahipse de, bunun kaçınılmaz sonucu olarak İslamî bir devlet olmak zorunda değildir. İslamcılık ve İslamcı, “siyasal İslam”ın radikal dinî hareketlerini ifade eder. Onun çok bilinen bir eşanlamlı karşılığı olan İslamî köktendincilik tabiri de kabul görmüş durumdadır.” (Peter R. Demant, Islam versus Islamism, Westport, CT, 2006, s. xxii.)

 

Demant’ın müslüman tanımının Kur’an’ın müslüman tanımı olmadığı açıktır. O, bununla, tıpkı Olivier Roy’un yaptığı gibi, İslam’a göre “olması gereken”i değil, yaşayan kültür çerçevesinde “olan”ı (olguyu) ifade etmeye çalışmaktadır. Yani onun müslüman tanımı,fıkhî ya da itikadî değil, sosyolojik bir tanımdır. Böyle olmakla birlikte, aynı Demant, “İslamcılık, dini ideolojiye dönüştürmektedir” de diyebilmektedir (A.g.e., s. 180.) Kısacası, İslam’ın bir din, İslamcılığın ise bir ideoloji olduğunu “keşfeden” yandan çarklı Ehl-i Sünnet fedaileri, hele de türbeler vs. söz konusu olduğunda Sünnet’ten kolayca yan çiziyorlarsa da, Demant gibi Batılılar’la aynı yerde durmaktan nedense “gocunmuyorlar”. Böylece, sürekli eleştirdikleri reformist ve modernist ilahiyatçılarla, Batılılar’ın din anlayışlarından etkilenme bakımından ortak bir çizgiyi yakalamayı başarmış bulunuyorlar.

Konuya dönersek, Demant’ın müslüman tanımı çerçevesinde, mesela Aziz Nesin, İslam kültür havzasında yetişmiş ve nüfus cüzdanında “Dini: İslam” yazmasına itirazda bulunmamış biri olarak, müslümandır. Daha iyi anlaşılması için, Kemal Gürüz’le ilgili olarak Yeni Şafak’ta yayınlanmış şu haberi hatırlatmak faydalı olur:

 

“Eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz, “Ben sosyolojik olarak Müslüman‘ım. Müslüman bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Müslüman adetlerine göre defin yapılacak” dedi. Gürüz, Yeditepe Üniversitesi Kayışdağı Yerleşimi’nde düzenlenen “Dünyada ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişimi” konulu konferansta kendisine “Müslüman mısınız?” diye soranlar olduğunu kaydederek, “Ben sosyolojik olarak Müslüman’ım. Müslüman bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Müslüman adetlerine göre defin yapılacak. Arada ne olduğu beni ilgilendirir. Değiştiremeyeceğim tek şey, Türk’lüğümdür benim” dedi. Gürüz, “YÖK’te yapılmak istenen değişiklikle Türk yükseköğrenim sistemi tahrip edilmek üzeredir” dedi.” (http://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/nisan/29/gkisa.html)

 

Sonuç olarak, Batılılar’ın yaptığı İslam-İslamcı ayrımı, siyasal bir ayrımdır. Yapacakları siyasal ve sosyolojik analizler için ihtiyaç duydukları kavramsal araçları üretirken böylesi ayrımları tedavüle sokmaktadırlar. (Nitekim, bir siyaset bilimi ders kitabında İslamcılık şu şekilde tanımlanmaktadır: İslamcılık, en genel anlamıyla, Batı karşıtı ve modernleşmeye muhalif bir ideolojidir…. Yönetimin yapısı için İslam hukukunu temel olarak savunan bir ideolojidir.” Bkz.Lowell Barrington, Michael J. Bosia ve Kathleen Bruhn, Comparative Politics: Structure and Choice, Boston, 2010, s. 135.)

İslam’a karşı psikolojik savaş yürüten birtakım (CIA gibi) mihrakların da kendi faaliyetleri çerçevesinde akademisyenlerin çalışmalarından ve kavramsal çerçevelerinden yararlandıkları şüphesizdir. Bizim, (maalesef bu tabiri kullanmak zorundayım) kafasız yazarlarımız ise, Batı’nın şuurlu ya da şuursuz kültür ajanları olarak böylesi ayrımları İslam dünyasına taşımaktadırlar.

 

(http://beyanname.blogcu.com/batili-gozuyle-islam-ve-islamcilik/13413711)