SEYFİ SAY’IN BLOĞU YAYINDA

Hayırlı olması dileğiyle…

https://seyfisay.blogspot.com/

*

https://tebyin.wordpress.com/

https://tavassut.wordpress.com/

https://tenbih.wordpress.com/

*

DR. SEYFİ SAY’IN İNTERNETTE PDF FORMATINDA YER ALAN KİTAPLARI:

Felsefî ve Kelâmî Mübahaseler

Kalemlerdeki Cahil Cesareti

Tarihselcilik: İctihad Değil İnkâr

İngiliz’in Gözde Şeyhi İbn Arabî

Ehl-i Sünnet, Şia ve Selefîlik

Atatürkçü Türk İslamı’nın İnanç Kodları: Harun Yahya (Adnan Oktar) Örneği

Türkiye’de Din İstismarının Devletleştirilmesi (Laik ‘Allah ile Aldatma’ Rejimi)

Halifelikte Ehliyet ve Liyakat (Erbakan-Coşan İhtilafı)

Sünnetsiz Tarihselci Modernistler, Ehliyetsiz Sünnetçiler

Ru’yet-i Hilal Risalesi

Darulhikme Tartışmaları

Laik Düzen Tekfirciliği

Haramilerce Yağmalanan Tasavvuf

Siyasal İslam ve Siyasal Dinsizlik (Laiklik)

Türkiye’nin Bedevîleri – İslamcılık Karşıtı İmansız Müslümanlar

Sağduyu mu, Solduyu mu? (Sağduyu Partisi’nin Zihniyet Karnesi)

Bilim ve Metafizik

Kalemin Kuşanıldığı Devran (Sağduyu Yazıları)

Felsefe, Bilim ve İman (Saf Akılsızlığın Tenkidi)

Kurtuluş Savaşı’nın Sansürsüz Tarihi

Akıl, İman ve Kant’ın Felsefesi

Laik (Siyasal Dinsiz) Düzenin Dindar Medyası

Proje Adam ve Madamlar

İlahiyatçılar Sirkinin Canbazları

Zamane İlahiyatçılarındaki Savrulmalar: Fethullah Gülen Fıkhı Örneği

Kritik-Analitik Oyunun Analiz ve Kritiği

28 Şubat Sürgünü: Prof. Esad Coşan Hoca

Ehl-i Beyt ve Muaviye R. A.

Çok Sessiz Bir Ölüm (Şeyhleri de Vururlar)

Kader Risalesi

İslam’ın Şeriatı, Laikliğin (Siyasal Dinsizliğin) ‘Düzen’i

Cumhuriyet İlahiyatçılığı:Tefakkuhsuz Fıkıh

Anıtkabir Tapınmacılığının İki Düşmanı – İslam (İrtica) ve Kürt (Öteki)

28 Şubat Sonrasının Bilançosu: Laikleşen İslamcılar, Solculaşan Milliyetçiler

İdeolojisiz Siyaset: Partilikten Pırtılığa

Türk Siyasetinin Üç Hali Katı: (Kaba), Sıvı (Cıvık) ve Gaz (Görünmez)

Diyanet, Laiklik (Siyasal Dinsizlik) ve Atatürk

Türkiye Tarikatlarının Kimlik Krizi: İskenderpaşa Örneği

Ajan Dindarlığının Kodları: Anti-İslamcılık, Pseudo-Hilafetçilik

Ajanın Din Mühendisliği: Laiklikle Vaftiz Edilmiş Müslümanlık

Sünnet’e Karşı Metin Tenkidi Şarlatanlığı -Hilafet Hadîsleri Örneği-

*

VAHİDEDDİN’E GÜLME, ONUN ŞAHSINDA İHANETE UĞRAYAN MİLLETÇE SENSİN!

ÖZ YURDUNDA SÜRGÜN, ÖZ VATANINDA PARYA OLAN SENSİN!

ONUNLA BİRLİKTE SENİN BÜTÜN MUKADDESATIN VE DEĞERLERİN AŞAĞILANDI..

ONUN HİKÂYESİ MİLLETİN HİKÂYESİ..

OYNANAN OYUN ÖYLE BÜYÜK Kİ, BU MİLLET, VAHİDEDDİN’İN ŞAHSINDA KENDİ KENDİSİNE SÖVÜP SAYMAKTA OLDUĞUNU ANLAYAMADI..

ONUN ŞAHSINDA KENDİ YÜZÜNE TÜKÜRDÜĞÜNÜ BİLE İDRAK EDEMEDİ..

VAHİDEDDİN’E SÖVMEKLE, KENDİSİNİ ALDATANLARIN MASKARASI OLDUĞUNU, KENDİSİNE KIS KIS GÜLDÜKLERİNİ FARKEDEMEDİ..

HİÇBİR MİLLETİN TARİHİNDE BU CESAMETTE BİR REZALET VE KEPAZELİK, BU KADAR UTANÇ VERİCİ BİR ALDANMIŞLIK YOK..

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 10)

*

Mustafa Kemal’in Padişah Vahideddin’e gönderdiği askerlikten istifa telgrafı

*

Bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde, yalanların efendisi üçkâğıtçı Atatürk‘ün nasıl büyük bir dolandırıcı olduğunu, sadece Vahideddin’i değil bütün bir milleti nasıl tefe koyduğunu gördük.

İstanbul’a gelir gelmez başka yer yokmuş gibi İngiliz işgal güçleri subaylarının kaldığı Pera Palas‘a kapağı atan, buranın müdürü Martin vasıtasıyla hemen İngilizler’le temas kurmaya çalışan, “İngilizler’in yerli işbirlikçi maşalara ve hainlere ihtiyaç duyacaklarını, kendisinin hizmete hazır olduğunu” söyleyen o.

İngiliz İstihbaratı‘nın İstanbul şefi Rahip Robert Frew‘la, biri Martin‘in evinde olmak üzere yalnız başına defalarca gizli kapaklı görüşmeler yapan, daha sonraki süreçte bu görüşmeleri konusunda yalan söyleyip çelişkiye düşen, ve onun istihbaratçı kimliğini örtmeye çalışan, yani resmen bir ajandan beklenecek şekilde hareket eden, yine o.

Vahideddin‘e dalkavukluk yaparak Anadolu genel valiliği anlamına gelen yetkileri alan, milletin önünde Osmanlı Devleti’ne bağlılık ve sadakatten söz ederken geceleyin mahrem çetesine “Devleti yıkacağız” diye konuşan “devlet düşmanı” hain de o.

Osmanlı Devleti’nin resmî kurumlarını ve milleti sürekli aldatan, onlara daima yalan söyleyen o.

Böylece, sözlük anlamı itibariyle “çok yalancı” anlamına gelen “deccal” sıfatını alın teri göz nuruyla, yüzünün akı ve elinin emeğiyle liyakat kesbederek hak eden de o.

Yalancılık, sahtekârlık, utanmazlık, dolandırıcılık, takiyye, ikiyüzlülük, kaypaklık ve döneklik alanlarında rakipsiz.

*

Padişah tarafından Anadolu genel valisi olması anlamına gelen yetkilerle donatılan yalanların efendisi üçkâğıtçı Atatürk‘ün, Erzurum Kongresi sırasında bir gece yalnız kaldıklarında hempaları Mazhar Müfit ile Süreyya‘ya “aralarında kalma” kaydıyla “devleti (Osmanlı Devleti’ni) yıkacağını” söylemiş olduğunu önceki bölümlerde görmüştük.

Padişah’a gönderdiği askerlikten istifa mektubunu ise “Kulları Mustafa Kemal” diye imzalayacak kadar sahtekâr..

Adam işini sağlama bağlıyor.

Gzli ajandası çerçevesinde başarılı olursa Padişah’ı resmen kazığa oturtacak..

Olamazsa, bu defa da, “Padişahım, ben kulunuz her zaman size sadık kaldım, bunu zaten çok iyi biliyorsunuz, çünkü size daima dalkavukluk yapmış, elinizi eteğinizi öpmüş, ayakkabınızı yalamıştım” diyecek.

*

Ulu Yalan’ın Erzurum’da kongre hazırlıklarına başladığı 8 Temmuz 1919 günü Padişah’a gönderdiği “Kulları Mustafa Kemal” imzalı istifa mektubu şöyle:

MABEYN-İ HÜMAYUN CENAB-I MÜLUKÂNE BAŞKİTABET-İ CELİLESİ VASITASIYLA ATABE-İ ULYA-YI HAZRET-İ PADİŞAHÎ’YE (SARAY BAŞKATİPLİĞİ VASITASIYLA PADİŞAHIN YÜKSEK MAKAMINA)

Şimdiye kadar gerek Zat-ı Akdes-i Hümayunlarına (kutsal zatlarına) ve gerek Harbiye Nezareti’ne (Milli Savunma Bakanlığı’na) vaki olan maruzatımda (sunumlarımda) vatan ve milletin ve makam-ı mualla-yı Hilafetin (yüce Hilafet makamının) maruz ve giriftar olduğu avakib-i elîme ve buna karşı mütehassıl alâm ve evza-ı milliyeyi tekmil safahat ve hakikatiyle (uğradığı acı durumları ve buna karşı duyulan elemleri ve milletin aldığı vaziyeti, bütün safhaları ile gerçek olarak) arzettim. Bunu ifa etmekle mukaddesatımın (kutsal inançlarımın) nefs-i acizaneme tahmil eylediği (aciz şahsıma yüklediği) en yüksek ve en vicdani vazifelerden birini yapmış oldum. Âmâl ve teşebbüsat-ı abidanemin (kölece amellerimin ve girişimlerimin) İngilizlerce müdafaa-i vataniyye (vatan savunması) suretinde değil, şekl-i âharda telakki olunmasından naşi (başka şekilde anlaşılmasından dolayı) Hükümet-i Seniyyelerinin müşkil bir vaz-ı tazyik altında kaldığı (altından kalkılması zor bir baskı altına konulduğu) irade ve ifham buyruluyor. Hükümet-i seniyyelerinin ve payitaht-ı saltanat-ı hümayunlarının (yüce hükümetlerinin ve saltanat merkezinin) zaten ne gibi tazyik (baskı) ve şerait-i elîme-i inhisar (acı verici koşullar sınırlaması) altında bulunduğu gerek çâkerlerince (kulunuz kölenizce) ve gerek bütün millet-i necibelerince tamamen malum ve âyan olduğu cihetle, bu tazyik ve inhisarın daha ziyade tevessüüne (genişlemesine) ve bahusus pek büyük revabıt-ı sıdk u ubudiyetle (sadakat ve kulluk bağlarıyla) merbut (bağlı) bulunduğum kalb ü âmâl-i müfşika-i hümayunlarının (majestelerinin şefkatli kalb ve tasarılarının) düçar-ı kelal olmasına (eziyet görmesine) hiçbir vechile razı olmayacağım cihetle yalnız memuriyet-i acizaneme değil, tekmil mübahatını (bütün övünçlerini), vatan ve milletimin ve makam-ı akdes-i hümayunlarının nur-u feyiz ve necatından (kutsal makamlarının feyz ve kurtuluş nurundan) alan pek çok sevdiğim mübarek hayat-ı askeriyeme de veda suretiyle arz-ı fedakâri eylerim (askerlik yaşamıma veda suretiyle özveride bulunduğumu arzederim). Makam-ı Uzma-yı Saltanat ve Hilafetin ve millet-i necibelerinin hayatımın son noktasına kadar daima hâris (koruyucu) ve sadık bir ferdi gibi kalacağımı kemal-i ubudiyetle (tam bir kullukla) arz ve temin eylerim. Silk-i celil-i askerîden (askerlik mesleğinden) istifa ettiğimi Harbiye Nezareti’ne arz ettim. Sıhhat ü afiyet-i Cenab-ı Mülûkaneye (Padişah cenaplarının sıhhıt ve afiyetine) dua ve her türlü afattan masun (belalardan korunmuş) buyurmalarını Cenab-ı Kibriya’dan (Allahu Teala’dan) niyaz eylediğim muhat-ı ilm-i âlî buyruldukta (yüce bilgilerinizin kuşatıcılığına arz ü) ferman.

Kulları

Mustafa Kemal.

Fî 8 Temmuz Sene 1335, Saat 11.40 Gece.

Bu telgraf metnini Ulu Yalan, 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı TBMM açılış konuşmasında milletvekillerinin huzurunda okumuş durumda.

Din istismarının daniskasını yapmış, din istismarcılığında kimsenin erişemeyeceği zirvelere tırmanmış.

“Allah ile aldatma”nın, Allah diyerek aldatmanın kitabını yazmış.

Bu telgrafın TBMM’nin sitesinde yer alan sadeleştirilmiş şekli şöyle:

7 Temnıuz 1919 Erzurum [TBMM sitesindeki orijinal/sadeleştirilmemiş metindeki tarih: 9.7/VII.1335)

Padişah hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtipliği eliyle Padişah hazretlerinin yüce katına.

Şimdiye kadar gerek padişahlık yüce makamına ve gerek Harbiye Nazareti’ne yazdığımı yazılarda vatan ve milletin ve yüce hilafet makamının karşılaştığı üzücü olayları ve buna karşı ortaya çıkan tepkileri ve milli durumu bütün safhaları ve açığı ile ile arz ettim.

Böyle davranmakla kutsal varlığımın bana yüklediği en yüksek ve en vicdani görevlerden birini yapmış oldum. Bendenizin çalışına ve faaliyetlerinin İngilizlerce vatan savunması olarak değil, başka bir şekilde yorumlanması nedeniyle yüce hükümetlerinin ağır baskı altında tutulduğu yazılıyor ve bildiriliyor. Yüce Hükümetiniz ve yüce Saltanat başkentinizin ne gibi baskı ve üzücü şartlar altında bulunduğu gerek benim tarafımdan ve gerekse bütün asil milletimizce tam anlamıyla ve her yönüyle bilinmekte olup bu baskı ve denetimin giderek daha da artması durumunda özellikle büyük sadaketle ve aşırı derecede bağlı bulunduğum müşfik ve yüce amaçlar taşıyan yüreğinizin sıkıntıya düşmesine hiçbir şekilde razı olamayacağım için, yalnız memuriyetime değil, bütün şan ve şerefini, vatan ve milletimin ve kutsal yüce makamınızın feyiz ve asalet nurundan alan ve pek çok sevdiğim kutsal askerlik yaşamıma da veda ederek özveride bulunduğumu arz etmek isterim. (Alkışlar) Yüce saltanat ve hilâfet makamınızın ve asil milletimizin sonuna kadar daima koruyucusu ve sadık bir kulu olarak kalacağımı içten gelen duygularımla arz ve temin ederim. Yüksek askerlik mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye Nezareti’ne bildirdim. Onurlu padişaha sıhhat ve esenlikler diler ve her türlü kötülükten korumasını Cenabı Hak’tan dilerim. Yüce bilgilerinize sunarım.

Kulları

Mustafa KEMAL

Görüldüğü gibi, yağın ve dalkavukluğun bini bir para..

Sadece bir kere değil, iki kere değil, tam beş defa Padişah’ın kulu ve kölesi olduğunu ifade ediyor.

Tabiî ifadeleri baştan sona yalan, riyakârlık, münafıklık, art niyet, takiyye, sahtekârlık, samimiyetsizlik, ikiyüzlülük, döneklik ve kalleşlikten ibaret.

Çünkü, aynı adam, aynı sıralarda, mahrem çetesinin elemanları Mazhar Müfit ile Süreyya‘ya, fırsat bulursa vakti gelince Padişah’ı kazığa oturtulmuşluktan beter edeceğini söylüyor.

*

Adam tam münafık.. Her kalıba girebilen omurgasız bir canlı türü.

Kazığa oturtma planları yaptığı bir adama beş on satırlık bir mesajında beş kere kulluk ve kölelik arz eden bir adamda şahsiyet, şeref ve haysiyetin kırıntısı bile bulunamaz.

İşte ulu yalan Atatürk‘ün gerçek portresi bu..

Böyleyken bir taraftan da utanmadan “Bağımsızlık benim karakterimdir” filan diye palavralarına devam etmiş.

Hayır senin karakterin palavracılık, hilekârlık, sahtekârlık, yalan ve dolan, bükemediğin eli öpmek, çıkar umduğun kapıya secde etmekten ibaret.

*

Bu tür sahtekârlıklarını bir kere yapsa.. Nerdeee!..

Bunları yazıp telgraf çeken bir adamın, Yıldız Sarayı‘nda Padişah’ın huzurunda neler söylemiş olabileceğini varın siz düşünün..

Tüm ipleri ele geçirip diktatör haline gelinceye kadar da bu münafıklığı devam etti.

TBMM’nin açılışında yaptığı milletvekili yemini de bu doğrultudaydı:

Hilafet ve saltanat ve vatan ve milletin istihlas (kurtulması) ve istiklâlinden (bağımsızlığından) başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.”

*

Osmanlı Devleti’ni yıkmayı kafaya koymuş olan “devlet düşmanı” İngiliz ajanı ulu yalan Atatürk, evet Erzurum Kongresi sırasında gece “mahrem çete”sinin Mazhar Müfit ve Süreyya gibi üyelerine “gizli ajanda“sını anlatan yalanların önderi Mustafa Kemal, gayesine ulaşmak için Padişah Vahideddin’e ve millete yalan üstüne yalan söylüyor, yemin üstüne yemin ediyor, masal anlatıyordu.

Mesela, Mazhar Müfit’in anlattığına göre, Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasını şu dua ile tamamlamış bulunuyordu:

En son olarak niyazım şudur ki, Cenab-ı Vacibül Amal [Allahu Teala] hazretleri, Habib-i Ekremi [Peygamberi] hürmetine bu mübarek vatanın sahip ve müdafii ve diyanet-i celile-i Ahmediyenin (müslümanlığın) ila yevmil-kıyame hâris-i asdakı (kıyamete kadar en sadık koruyucusu) olan millet-i necibemizi ve makam-ı saltanat ve hilafet-i kübrayı masun [korunmuş], ve mukaddesatımızı düşünmekle mükellef olan heyetimizi muvaffak buyursun.”

Mazhar Müfit şunları yazıyor:

Paşa’nın bu nutku salonu yerinden sökecek kadar kuvvetli ve sürekli bir surette alkışlanmıştı. Nutkun sonundaki duayı, padişahlık ve hilafet müessesesi hakkındaki temenniyatı belki garip bulursunuz.
O zaman ben de aynı hissi duymuştum. Hatta, kongre akşamı Paşa’ya:

-Paşam, nutkunuzun sonunu müftü efendinin duası gibi bitirdiniz.. Dedim. … güldü ve:

-Maksadını anlıyorum, anlıyorum amma, şimdi vazifemiz halkı, “vatanı ve esir Padişahı kurtarmaya, inandırmaktan ibaret”tir. Cevabını verdi ve.. ilave etti:

-Zamanında hiç bir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiç bir şeye uzaktan yakından tevessül etmemek başlıca dikkatimizi teşkil etmelidir.

Paşa, muhakkak ki haklı idi. Ve milletin psikolojisi ancak bu tarzda çalışmayı emrediyordu. Yalnız Erzurum kongresinde değil, onu takip eden uzun ve malum safhalar içinde dahi Padişah ve Halifeye dua etmek, onun esaretten kurtalmasını dilemek bir zaruret ve hatta muvaffakıyet şartı bulunuyordu.

(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le BeraberC. 1, 3. b., AnkaraTürk Tarih Kurumu, 1988, s. 85.)

Evet, vazifesi vatanı kurtarmak değil..

O, Vahideddin‘in kafasındaki mesele..

Ajan Atatürk‘ün İngiliz efendilerinden aldığı vazife, kendisinin halkı (asıl niyeti mevcut devleti yıkmak, millete ihanet etmek olduğu halde), “vatanı ve esir Padişahı kurtarmaya çalıştığına inandırmaktan ibaret”ti.

Bunu da gayet güzel başardı.

*

Evet, asıl gayesi devleti korumak ve vatanı kurtarmak değildi, devleti yıkmaktı.

Toprak için de zaten İngilizler garanti vermişlerdi.

Yunanlılar Aydın civarında Milne Hattı‘nda bekleyecekler, ajanları Atatürk yeni bir devlet kurmak suretiyle Osmanlı Devleti’nin vatanını gasbedince, Yunan ile ajanları Atatürk arasında barış yaptıracaklardı.

(Ancak, Falih Rıfkı’nın Çankaya‘sında anlattığı gibi, Venizelos’u devre dışı bırakan Kral Konstantin, İngilizler’in taksimine razı olmadı, bir Türk-Yunan savaşı patlak verdi.)

*

Mazhar Müfit’in sözünü ettiği “milletin psikolojisi” de gösteriyor ki, o gün için millî irade demek, Osmanlı Devleti’nin bekası demekti.

Milletin egemenliği/hakimiyeti demek, milleti temsil eden saltanat ve hilafet makamının korunması demekti.

Millî irade lafını dilinden düşürmeyen ulu yalan Atatürk ise, bir millî irade dolandırıcısıydı.

Takiyyeci bir düzenbaz, bir millî irade gaspçısıydı.

*

Ulu yalan Atatürk, aslında, üç beş tane kafa dengi arkadaşı dışında kimse tarafından sevilen biri değildi.

İttihatçılar da ondan hoşlanmıyorlardı.

Falih Rıfkı bu hususta şunu söylemektedir:

“İttihatçıların daha Selânik’te iken vurdukları damga üstündedir: ‘Haris’dir [hırslıdır], hiçbir rütbe ve makamla doymaz [açgözlüdür, kanaatkârlık bilmez]. İnsanca yaşamayı, eğlenmeyi ve içmeyi sevdiği için o devir anlayışına göre ‘sefih’tir. Ve durmadan tenkit ettiği ve İttihatçıların tutumunu beğenmediği için ‘uzlaşılmaz’ bir adamdır.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 20.)

Falih Rıfkı bunu, eserinin bir başka yerinde de tekrarlar, İttihatçıların ona, “sarhoş, ahlâksız ve haris [hâris değil harîs}” damgasını vurmuş olduklarını söyler (Atay, a.g.e, s. 158).

Kısacası, ulu yalan Atatürk’ün özellikleri (İttihatçılar’a göre) şunlar: Hırs/ihtiras, gözü doymazlık, sefihlik, ayyaşlık, ahlâksızlık.

Adamın meziyetleri bunlar.

İttihatçılar adamı iyi tanımışlar. Tanıyamayan ve hem kendisinin hem de milletin başına bela eden ise, Vahideddin.

Bunun nedeni de, diğer meziyetleri: Dalkavukluk, yağcılık, yalancılık, takiyye, dolandırıcılık, utanmazlık, yüzsüzlük, din istismarı, sahtekârlık, “Allah ile aldatma“, riyakârlık, münafıklık.

*

Bu yüzden, olağanüstü yetkilerle (resmen ve fiilen tam yetkili Anadolu genel valisi olarak) Anadolu’ya gönderilmesinin ardındaki sihirli değnek, Vahideddin’in bastonundan başka birşey değildi.

Mareşal Ahmet İzzet Paşa bu gerçeği şöyle dile getiriyor:

… bu memuriyet resmî hükümetin değil, Padişah‘ın düşüncesinin ürünü ve tedbirinin eseridir. Babıali ve Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Saray’dan aldıkları işaretle bunu uygulamaya koymuşlardır.

(Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C. 2, İstanbul: Nehir Y., 1993, s. 214.)

Nitekim, ulu yalan Atatürk’ün münafık karakterini ordudaki samimi müslüman subaylardan öğrenen Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Padişah Vahideddin’e “Bu adamı göndermekten vazgeçin, başka birini gönderin” dediği zaman aldığı cevap “suizancılık”tan ibaret olmuştur.

Şeyhülislam’ın Mısır’da bir sohbet sırasında bu konuyla ilgili anılarını dinleyen merhum Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar‘ının ikinci cildinde, Vahideddin’in Şeyhülislam’ın saatler süren ısrarına rağmen Nuh deyip peygamber demediğini, ona şöyle karşılık verdiğini aktarmaktadır:

[Mustafa Kemal’i] Yanlış anlıyorsunuz, suizan ediyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesâim [ortak çalışmışlığım] oldu; fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Efendim orduda bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen insan… Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ…

Güveniyordu.

Fikri ve zihni sağlam, samimi ve dürüst bir adam zannediyordu.

Kendisini anlayan bir dert ortağı kabul ediyordu.

“Sözünün eri, mert, kalleşliği karakterine yakıştırmayacak şahsiyetli bir adam gönder” diyen Şeyhülislam’a güvenmedi, Ulu Yalan’a güvendi.. Sonuç ortada.

*

Ulu Yalan’ın Vahideddin ölünceye kadar onun aleyhinde hakaretamiz ve aşağılayıcı bir beyanatta bulunmadığını görüyoruz.

Çünkü, Vahideddin onun kendisini kafalamak için neler söylediğini, nasıl el etek öpüp ayakkabı yaladığını anlatabilirdi.

Ölünce, meydanı boş buldu, Nutuk‘unda Vahideddin için ağzına geleni söyledi.. Ne soysuzluğu kaldı, ne alçaklığı, ne hainliği, ne adiliği..

Bunları Vahideddin sağken söyleyemezdi, çünü onun izzetinefsine dokunur ve Ulu Yalan‘ın kendisine geçmişte nasıl dalkavukluk yaptığını ayrıntılarıyla anlatabilir, onu ele güne kepaze edebilirdi.

Ne yazık ki Vahideddin hatıralarını yazmadı, çünkü, Sadrazam Mareşal İzzet Paşa’nın söylediği gibi, muhtemelen, en güvendiği, en çok torpil geçip kolladığı yaveri tarafından bu kadar kolay aldatılmış olmanın utancıyla bunu yapamadı. Arlandı.

*

Ahmet İzzet Paşa, Vahideddin ile ulu yalan Atatürk’ün psikolojisi hakkında şunları söylüyor:

Fakat bu gerçeğin [Ulu Yalan’ı memleketi kurtarmak için Anadolu’ya olağanüstü yetkilerle gönderenin Padişah olduğunun] gizlenmesi, M. Kemal Paşa’ca olduğu kadar, sinsi Padişah’ca da gerekliydi. (Mustafa Kemal) Paşa, büründüğü esrarlı kisveye, gelecek için beslediği emeller ve hayallere uymaması yönünden (yüzünden) Saray’a bağlılığını gizlemek, memur ve mensubu olduğu hükümdara karşı işlediği iğfal (aldatma), sözünden cayma, küfran-ı nimet gibi basitlikleri halkın gözünden saklamak, hiç olmazsa hafifletmek istiyor, Padişah da ne şekilde olursa olsun, bir kimse tarafından aldatılmış olmayı (aldatıldığını itiraf etmeyi) kibrine yediremiyor, bir yandan da yabancılarca el altından [onlara] oyun yapmak istediğinin anlaşılmasından korkuyordu.

(Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C. 2, İstanbul: Nehir Y., 1993, s. 214.)

Din istismarcılığı mesleğinin harika çocuğu, milleti “Allah ile aldatma“nın şampiyonu Selanikli Ulu Yalan’ı İttihatçılar’ın hangi meziyetleriyle tanıdığını görmüştük:

Hırs/ihtiras (açgözlülük), gözü doymazlık, sefihlik, ayyaşlık, ahlâksızlık.

Ahmet İzzet Paşa bunlara şu meziyetleri de ekliyor: Esrarlı kisveye bürünerek milleti aldatmak, bağlantılarını gizleyerek olduğundan farklı görünme riyakârlığı, geleceğe dönük şahsî emeller besleme çıkarcılığı, “kulunuz, köleniz, bendeniz, çâkeriniz” diyerek yağ çektiği Padişah’ı aldatma kalleşliği, sözünden dönerek tükürdüğünü yalama düşüklüğü, küfran-ı nimette bulunup kendisine ekmek veren eli ısırması..

Velhasıl, İzzet Paşa’ya göre ulu yalan Atatürk, adamdan sayılmaması gereken basit bir fırıldak.

*

Vahideddin ile Atatürk arasındaki (İzzet Paşa’nın dikkat çektiği) durum, şimdi İngiliz devleti ve milleti ile Türk devleti ve milleti arasında yaşanıyor.

İngilizler, ulu yalan Atatürk ile olan gizli ilişkilerini dikkatlerden kaçırmak, Türk milletine, Türk milletinin maneviyat ve mukaddesatına karşı onun eliyle işledikleri iğfal ve tecavüz cinayetlerini saklamak için, Ulu Yalan sanki kendilerinin eski düşmanıymış da İstiklâl Harbi tiyatrosundan sonra barışmışlar gibi centilmenlik rolü oynuyor.

Türk devleti ve milleti de, İngiliz ajanı Atatürk tarafından dolandırılıp bunca yıl aldatılmış olduğunu itiraf etmeyi (gerçekte içi boş bir balondan ibaret olan) gurur ve kibirine yediremiyor.

*

Yoksa, aradan bunca yıl geçtikten, hadiselerin oturup düşünmeye fırsat vermeyen başdöndürücü fırtınası dindikten sonra, bu işlerden anlayan tarihçi, istihbaratçı ve siyasetçilerin sakin kafayla düşünüp İngiliz’den yemiş olduğumuz büyük kazığın farkına varmamaları mümkün değil.

Türk milleti ve devleti, “Eşekten düşmeseydim, düşürülmeseydim bile inecektim” diyerek ya da “Acımadı kiii, acımadı kii” diye seslenerek şeref ve haysiyetini koruyamayacağını, bunun maskaralığı karakter haline getirmek anlamına geleceğini artık görmelidir.

Bu millet ve devlet, ulu yalan Atatürk putunu sırtından atmadıkça şeref ve haysiyetini kurtaramayacağı gibi, Allahu Teala’nın yardımına mazhar da olamaz.

“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Ve dönüş ancak Allah’adır.” (Nur, 24/42)

*

(Devamı için bakınız:

ULU YALAN ATATÜRK, İNGİLİZ İSTİHBARATI TARAFINDAN NASIL ANGAJE EDİLMİŞTİ?

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 9)

*

G. Ward Price

*

Bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde, öncelikle, İngiliz ajanı ulu yalan Atatürk‘ün İngiliz İstihbaratı‘nın İstanbul şefi Rahip Robert Frew‘la olan karanlık ilişkileri üzerinde durmuştuk.

Tümden saklayamadığı bu ilişkinin mahiyeti anlaşılmasın diye konuyla ilgili çelişkili, tutarsız, muğlak ve çapraşık açıklamalar yaptığını, Falih Rıfkı‘ya “Sadece bir kez görüştüm, ikinci kez görüşmeyi kabul etmedim” demişken, daha sonra bu yalanını unutup mahut Nutuk‘unda “Bir iki kez görüştüm” diye konuşmuş olduğunu aktarmıştık.

Ayrıca, salağa yatıp milleti aptal yerine koyarak “Frew’un benimle niçin görüşmek istemiş olduğunu hâlâ anlayabilmiş değilim” diye konuşmuş olduğunu belirtmiştik.

Dahası, Nutuk‘ta Frew‘u kendi başına “macera arayan” (sergüzeşt-cû) bir şahıs olarak nitelendirerek İngiliz Gizli Servisi‘ndeki kritik konumunu gözlerden saklama kurnazlığı sergilediğine muttali olmuştuk.

(Buna istihbarat / gizli servis literatüründe “perdeleme hikâyesi” / “cover story” deniliyor. Akla yatkın bir açıklama modeli uydurarak olayın gerçek mahiyetini saklıyorsunuz. İngiliz ajanı Atatürk‘ün yaptığı şey de bu.. Bir zamanlar kendisinden talimat almış olduğu şefinin kimliğini örtüyor.)

*

Bunların yanı sıra, TBMM’nin açılışı münasebetiyle 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşmada, Padişah Vahideddin’e göndermiş olduğu “yağ küpü” bir telgrafı okuduğunu da görmüştük..

Yine, bu telgrafta, Padişah’la 15 Mayıs 1919 günü Yıldız Sarayı’nda görüşme şerefine eriştiğini dalkavukça ifade etmişken, yedi yıl sonra Nutuk‘unda bu bahse hiç girmediğini dile getirmiştik.

Bununla birlikte, söz konusu görüşmeyi Falih Rıfkı‘ya yalan ve dolanlarla, akla ziyan çarpıtmalarla bezeyerek anlatmış olduğunu da vurgulamıştık.

Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde Padişah’a telgraf çekip “İngilizler’le barış yapalım, savaşmayalım” diye yalvarmışken, ve de bir ay sonra İstanbul’a gelip Minber ve Vakit gazetelerinde İngiliz dalkavukluğu yapmışken, “Demek istiyordu ki..” şeklindeki iftiradan ibaret spekülasyonlarıyla Vahideddin hakkında ahlâksızca şüpheler uyandırmaya çalıştığını da görmüştük.

Ayrıca, Falih Rıfkı’nın ifadelerinden, Vahideddin’i ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas aramakla suçladığını öğrenmiştik..

*

Tıpkı Vahideddin’e attığı diğer iftiralarında olduğu gibi, bu hususta da, kendi yaptığı düzenbazlığı Vahideddin‘e mal etmeye çalışmış durumda.

Adam büyük dolandırıcı..

Utanmazlıkta yekta..

Ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle kim nasıl temas aramış, görelim..

İngiliz istihbaratçısı Rahip Frew‘la temas kurmak için kimlerin önünde hangi taklaları atmış, öğrenelim:

Mondros Mütarekesi’nin akabinde İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa‘nın, burada görüştüğü ilk yabancı kişi, Daily Mail gazetesi muhabiri G. Ward Price‘dır. …

G. Ward Price’ın, Mustafa Kemal Paşa ile olan bu görüşmesi İstanbul’da Pera Palas Oteli‘nde gerçekleşmiştir.

G. Ward Price ile söz konusu olan görüşme ile ilgili talep Mustafa Kemal Paşa’ dan gelmişti. Çünkü İstanbul’a geldiği günlerde Mustafa Kemal, İngilizlerle temas kurmayı düşünmekte ve bunun yollarını aramaktaydı. …, yapmayı tasarladığı işler açısından, İngilizlerle hususi ilişki kurmanın faydalı olabileceğini düşünmekteydi. O dönemdeki bazı demeçlerinde de İngilizlere yönelik sıcak mesajlar vermesi, onun bu yolda yaptığı çalışmalara örnek gösterilebilir (… Nitekim 17 Kasım 1918’de Minber‘de ve 18 Kasım 1918’de Vakit‘de yayımlanan mülakatlarında bunu görmek mümkündür….).

Kendisiyle aynı otelde kalan G. Ward Price ile bir görüşme yapmak isteyen Mustafa Kemal Paşa otelin İsviçreli Müdürü vasıtasıyla bu teklifini iletmişti (N. A. “Meşhur İngiliz Gazetecisi Ward Price’le Mülakat”, Ulus, 23 Kasım 1938, s.7.). Bu daveti, Price şöyle anlatmaktadır:

“İstanbul’a ilk defa 1918 senesinde gelmiştim. Bir akşam üzeri Pera Palas Oteli’nde oturuyordum. Bir adam yanıma geldi ve bir Türk generalinin benimle görüşmek istediğini söyledi. İsmini sordum: Mustafa Kemal, dedi. O zamanlar Mustafa Kemal adını daha ziyade mübhem bir şekilde işitmiştim. Daveti memnuniyetle kabul ettim.”

Price “daveti memnuniyetle kabul ettim” dese de, Gotthard Jaeschke’nin, Price’ın, “Extra-special Correspondent” adlı eserine dayanarak verdiği bilgilere göre: Price, Mustafa Kemal’den bir görüşme talebi geldiğinde, bunu kabul etmenin “bir mahzuru olup olmadığı hakkında” İstanbul’daki İngiliz istihbarat subayı Albay T.G.G. Heywood’a danışmış ve İngiliz albayından, olumlu cevap aldıktan sonra, bu talebi kabul etmişti.

14 Kasım 1918 Perşembe günü Pera Palas Oteli’ nde gerçekleşen bu görüşmede Mustafa Kemal ‘in yanında Refet Bey de bulunmuştu. Muhtemelen İngilizce cereyan eden konuşmalarda, Refet Bey tercümanlık yapmıştır.

Görüşmede nelerin konuşulduğu konusunda doğrudan Mustafa Kemal Paşa’nın anlattığı bir malumata sahip değiliz. 

[Doç. Dr. Cemal Güven, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve Görüşmeleri (Asker, Siyasi Temsilci ve Gazeteciler), Konya: Eğitim Kitabevi Yayınları, 2012, s. 15-7.]

Görüşmede nelerin konuşulduğu konusunda doğrudan ulu yalan Atatürk‘ün anlattığı bir malumata sahip olmamamız doğal.

Buradaki devasa minareye kılıf uydurmak kolay değil.. Herşeye bir kulp takmak her zaman mümkün olmaz.

Evet, yalanların önderi ulu yalan Atatürk‘ün Vahideddin’in sırtına yüklemeye çalıştığı “ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas” kepazelik ve fırıldaklığı bizzat kendisine ait bir özellik.

*

Tesadüfe bakın ki, ulu yalan Atatürk’ün gazeteci Price ile görüşmek için devreye koyduğu kişi, sonradan Rahip Frew‘la görüşmesini ayarlayan, ve bu ikiliyi (yani Ulu Yalan ile Frew’u) evinde (yalnız başlarına) buluşturan şahıs..

Perapalas Oteli’nin müdürü Mösyö Martin..

(Doğal olarak, yalanların efendisi ulu yalan Atatürk, onunla olan görüşmelerine hep yalnız gitmiş, yanına kimseyi almamış durumda.. Şaşırdık mı?.. Hayır!.. Casusluğun doğası bunu gerektiriyor..)

*

Gazeteci Price, bu taleple ilgili olarak İstanbul’daki İngiliz istihbarat subayı Albay T.G.G. Heywood’a danışmış ve İngiliz albayından, olumlu cevap almış.

Bu talebin, söz konusu subay tarafından, İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi (rahip gibi görünen) Robert Frew‘a rapor edileceği kesin..

Bu noktada otel müdürü Martin devreye tekrar giriyor.

Evet, ulu yalan Atatürk ile Frew‘un irtibat kurmasını sağlayan kişi yine bu Martin.

*

Ulu Yalan, Price’dan söz etmiyorsa da, mecbur kaldığı için Nutuk‘ta Frew’dan bahsediyor.

Fakat ne olarak?.. İngiliz devletiyle ilgisiz olduğunu düşünmemiz gereken bir maceraperest (sergüzeşt-cû: macera arayan) kişi olarak.

Bir “cover strory” eşliğinde..

Ayrıca, Falih Rıfkı‘ya Frew’la sadece bir kez görüşmüş olduğunu üstüne basarak söylemiş olduğu halde, daha sonra hafızası yerine geliyor ve Nutuk‘unda bir iki kez görüştüğünü itiraf ediyor.

Görüldüğü gibi, yalanların önderi ulu yalan Atatürk‘ün utanmadan Vahideddin’in sırtına yüklemeye çalıştığı “ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas” üçkâğıtçılık, entrika ve alevere daleveresi, bizzat kendisine ait bir özellik.

*

Doç. Güven’in yazdıklarını okumaya devam edelim:

… G. Ward Price‘ın aktardığı bilgilerden hareket ederek, görüşmede nelerin konuşulduğunu belirtmeye çalışacağız.

G. Ward Price, Atatürk’ün cenaze töreni için Ankara’ya geldiğinde kendisi ile Ankara Palas’ta görüşen Ulus Gazetesi muhabiri, N.A.’ya Mustafa Kemal’le olan bu mülakatını şöyle aktarmıştır (N. A. “Meşhur İngiliz Gazetecisi Ward Price ‘le Mülakat”, Ulus, 23 Kasım 1938, s. 7.):

“Sırtında sivil bir elbise ve başında fes bulunan bu zatın yanına gittim. Bu sivil zat, Mustafa Kemal Paşa idi. … Mustafa Kemal Paşa, bana o gün Türkiye ‘nin büyük harbe bu şekilde girmekle büyük bir hata işlediğini söyledi. Şimdi de hasıl olan vaziyet, işlenmiş olan o hatanın akıbeti ve cezası idi. General bu görüşmede Türklerle İngilizlerin eski dost olduklarından da bahsetti. …”

… Gotthard Jaeschke, Price’ın “Extra-special Correspondent” adlı eserine dayanarak verdiği bilgilere göre; Mustafa Kemal Paşa yapmak istediği bir teklif için İngiliz resmi makamlarıyla temas etmek istediğini Price’a söylemiş ve ondan bu hususta yardımcı olmasını istemiştir.

[Güven, a.g.e, s. 18.]

Yardımcı olduğu, devreye İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi Frew‘un girmesinden belli..

Ancak, ulu yalan üçkâğıtçı Atatürk‘ün Price’e söyledikleri bunlardan ibaret değil.

Jaeschke’nin naklettiğine göre şunları da söylemiş:

Yine Mustafa Kemal, Türkler olarak 1. Dünya Haıbi’nde yanlış cephede savaştıklarını, öteden beri dostumuz olan İngilizlerle savaş yapmayı asla istemedikleri şeklindeki kanaatini Price’a ifade etmişti.

Kendisinin de arzu etmediği bu istenmeyen savaşa girmemizde başta Enver Paşa olmak üzere Alman dostlarının etkisinin ve baskısının rol oynadığım belirterek sözlerinin devamında: “Artık savaşı kaybetmiş olduklarını ve uygulanan bu yanlış siyasetin bedelinin Türklere ağır olarak ödetileceğini” söylemişti.
Anadolu’nun müttefik devletler tarafından paylaşılacağını bildiğini de ekleyen Mustafa Kemal, Anadolu toprakları üzerindeki bir İngiliz yönetimine karşı, memnuniyetsizlik gösterilmemesi gerektiğini ifade etrnişti.

[Güven, a.g.e, s. 18.]

Böylece ulu yalan entrikacı Atatürk, düşman işgalini ve Anadolu’nun paylaşılıp bölüşülmesini haklı ve meşru gördüğünü açıklamış oluyor.

Ona göre, dostumuz İngilizler’in işgal ve yönetiminden memnun olunmalıymış.

Bu ifadeler, vatanı kimin satmaya hazır olduğunu açıkça gösteriyor.

Kendisinin İngiliz işgalinden memnun olduğu kesin..

Nitekim, Kasım 1918’de İstanbul’da Minber ve Vakit gazetelerinde bunu açıkça ifade etmekten de çekinmemiş.

Doç. Güven’in aktardığı bilgileri okumaya devam edelim:

İngiliz Gazeteci G. Ward Price, “Extra-special Correspondent” adlı eserinde bu görüşme hakkında oldukça ilginç bir hususa da yer vermektedir. Buna göre Mustafa Kemal’in İngilizlerden bir de beklentisi olmuştur.

Price’ın anlattıklarına göre; Mustafa Kemal, İngilizlerin Anadolu için bir sorumluluk kabul ettiklerinde tecrübeli Türk valileri ile işbirliği içinde çalışmak ihtiyacını duyacaklarından söz etmiş ve sözlerinin devamında da “Böyle bir salahiyet dahilinde hizmetlerimi arz edebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim” demişti.

Price’ın iddiasına göre; Mustafa Kemal bir işbirliği çerçevesinde İngilizler tarafından verilebilecek bir valilik görevini kabul edebileceğini belirtiyordu.

Price, görüşmeden sonra İngiliz istihbarat subayı Albay Heywood‘a görüşme hakkında bilgi venniş ve Mustafa Kemal’ in İngilizlerden olan beklentisini belirtmiştir. Albay Heywood ‘un ise bu görev talebi ile ilgili olarak, mütarekeden sonra birçok Türk subayının kendileri için bir iş aradıklarını ve bu tür beklentiler içerisinde olduklarını söyleyerek, bu talep üzerinde durmadığını yine Price’ın yazdıklarından öğreniyoruz.

(Güven, a.g.e, s. 18.)

Bu talep üzerinde durmadıkları belli..

Ayrıca şu da belli, benzer beklenti içinde olan “birçok Türk subayını” gözleri tutmamış, gelecekteki projeleri için, Vahideddin’in sınırsız güvenini kazanmış olan ulu yalan Atatürk‘ü uygun bulmuşlar.

Ve devreye, İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul’daki şefi Rahip Frew girmiş.

Tabiî, Pera Palas’ın müdürü Martin vasıtasıyla..

*

Doç. Güven’in sözleri bitmedi:

Price, bahsi geçen eserinde, görüşmede geçen konularla ilgili anlatımlarına bir destek olacak mahiyette yıllar sonra Refet Bey ile arasında geçen bir konuşmayı da nakletmektedir.

Buna göre, Price’ın Refet Bey ile yeniden karşılaşması İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul’da olmuştu. İngiliz gazeteci Mustafa Kemal ile yıllar önce yaptığı ilk görüşmesinde hazır bulunan Refet Bey’le yaptığı sohbette bu görüşmeden de bahsetmişlerdi. Bu sohbet esnasında Refet Bey, Mustafa Kemal’in İngilizlerden görev talebiyle ilgili konuya sözü getirerek “Onun bu hizmet teklifinde samimi olduğunu, o zaman bu teklif kabul edilmiş olsaydı Yakın Doğu tarihinin değişik bir mecraya dönecek olduğunu” belirtmişti.

[Güven, a.g.e, s. 18.]

Samimi olduğunu sadece Refet Bele değil, İngilizler de düşünmüşler, ve devreye, İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi Robert Frew girmiş.

*

Ancak İngilizler, ulu yalan dalevereci Atatürk gibi adamların senaryosuyla hareket edecek kadar tecrübesiz, yetersiz ve yeteneksiz değiller.

Senaryoyu kendileri yazıyorlar. Oynamak ise Ulu Yalan gibi piyonlarına düşüyor.

Nasıl ki heyecanlı bir filmde iyiler kadar kötülerin de bulunması gerekebiliyorsa, baş karakterle çatışan kötü adam rollerinde oynayacak, onlardan dayak yiyecek zavallı figüranlara da ihtiyaç duyulabiliyorsa, İngilizler’in uluslararası senaryolarında da, Sait Molla gibi aptallara rol vermek gerekiyor.

Senaryo yazımında kendisini gösteren oyun kuruculuk, “oyun içinde oyun” türünden çok katmanlı ve çok boyutlu olduğunda, Sait Molla gibiler, asıl ajanı ya da ajanları perdelemek için lâzım..

Bir de (suikastle görevlendirildiğini zanneden) önemsiz ve lüzumsuz, harcanması kayıp olmayacak bir figüranı meydana sürüp, başrol oyuncusu asıl ajanınıza, onu İngiliz ajanı diye deşifre edip ortadan kaldırma fırsatı verirseniz, böylece o süper ajanınızın tümden kamufle olmasını garantiye alırsanız, filmin senaryosunun tadına hiç doyum olmaz.

*

İngiliz, Osmanlı Devleti‘ni ve hilafet kurumunu tarihe gömmeyi kafaya koymuştu.

O yüzden, Osmanlı Devleti’nin esas unsuru durumundaki Türkler‘e laik (dinsiz), ümmetçiliğe karşı (ve dolayısıyla ümmete bigâne) bir ulus-devlet (ulusal devlet) kurdurma niyetindeydi.

Bu yeni devletin ümmetçi değil, milliyetçi (ırkçı) olmasını istiyordu.

Bunu yapacak, satılmaya hazır, “Beni satın alın!” diye kendisini pazarlayan kullanışlı ve yetenekli bir haine ihtiyaçları vardı.

Buldular: Yalanların efendisi, “yüzsüzlük kardeşliği” tarikatının Selanikli bağlısı, daleverelerin önderi ulu yalan Atatürk..

*

Bunun kuracağı yeni devletin İslam‘dan değil, Türklük‘ten bahsetmesi, İslamcı değil Türkçü olması gerekiyordu. (“Ben İslam satmıyorum ki İslamcı olayım” diye konuşan kalbi bozuk münafıklar, “Ben Türk satmıyorum ki Türkçü olayım, millet satmıyorum ki milliyetçi olayım” demezler.)

Bu, bir İngiliz genel valisi eliyle olabilecek birşey değildi..

Bunun için, görünüşte bağımsız, fakat ipleri kendi ellerinde olan bir devlet kurdurmaları gerekiyordu.

İşte, ajanları ulu yalan Atatürk’e yaptırdıkları tam da buydu.

*

Doç. Güven, şu bilgileri de aktarıyor:

Bu mülakat hakkında başka bir anlatım da şu şekildedir:

“Mustafa Kemal düşünceli, kederli ve bedbindi. Bana memleketin halinden bahsetti. Ve her iki üç cümlede bir: ‘Bu böyle olmaz. Vatanı baştanbaşa değiştirmek lazım, yenileştirmek lazım’ diyordu. O zaman doğrusu bu laflara fazla dikkat etmemiştim. Mesleğimin her zaman hatırlayacağım büyük hatası bu emsalsiz dehayı o zaman keşfedememiş olmamdır”. Bkz. Tarih Coğrafya Dünyası, C.11, Sayı: 7-10, s.280; Altıner, Her Yönüyle Atatürk, s.697; Selek, Anadolu İhtilali, C. l, s.205; Arıbumu, Atatürk’ten Anılar, s.64.

Kinross ‘un verdiği bilgelere göre bu mülakat esnasında, Mustafa Kemal, elini kolunu hareket ettirmeden, sakin ve ölçülü bir sesle konuşmuştur. Bkz. Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s. 178.

[Güven, a.g.e, s. 17, dn. 29.]

Evet, Price, ulu yalan Atatürk’ün her iki üç cümlede bir “Bu böyle olmaz. Vatanı baştanbaşa değiştirmek lazım, yenileştirmek lazım” demiş olmasını layıkıyla analiz edememiş, “değerlendirememiş“.

Ancak, olayların sonraki seyri, bu değerlendirmeyi İngiliz İstihbaratı’nın tecrübeli üst düzey görevlilerinin gayet iyi yapmış olduklarını gösteriyor.

İngiliz ilke ve inkılaplarının gerçekleştirilmesi misyonuna uygun vizyona sahip bir adamı gökte ararken yerde bulmuş olduklarını anlamışlar.

“Vatanı baştanbaşa değiştirmek lazım, yenileştirmek lazım” diyerek bir yabancı gazeteciye ülkesini şikâyet etmesinin, “İngilizler’in istediği her değişikliği yapmaya hazırım” mesajını vermek istemesinden kaynaklandığını göremeyecek kadar aptal değiller.

*

Price’la olan görüşmenin şahidi Refet Bele, tahmin edilebileceği gibi bu konulardan hiç bahsetmemiş bulunuyor.

Fakat, Münevver Ayaşlı‘nın şu ifadeleri, sadece bunu değil, kim bilir daha neleri bildiğini ortaya koyuyor:

Ben … kendisinden rica ederdim:

-Paşam, ne olur, hatıratınızı yazsanıza, niçin yazmıyorsunuz? Bilinmeyen bir çok meselelerin iç yüzünü biliyor, karanlık kalmış hadiseleri aydınlatıyorsunuz. Bunların kapalı kalması … yazık değil mi?

O zaman Refet Paşa susar, acı acı güler:

Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal Harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da, onu da ben mi yıkayım? derdi.

(Münevver Ayaşlı, İşittiklerim… Gördüklerim… Bildiklerim…, İstanbul, 1973, s. 9.)

Öyle anlaşılıyor ki, Refet Bele‘nin hatıralarını yazmamış olmasının tek nedeni İstiklal Harbi’nin içyüzünün anlaşılmasının millette yol açacağı hayalkırıklığı ve moral bozukluğu değil.

Bunu yapmakla aynı zamanda kendisini de yıkmış olacak, çünkü hadiselerin bir parçası..

Ayrıca, konumu önemli olduğu için yazacaklarının bomba etkisi yapacağı, mevcut rejimden ve Atatürkçülükten nemalanarak sözde vatansever geçinen tuzu kuruların keyfini kaçırması yüzünden bedel ödemek zorunda kalacağı, lanetleneceği, ve bir sürü iftiraya maruz kalacağı, açıklarının çarşaf çarşaf ortaya döküleceği kesin.

*

Jaeschke ve Kinross gibi isimler Price‘ın yazdıklarına itibar ediyorlarsa da, Atatürkçülerin onun yazdıklarını içlerine sindirebilmeleri ve hazmetmeleri mümkün değil.

O yüzden de, “Bir tek o yazmış, doğru olduğu ne malum?.. Hemi de ulu yalan Atatürk gibi bir mucize böyle şeyler yapabilir mi?” diyerek olayı geçiştirmeye çalışıyorlar.

Ancak, ulu yalan Atatürk mucizesinin Vahideddin karşısındaki dalkavukluk ve yağcılığı, ve de daha Erzurum Kongresi’nde itiraf etmiş olduğu takiyye, içtenpazarlıklılık, riyakârlık, münafıklık ve gizli gündemciliği, mucizenin yaldızlarını solduruyor.

*

Devam edeceğiz inşaallah.

ATATÜRK: İNGİLİZLER’LE ANLAŞMAK LÂZIMDIR..

VAHİDEDDİN: MEMLEKETİ KURTARMAK LÂZIMDIR..

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 8)

*

*

Konumuz, “yalanların efendisi” ulu yalan Atatürk‘ün TBMM’nin açılışı münasebetiyle 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşma..

Bu konuşmada Sait Molla‘dan coşkuyla söz ederken, onu yöneten (İngiliz İstihbaratı‘nın İstanbul şefi) Rahip Robert Frew‘un adını bile anmadığını görmüştük.

Üstelik, Sait Molla’nın Frew’a yazdığı mektuplar elinde olduğu halde.

Ayrıca, İstanbul’dayken bu ajan Frew’la birkaç kez görüşmüş olduğunu, yani Sait Molla ile ortak noktalarının bulunduğunu, aynı taraklarda bezinin olduğunu da öğrenmiştik.

*

Bunun yanı sıra, acemi bir yalancı olmasından değil, yalancılığın doğası izin vermediğinden dolayı kendi kendisini yalanlayan “Frew’la sadece bir kez görüştüm, ikinci bir görüşme talebini kabul etmedim; Frew’la bir iki kez görüştüm; Frew’un benimle niçin görüştüğünü hâlâ anlayabilmiş değilim” gibi aklı başında bir insandan beklenmeyecek çelişkili açıklamalar yaptığına muttali olmuştuk.

Daha kötüsü, 1927’de irat ettiği mahut Nutuk‘unda, İngiliz Gizli Servisi’nin Osmanlı ülkesindeki en üst düzey yöneticisi Frew’u basit bir maceraperest (sergüzeşt-cû) gibi göstererek, İngiliz İstihbaratı’nın uluslararası operasyonlarını macera arayan sıradan bir şahsın kişisel fantezisiymiş gibi yutturmaya çalıştığını öğrenmiştik.

Ve bu ahmaklık görüntüsünün altında, kendisinin de aynı operasyonların bir piyonu (fakat başroldeki piyonu) olduğunu saklamaya yönelik bir kurnazlığın yer aldığını ortaya koymuştuk.

Son olarak da, Padişah Vahideddin’e Anadolu’dan gönderdiği (dalkavukluk, yağcılık, tabasbus, yaltaklanma şaheseri) bir telgraf metni çerçevesinde, Anadolu’da görevlendirilmesi konusu üzerinde durmuştuk.

*

Bir önceki yazıda kaldığımız yerden devam edelim.

Ulu yalan Atatürk, TBMM’nin açılışında yaptığı konuşmada, Padişah Vahideddin’le Yıldız Sarayı’nda yaptığı görüşmeden bahsediyor.

Bu görüşmede aldığı talimat doğrultusunda vatanın kurtuluşu için çalışmakta olduğunu bildiriyor.

Gel gör ki, yedi yıl sonra, kendisini putlaştırmaya hazır köle ruhluların huzurunda irat edeceği meşhur Nutuk‘unda bu görüşmeden (işine gelmediği için) tek bir kelime ile bile bahsetmeyecektir.

Fakat, “sofra”sının müdavimlerinden Falih Rıfkı’ya anlatma gafletinde bulunmuş.

Onun naklettiğine göre, kendisine “Paşa paşa, memleketi kurtarabilirsin!” diyen Padişah’ın bu sözleri üzerine içinden şöyle düşünmüşmüş:

Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: …

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul: Sena Matbaası, 1980, s. 173)

Vahideddin için, “Bütün yaptıklarından pişman mı idi?” diyor.

Neydi bütün yaptıkları, İngiliz’le mütareke (ateşkes) yapmak mıydı?

Halbuki, Suriye cehpesinde İngiliz’in önünden ardına bakmadan kaçarak Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı açısından yenilgiyle sonuçlanmasına neden olan defolu kahraman ulu yalan Atatürk, bu firarının ardından (veliahtlığından beri samimiyet kurduğu, yaveri olduğu) yeni padişah Vahideddin’e telgraf göndererek İngiliz’le barış yapılmasını (yani İnrgiliz’in karşısında teslim bayrağı çekilmesini) istemiş durumdaydı.

Telgrafın metnini aktaran, samimi arkadaşı Rauf Orbay.. Okuyalım:

Seryaver Hazret-i Şehriyarî Naci Beyefendi’ye [Padişah hazretlerinin başyaveri Naci Beyefendi’ye]

(Gayet mahremdir)

“Talat Paşa Kabinesi’nin [bakanlar kurulunun] mefluç bir halde, Tevfik Paşa Hazretleri’nin de muayyen bir kabine teşkilinde müşkülata maruz bulunmakta olduğunu haber alıyorum. Ordular [savaşma] muharebe kudretinden mahrum ve zaten mevcut kuvvetler müdafaadan aciz bir hale getirilmiştir. Düşman hergün daha müsait ve ezici şartlar ihraz etmektedir. Müttefıkan [Almanlar’la birlikte] olmadığı takdirde münferiden [Osmanlı Devleti olarak tek başına] ve behemehal sulhu takarrur ettirmek [her ne olursa olsun barışı sağlamak] lazımdır. Bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır. … Muhterem Padişahımıza olan sadakat ve merbutiyetim [bağlılığım] ve vatanımın temin-i selameti itibariyle arzederim ki, sadaretin Tevfik Paşa Hazretlerine tevcihi ve müşarünileyhin de esası Fethi [Okyar], Tahsin, Rauf [Orbay], [İsmail]Canbolat, Azmi, Şeyhül’islam Hayri ve acizlerinden [yani Mustafa Kemal] mürekkep bir kabine [oluşan bir bakanlar kurulu] teşkil etmesi zaruridir. … Münasip ise bu zevatın Şevket-meap Efendimize [bu kişilerin Padişah efendimize] arzını rica ederim.”

15 Ekim, 1918

Fahrî Yaver-i Hazret-i Şehriyarî [Padişah hazretlerinin onursal yaveri]

Mustafa Kemal

(Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni -Siyasî Hatıralarım-, C. 1, İstanbul: Emre Y., 1993, s. 71-2.)

Telgrafı 15 Ekim 1918 tarihinde (Samsun’a çıkıştan yedi, evet sadece yedi ay önce) çekmiş..

O sırada Vahideddin, sadece üç (rakamla 3) aylık (yıl değil) padişahtır.

Vahideddin’in “bütün yaptıkları” bu muydu? Ulu yalan defolu kahraman Atatürk‘ün “N’olur İngiliz’e teslim olalım, canımıza tak etti, dayanamıyoruz, şimdi ağlayıp zırlayacağım, höngürt de höngürt” makamından çektiği telgrafına göre hareket etmesi miydi?

*

Evet, utanmaz adam, “Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı?” diye güya kendisine sormuşmuş..

Bunu diyen adam, Kasım 1918’de Minber ve Vakit gazetelerinde, “İngilizler’in her istediğini yapalım, onlarla mutlaka anlaşalım, bizim için onlardan daha hayırhah (hayrımızı isteyen) dost yoktur” şeklinde demeçleri yayınlanmış adam:

“İngilizlerin Osmanlı milletinin hürrryetine ve devletimizin istiklâline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında, yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin, İngilizlerden daha hayırhah (hayrımızı isteyen) bir dost olamayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları (duygulanmaları) pek tabiidir.” (Minber, 17 Kasım 1918)

İngilizler söz konusu olduğunda çok “duygulu” adam vesselam..

Dost canlısı..

“Hükümetimizle mütareke akdeden (ateşkes yapan) devletlerin ve bu devletler namına mütareke şartnamesini yapan Britanya (İngiltere) hükümetinin Osmanlılara karşı olan hüsnüniyetlerinden (iyi niyetlerinden) şüphe etmek istemem. Eğer mezkur şartname ahkamının tatbikatında suitefehhümü mucip olacak (hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlamayı gerektirecek) cihet görülüyorsa bunun sebebini derhal anlamak ve muhatablarımızla (İngilizler’le ve müttefikleriyle) anlaşmak lazımdır. Bittabi bu vazife (görev) hükümetlere terettüb eder (düşer). Benim bildiğime göre hükümetimiz bu babda icab eden teşebbüsatta (girişimlerde) bulunmuş ve bulunmaktadır.” (Vakit, 18 Kasım 1918)

Vahideddin’in “bütün yaptıklarından” bahseden adam (Kendisi gibi bir İngiliz ajanına bu derece güvenmek dışında ne yapmış idiyse?), bunları diyen utanmaz..

İngiliz’le savaşmayalım, ille de barış yapalım diye yırtınan, “Onlarla anlaşmak lâzımdır” diyen şahıs..

(Bu yaptıklarının namussuzluk olduğunu düşünüyor olacak ki, sonradan Kâzım Karabekir’e “Namussuz olalım” diyecektir: Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! … Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz.” Bkz. Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, İstanbul: UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, 1999, s. 84.)

*

Vahideddin buna “Paşa paşa, memleketi kurtarabilirsin!” diyor, bunun için de Van’dan Ankara’ya kadar memlekette istediği gibi at koşturabileceği şekilde olağanüstü yetkiler veriyor, onu adı konulmamış Anadolu genel valisi yapıyor, bu da, Vahideddin’in sözleriyle, içinden (Falih Rıfkı’nın naklettiğine göre) “Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim” diyerek dalga geçiyor.

Evet, biri, medyaya “Muhataplarımızla (İngilizler ve müttefikleriyle) anlaşmak lâzımdır” diyor.

Diğeri “Memleketi kurtarmak lâzımdır” diyerek planlar yapıyor, adam görevlendiriyor.

Sonuç şu: İngilizler’le onların istihbarat şefi Robert Frew vasıtasıyla anlaşan ulu yalan Atatürk, bizzat İngilizler’in eliyle Vahideddin’i vatandan süpürüp attı.

*

Mareşal Ahmet İzzet Paşa olayı şöyle yorumluyor:

“M. Kemal Paşa, istediği kadar Padişah’ın özel memuru olarak bu işe başlamış olduğunu inkâra savaşsın. Benim bu hususta kanaatim sağlamdır. Çünkü kendisine verilen yetki, şimdiye kadar hiçbir faniye nasip olmamış bir genişlikteydi. Kendi teftiş dairesindeki askeri kıt’alardan başka komşu kolordulara ve bütün Anadolu vilayetlerine emri geçerli olacak, memurları istediği gibi görevinden alacak veya tayin edecektir.

Benim bildiğim Babıali (Başbakanlık) bu gibi işlerde, özellikle askerlerin yöneticileri hükmü altına alması meselesinde çok kıskançtır. Hele gurur ve kıskançlığı delilik derecesinde olan (Damat) Ferit Paşa’nın Sadaret (sadrazamlık/başbakanlık) makamında (bile) olmayan yetkileri başkasına bahşetmek istemesi, doğal olmayan bir durumdur. Bu tarihlerde eski politikasının ilkelerini değiştirerek güya halka hoş görünmek ve güven vermek için, Tevfik Paşa’yla benim kabinelerimizin (bakanlar kurulumuzun) seçtiği ve tayin ettirdiği on iki nezaretsiz (bakanlıksız) bakanın katılmasıyla oluşturulan kabinenin içinde ben de vardım. Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişliğe tayinini içine alan ve yetkilerini belirleyen belge görüşülüp tasdik olunmak üzere Vükela Meclisi’ne (Bakanlar Kurulu’na) verildiği tarihten bir hafta on gün önce Paşa fermanını, yetki mektubunu taşıyarak hareket etmiş bulunuyordu.

Bu haller açıkça gösterir ki bu memuriyet resmî hükümetin değil, Padişah‘ın düşüncesinin ürünü ve tedbirinin eseridir. Babıali ve Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Saray’dan aldıkları işaretle bunu uygulamaya koymuşlardır.

Fakat bu gerçeğin gizlenmesi, M. Kemal Paşa’ca olduğu kadar, sinsi Padişah’ca da gerekliydi. (Mustafa Kemal) Paşa, büründüğü esrarlı kisveye, gelecek için beslediği emeller ve hayallere uymaması yönünden (yüzünden) Saray’a bağlılığını gizlemek, memur ve mensubu olduğu hükümdara karşı işlediği iğfal (aldatma), sözünden cayma, küfran-ı nimet gibi basitlikleri halkın gözünden saklamak, hiç olmazsa hafifletmek istiyor, Padişah da ne şekilde olursa olsun, bir kimse tarafından aldatılmış olmayı (aldatıldığını itiraf etmeyi) kibrine yediremiyor, bir yandan da yabancılarca el altından [onlara] oyun yapmak istediğinin anlaşılmasından korkuyordu.

(Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C. 2, İstanbul: Nehir Y., 1993, s. 214.)

Mareşal, ulu yalan Atatürk’ün manevî fotoğrafını çok güzel çekmiş:

Gizli gündem ile, takiyye ile gelecek için emeller ve hayaller kurmak..

Saray tarafından görevlendirildiğini gizlemek için lafları eğip bükerek kıvırmak..

Padişah’ı iğfal edip (gaflete düşürüp) aldatmak..

Sözünden caymak.. (İngilizler’e verdiği sözlerden, onlardan tırstığı için caymadı, cayamadı.)

Küfran-ı nimet.. (Sadece Padişah’a karşı olsa neyse, kendisini Ali Rıza ile Zübeyde’nin çocuğu olarak yaratan Allahu Teala’ya karşı küfran-ı nimette bulundu.)

*

(Devamı için bakınız:

MÜFETTİŞLİK ETİKETİYLE ANADOLU GENEL VALİSİ ATANAN “DEVLET DÜŞMANI” AJAN ATATÜRK’ÜN “DEVLETİ YIKMAYA YÖNELİK GİZLİ AJANDASI”

(ERZURUM KONGRESİ..

GÜNDÜZ MİLLET İÇİN SAHTE GÜNDEM: VATANI, DİNİ İMANI KURTARACAĞIZ..

GECE, “MAHREM ÇETE” İÇİN GERÇEK GÜNDEM: DEVLET’İ YIKACAĞIZ, OSMANLI’YI GÖMECEĞİZ, TESETTÜRÜ KALDIRACAĞIZ, LATİN HARFLERİNİ ALACAĞIZ, ŞAPKA GİYECEĞİZ…)

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 7)

*

*

“Yalanların efendisi” ulu yalan Atatürk‘ün TBMM’nin açılışı münasebetiyle 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşmayı tartışıyorduk.

Kaldığımız yerden devam edelim.

Bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde, öncelikle, İngiliz İstihbaratı’nın (rahip maskeli) İstanbul şefi Robert Frew ile Atatürk’ün “yalan kardeşliği” bağlantısına dikkat çekmiştik.

Ayrıca, yalanların önderi Atatürk‘ün bu konuşmasında Sait Molla‘dan bahsederken, onu yöneten İngiliz ajan Frew‘un adını bile anmamasındaki esrara (daha doğrusu “yalan kardeşliği” ya da “ajan kardeşliği” olgusuna) değinmiştik.

Yine, 1927’de irat ettiği mahut Nutuk‘unda da, basit bir maceraperest (sergüzeşt-cû) gibi göstermek suretiyle Frew’un gerçek kimliğini perdelediğini ortaya koymuştuk.

Çünkü, “yalan kardeşliği” tarikatının “ajan kardeşliği” kolunun âdâb ve erkânı bunu gerektiriyordu.

*

Son olarak, Ulu Yalan’ın Padişah Vahideddin’e Anadolu’dan gönderdiği bir telgraf metni üzerinde durmuştuk.

TBMM’de yaptığı açılış konuşmasında milletvekillerinin huzurunda okuduğu bu telgrafta, Vahideddin‘le Yıldız Sarayı’nda yaptığı görüşmeden de söz edildiğini görmüştük.

Gel gör ki, ulu yalan Atatürk, Samsun’a doğru hareket etmeden önce Padişah Vahideddin‘le yaptığı bu son görüşmeden Nutuk‘unda tek kelime ile bile bahsetmiyor.

Tek kelime ile bile..

Fakat bu, gayet normal.

Bahsetse, nasıl dalkavukluk yapıp yağ çektiğini anlatmak zorunda kalacak.

Vahideddin’e ve Osmanlı Hükümeti‘ne karşı takiyye ve ikiyüzlülük yaptığını, ve “padişah dalkavukluğu” mesleğinin Osmanlı’daki son büyük temsilcisi olduğunu artık kendisine neredeyse tapmaya başlamış olan köle ruhluların huzurunda söylemeyi gururuna yedirememiş olmalı.

Vahideddin’e fırçayı bastım, yumruğumu masaya vurdum, ‘Ülen aşağılık hain, benim vatanı kurtarmama engel olamayacaksın’ filan dedim, kapıyı vurdum çıktım” dese olmaz. Millet güler.

*

Evet, ulu yalan Atatürk, sanki hüda-yı nabit bir otmuş gibi, Samsun’a çıkıştan öncesinin bir önemi bulunmuyormuş, oraya çıkışının bir perde arkası yokmuş gibi “karartma” yapıyor.

Nutuk‘una, “1919 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım” diyerek başlıyor.

Kim nasıl göndermiş, hangi yetkileri vermiş, Padişah’la niçin görüşmüş, bunlar yok.

Sanki anasından müfettiş doğmuş.

Ve sanki bir müfettişin Padişah’la özel olarak görüşmesi önemsiz ve sıradan birşeymiş gibi, bunu atlıyor.

*

Böyle olmakla birlikte, Vahideddin’le olan söz konusu görüşmesini, belki, içildiğinde şişede durduğu gibi durmayan rakının verdiği cesaretle, “sofra”sının müdavimlerinden Falih Rıfkı‘ya anlatmış.

Dinleyelim:

“Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu. Birbirine paralel hatlar üzerine düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kafi idi. Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

-Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti:) tarihe geçmiştir.”

O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum:

-Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!

Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: …

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul: Sena Matbaası, 1980, s. 173)

Halbuki olayın evveliyatı var, ve Vahideddin’in böylesi bir görev için çok önceden beri kendisini düşündüğünü gayet iyi biliyor.

Ortada hayreti mucip birşey yok.

Üstelik, İstanbul’daki üst düzey Osmanlı subayları, 1919 yılının Mart ayında, yani Samsun’a hareketten iki ay önce, Erenköy‘de bir evde, Padişah Vahideddin’e ve Osmanlı Hükümeti’ne sunmak üzere, Anadolu’yu örgütlemek için gönderilebilecek isimlerin listesini hazırlamışlardı.

Listenin başında, Enver Paşa’nın kardeşi, günümüzde bile Azerbaycan’da hâlâ bir kahraman olarak anılan Nuri Paşa vardı.

O sırada İstanbul’da Jandarma Genel Komutanı olan Refet Bey (Refet Bele), Nuri Paşa’nın ismini sildirip başa, Vahideddin’in yaveri ve gözde adamı Atatürk‘ün adını yazdırmıştı.

*

Bu Refet Bey Bandırma Vapuru‘nda da Ulu Yalan’ın yanında olacaktı.

Ulu Yalan, Samsun’a ayak basar basmaz, Osmanlı Hükümeti’nden almış olduğu olağanüstü yetkilere dayanarak onu “tam yetkili Samsun valisi” atayacaktı.

Sonraki süreçte İstanbul’un İngiliz güçlerinden savaşsız teslim alınması kahramanlığı da Refet Bele’ye bırakılacaktı.

Evet, has adamı Refet Bele’yi tam yetkili Samsun valisi atayabilmesinin de gösterdiği gibi, vatandaşın yetkileri müfettişlikle ilgisiz.

Yetkileri, olağanüstü nitelikte.

Çünkü Vahideddin ve Osmanlı Hükümeti, ondan (bir müfettiş için) olağan dışı şeyler başarmasını bekliyorlar.

*

Böyle olduğu için de “yalanların efendisi” ulu yalan Atatürk’e olağan dışı, fevkalâde, süper yetkiler veriyorlar.

Lafa gelince adı müfettiş, fakat resmen Anadolu genel valisi oluyor.

Bundan dolayı, bir müfettiş için hiçbir zaman düzenlenmeyecek bir merasimle Padişah’ın huzurunda yemin ediyor.

Padişah’a sadakatle hizmet edeceğine dair yemin..

Tabiî bu yemininden hiçbir yerde söz etmiyor. Nutuk‘unda anlatmadığı gibi, Falih Rıfkı’dan bile saklamış..

Çünkü anlatsa, pekçok yalanının dikişleri patlayacak, ayıp yerleri görünecek.

*

O yüzden, bu yemin merasiminden kamuoyunun haberinin olması için 90 yıl beklemek gerekti.

Ne zaman ki Osman Öndeş “Vahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor” isimli hatıratı yayınladı, yan yatmış takke düştü, kel baş, kabak gibi iyice ortaya çıktı.

Avni Paşa’nın anlattığına göre, Yıldız Camii’ne gelen Mustafa Kemal, cuma selamında, 15 Mayıs 1919’da, Kuran-ı Kerim’e el basıp yemin ediyor.

Avni Paşa’nın ifadeleri şöyle:

Sadrazam Paşa, Yaver Paşa [Naci Paşa] padişahın iki tarafında birer adım gerisinde idiler. Mustafa Kemal Paşa askeri duruşuna dini bir edâ dahi vererek ilerledi ve sağ elini Kuran-ı Kerim’in üzerine koyarak şu yemini eyledi. “Heyet-i Vükelaca (Bakanlar Kurulu’nca) tanzim olunup Padişah Hazretlerinin iradesine sunulan yirmi bir maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda padişah hazretlerimizin Anadolu vilayetlerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerindeki teftiş ve tedkikat görevimi, padişah hazretlerinin müsaadeleri doğrultusunda iftiharla ve sahip olduğum yetkiler doğrultusunda tüm sadakatimle yapmaya gayret edeceğime vallâh billâhi.”

Ulu Yalan, Falih Rıfkı’ya işin bu tarafından hiç bahsetmiyor.

Adam, öyle böyle değil, büyük yalancı.

Güya Padişah “Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!” deyince bu sözlerden hayrete düşmüşmüş.

“Dinî bir eda ile” yemin edecek kadar iyi rol yapan adamın Falih Rıfkı’ya yalanlarını ballandıra ballandıra anlatmasındaki (sahne sanatçılarına gıpta ile parmak ısırtacak) performansa hayret etmemek mümkün değil.

Yalanların Efendisi’nin “yalan rüzgârı” filminde seslendirdiği repliği hatırlayalım:

Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: …

(Atay, a.y.)

Tehlikeli addetmişmiş..

Neyin tehlikesiyse?

Basit cevaplar vermişmiş.

“Basit” cevabı şöyle:

-Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.

(Atay, a.y.)

Bu itaatkâr, munis, edepli, sadık, vefalı, şükredici, vaatkâr, zarif, kibar ve de dokunaklı cümleler, ulu yalan Atatürk’ün başrol oyuncusu olarak arz-ı endam ettiği Türk usulü komedi filminde söylenmiş olduğu için, aptal seyircilere, “Bakın burada bir espri var, gülmeniz gerekiyor” diye açıklama yapmak icab etmiş.

O yüzden, ulu yalan Atatürk, lafını (aslında sahtekâr bir takiyyeci, ihanetini dalkavuklukla örten bir fırıldak olduğunu ortaya koyan) şu açıklamasıyla sürdürüyor:

Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında, bütün his ve fikirlerini, temayüllerini tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul’a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam, Vahdettin’ in arzularını yerine getirmiş olacaktım.

-“Merak buyurmayın efendimiz, dedim, nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.”

-“Muvaffak ol!” hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım.

Naci Paşa, padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu. “Zat-ı şahanenin ufak bir hatırası” dedi. Kapağının üzerine Vahdettin’in inisiyalleri işlenmiş bir saatti: “Peki, teşekkür ederim” dedim.

“Sonra, sanki Yıldız Sarayı’ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir ihtiyatla, ayaklarımızın patırtısını işittirmekten korkarak, saraydan uzaklaştık.

(Atay, s. 173-4.)

Bu sözlerde, Vahideddin’in ulu yalan Atatürk’e ne çok güvenmiş, ne kadar samimi davranmış olduğunun itirafı var.

Çünkü vatandaş, Vahideddin için, “Ben de onu herkes kadar tanıyordum. Sonradan, beni aldatmaya çalışmış olduğunu acı bir şekilde anlayacaktım” gibi birşey demiyor, ondan, “çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında, bütün his ve fikirlerini, temayüllerini tanıdığım adam” diye söz ediyor.

Bütün his (duygu), fikir (düşünce) ve temayüllerini (eğilimlerini) bildiği adam..

Bütün ömrü birlikte geçmiş öz kardeşi olsa insan belki ancak bu kadar tanıyabilir..

Bunu diyor, ve ardından utanmadan iftira atıyor.

Bu melodramda, “Sonradan, beni aldatmış olduğunu acı bir şekilde anladım. İş işten geçtikten sonra ne yazık ki” deme ıstırap ve utancı Vahideddin’e düştü.

*

Bir insanın “bütün his, fikir ve temayüllerini” biliyorsanız, o kişinin sizi aldatma şansı olamaz.

Çünkü, sahtecilik, yalancılık, aldatma, hile, takiyye, yüze gülüp arkadan kuyu kazma, döneklik, fırıldaklık gibi temayülleri varsa, bunları biliyorsunuzdur ve ona göre hareket edersiniz.

Evet, bir insanın “bütün his, fikir ve temayüllerini” biliyorsanız, o takdirde “Sözlerinden hayrete düştüm” de demezsiniz.

“Huyu kurusun, hep böyle inanmadığı şeyleri söyler.. Sanki gerçek duygularını ve düşüncelerini bilmiyoruz düzenbaz sahtekârın” diye düşünür, bıyık altından gülersiniz..

Hayrete düşmezsiniz, güleceğiniz tutar.

Bir insanın “bütün his, fikir ve temayüllerini” biliyorsanız, “Acaba benimle samimi mi konuşuyor?” sorusunu kendinize sormazsınız. Samimi konuşmadığını bilirsiniz.

Nerde kaldı ki hayrete düşesiniz.

Ulu yalan Atatürk gerçekten muazzam bir yalancı..

Böylesi bin yılda bir zor yetişir.

*

Araplar’ın şöyle bir atasözü var: el-Hâinu hâifun; hain, korkaktır.

Böyle bir durumda Saray’dan ayrılırken adamın ayaklarının patırtısını bile işittirmekten korkması iyiye alâmet değil.

Hain duruş, daha Yıldız Sarayı’nın kapasında başlamış.

Her neyse… Biz bunu bırakıp ulu yalan Atatürk’ün sözlerindeki, dinleyenleri aptal yerine koyan çelişkilere bakalım.

Padişah ona şunu demişmiş: Memleketi kurtarmak lazımdır, istersen bunu yapabilirsin.

*

Tabiî Falih Rıfkı, Ulu Yalan’a, “Bana bak Ali Rıza’nın oğlu, sen kime maval anlatıyorsun, adam sana olağanüstü yetkiler vermiş, böyle bir durumda olayı senin keyfine bırakıp ‘İstersen’ diye konuşur mu?! Tamam atıyorsun da bu kadar da büyük atılmaz ki, yalanın bile bir haysiyeti vardır” demiyor.

Diyemez.

Şunu hiç diyemez:

“Selanik’in sivri zekâsı, adam sana ne diyor, sen ne anlıyorsun! Adam sana memleketi kurtarabilirsin diyor, sen de ‘Demek istiyor ki…” diyerek demediği şeyleri bize kakalamaya çalışıyorsun..

Yüzüme iyi bak, yaklaş yaklaş, ne görüyorsun, aptal mı yazıyor suratımda, adam onu demek istese onları aynen diyemez mi, senden mi korkacak?! Uyanıkspor’un mavi gözlü forveti, “Demek istiyor ki…” diye bana kakalamaya çalıştığın palavraları bizzat sen kendin Minber ve Vakit gazetelerine verdiğin beyanatlarda söylemedin mi?! Benim adım Falih Rıfkı, bana Külyutmaz Rıfkı derler, sen o demeçleri verdiğin sırada ben İstanbul’da gazetecilik yapıyordum, n’aber! Laflarını okumadım mı sanıyorsun, ya da ben, okuduğunu anlamayacak geri zekâlılardan mıyım?!

Padişah onu demek istese, sana, Seni İngiliz muhibbi seni, seni İngiliz’in has dostu, gazetelerdeki beyanatların hoşuma gitti, bunları bir tek sen böyle uluorta söyleyebildin, İngiliz dostlarımızla alışverişi aynen dediğin gibi götürmen için seni görevlendiriyorum, haydi marş marş!” diyemez miydi?!

Dememiş, sana memleketi kurtarma vazifesi vermiş, sen de tutup kendi ağzından çıkan lafları ona yamıyorsun.

Yani bak, hayatımda beni salak yerine koyarak konuşan çok kişiyle karşılaştım, fakat senin gibisi olmadı.. 17 Kasım 1918 tarihli Minber gazetesinde ne dediğin hâlâ aklımda: “İngilizlerin Osmanlı milletinin hürrryetine ve devletimizin istiklâline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında, yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin, İngilizlerden daha hayırhah (hayrımızı isteyen) bir dost olamayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları pek tabiidir.”

Böyle diyerek İngiliz dalkavukluğu yapan sen miydin, yoksa Padişah mıydı? Konuşsana, dilini mi yuttun!

Yine, 18 Kasım tarihli Vakit‘te şunu demedin mi: “Hükümetimizle mütareke akdeden (ateşkes yapan) devletlerin ve bu devletler namına mütareke şartnamesini yapan Britanya (İngiltere) hükümetinin Osmanlılara karşı olan hüsnüniyetlerinden şüphe etmek istemem. Eğer mezkur şartname ahkamının tatbikatında suitefehhümü mucip olacak (hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlamayı gerektirecek) cihet görülüyorsa bunun sebebini derhal anlamak ve muhatablarımızla anlaşmak lazımdır. Bittabi bu vazife (görev) hükümetlere terettüb eder (düşer). Benim bildiğime göre hükümetimiz bu babda icab eden teşebbüsatta (girişimlerde) bulunmuş ve bulunmaktadır.”

Bunu diyen Padişah mıydı, sen miydin? Susma, konuş!

O zaman basına konuşup “Muhataplarımızla (yani İngilizler’le) anlaşmak lazımdır” demişsin, şimdi de utanmadan bu laflarını “Padişah demek istiyordu ki…” diyerek zavallı Vahideddin’in sırtına yüklemeye çalışıyorsun.

Demek isteseydi derdi, İngiliz maşası Selanik paşası! Sen rahatça uluorta demişsin, diyebilmişsin işte.. O da öyle düşünseydi, kapalı kapılar ardında sana haydi haydi derdi.. Dememiş.

Bu konuları, rakı içmediğin, ayık kafayla usturuplu yalan uydurabildiğin bir vakitte konuşmaya ne dersin.. Belki “Muhataplarımızla (yani İngilizler’le) anlaşmak lazımdır” sözünün Fransızca’sını da söylersin. Ama ben öz Türkçe’sini söyleyeyim: “İngiliz ne derse yapalım, İngiliz keferesinin uşağı olalım.”

Utanmadan “Muhataplarımızla (yani İngilizler’le) anlaşmak lazımdır” demişsin, şimdi de zavallı Vahideddin için “Demek istiyordu ki, kem küm, estek köstek..” Selanikli, vallahi büyük dolandırıcısın, vallahi billahi.

Falih Rıfkı, Ulu Yalan’a, yalanların efendisi Atatürk’e bunları diyemezdi.

Deseydi, tam yedi kez (rakamla 7) beleşten milletvekili olamazdı.

Ulu Yalan’ın her akşam kurulan çilingir sofrasında milletin kesesinden tıkınamazdı.

Bu sofracık, efendiler, ki -iltikama muntazır (yutulmayı bekliyor)
Huzurunuzda titriyor- şu milletin hayatıdır;
Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır,
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır.

Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!

*

Ulu yalan Atatürk’e Osmanlı Hükümeti tarafından Padişah’ın onayı ile verilen yetkiler nelerdi?

Genelkurmay Başkanlığı’nın (Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Dairesi’nin) bu göreve ilişkin 6 Mayıs 1919 tarihli (19 Mayıs’tan 13 gün öncesine ait) talimatnamesi öncelikle “işbu müfettişlikteki yüce görevleri (vezaif-i âlileri), yalnız askerî olmayıp müfettişliğin ihtiva eylediği mıntıka dahilinde aynı zamanda da mülkîdir (idarîdir, yönetseldir)” kaydına yer veriyor.

Daha sonra, “Üçüncü ve Onbeşinci Kolordular, müfettişlik emrine verilmiştir” deniliyor.

Resmen komutanlık.

Buna bağlı olarak, “Tümen (fırka) veyahut bölge (mıntıka) kumandanlığı veya bir özel göreve (vazife-i hususiyeye) tayin edilecek subayların atama ve değiştirilmeleri müfettişliğin onay ve talebiyle olacaktır” talimatı veriliyor.

*

Peki, müfettişliğin (yani ulu yalan Atatürk’ün) yetki alanı sadece Samsun muydu?

Hayır!

Van’dan Sivas’a kadar uzanıyor.

Talimatnamede “Müfettişlik mıntıkası Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilâyetleri ile Erzincan ve Canik müstakil livalarını (sancak) kapsadığından” müfettişliğin bütün talimatlarının bu vilayetlerde doğrudan doğruya yerine getirileceği belirtiliyor.

Bu kadarla kalsa iyi..

Talimatnamede ayrıca Diyarbakır, Bitlis, Elazğı, Ankara, Kastamonu vilâyetleri ile kolordu kumandanlıklarının da “müfettişliğin re’sen vâki olacak müracaatlarını nazar-ı dikkate alacakları” bildiriliyor.

Oldu mu yetki alanı Van’dan Ankara’ya!..

*

Sözde ulu yalan Atatürk, İngilizler‘in Samsun havalisindeki asayiş olaylarından şikâyetçi olmaları ve buna müdahale edilmesini istemeleri üzerine buraya teftiş (denetim) için gidiyor.

Lafta böyle.

Verilen yetkiler ise, Van’dan Ankara’ya uzanan bir genel valilik.

Peki bunun sebeb-i hikmeti ne?

Şu: Ulu yalan Atatürk’ün Van’dan Ankara’ya uzanan coğrafyadaki mülkî/idarî ve askerî makamları, işgalci güçlerin kontrolü dışında organize ederek, elde kalan son toprak parçalarını korumak üzere direniş hattı oluşturması..

Yunan’ın Ege’yi işgaline izin vererek Mütareke (ateşkes) hükümlerini çiğneyen İngiltere ile müttefiklerine, İstanbul Hükümeti’nin, “Anadolu’yu zaptedemiyoruz, sizin nasıl Yunan’a sözünüz geçmiyorsa, biz de galeyana gelen Anadolu’yu yatıştıramıyoruz, Yunan’ı denize dökmeden durmazlar” demesini sağlaması.

Adamdan beklenen bu..

Verilen yetkiler de ona göre.. Gerektiğinde hem mülkî/idarî hem de askerî makamlara emir vererek bir savaşı sürdürmesine imkân verecek şekilde.

*

Peki bu beyzade ne yapıyor?

İngilizler’in baskısıyla kendisine (dostlar alışverişte görsün, İngiliz’e sus payı olsun diye) İstanbul’a dönme çağrısında bulunan İstanbul Hükümeti’ne, daha önce anlaşmış oldukları şekilde, “Burada millet galeyan halinde.. Ben de onlar gibi düşünüyorum. Ya Yunan defolup gider, ve devletimizle İngiliz-Fransız-İtalyan bloğu arasında adil bir anlaşma yapılır, ya da ben burada, milletle birlikte kanımın son damlasına kadar savaşırım. Ya istiklâl ya ölüm!” demek yerine, işi yokuşa sürmeye, kıvırmaya başlıyor, “Askerlikten istifa ediyorum.. Kongreler düzenleyeceğim.. Sonra bir meclis toplayacağım.. Milletin nabzını tutacağam, bakalım ne diyorlar. Millet savaşalım derse, ben de herhalde savaşırım” diyerek ipe un seriyor.

Bir taraftan da bu kongrelerde, ve de açtığı Meclis’te, “Gayemiz esir Padişah’ı kurtarmaktır” diye masal anlatıyor. Bu doğrultuda yeminler ediyor.

Ve de, Hükümet’in İngiliz baskısıyla (laf olsun, İngiliz torbası dolsun kabilinden öylesine yaptığı) “İstanbul’a dön!”” çağrısını “Bakın bunlar hain, bağımsızlığımızı engellemeye çalışan İngiliz işbirlikçileri” diyerek kullanmanın hazırlıklarını yapıyor.

*

Halbuki, asıl gayesi, İngilizler’den aldığı talimat doğrultusunda mevcut devleti yıkmak, Osmanlı Devleti’ni öldürüp gömmek…

Batı uydusu, Avrupa güdümlü, bağımsız dış politika üretme yeteneği olmayan topal, kanadı kırık, beyni özürlü, vicdanı sakat, tek gözü kör, maneviyattan mahrum, kendi milletinin tarihine, kültürüne, manevî mirasına, mukaddesatına düşman yeni bir devlet kurmak.

İstanbul Hükümeti ile bir danışıklı dövüşü sürdürerek İngilizler ile hempalarının oyununu bozmaya çalışmak yerine, İngiliz’le danışıklı dövüş yaparak, onunla birlikte Osmanlı Devleti’nin köküne kibrit suyu döküyor.

Padişah ve Osmanlı Hükümeti, önce, ulu yalan Atatürk’ün kendileriyle gerçekten (İstanbul Hükümeti İngilizler’i oyalayabilsin diye) danışıklı dövüş yaptığını zannediyorlar, fakat sonra, Yalanların Efendisi’nin aslında “Yalancıktan vuruyorum” diyerek kendilerini sahiden öldüresiye dövdüğünü, gözünü kan bürümüş bir cani olduğunu anlıyorlar.

*

Zaten adam, daha Erzurum Kongresi sırasında, gerçek ajandasını Mazhar Müfit ile Süreyya gibi sahtekâr yoldaşlarına açıklamış.

Gündüz dilinde Allah, Peygamber, din, iman, hilafet; gece de zihninde İngiliz iblisinin verdiği ev ödevi:

İngiliz efendilerim nasıl bir ev ödevi vermişlerdi: Tesettür kalkacak, Osmanlı Devleti yerle yeksan olacak, cumhuriyet ilan edilecek, Latin harfleri alınacak, şapka giyilecek, ezan yasaklanacak, medrese ve dergâhlar kapanacak, opera ve bale gelecek.. Başka ne vardı? Dans da var mıydı? Dans da olsun, ben danssız yapamam. Türk müziği yasaklanıp Batı müziği alınacak mıydı? Başka?.. Tüh, yine şaşırdım. Ezberleyemedim gitti şu inkılapları.. Dur bir daha sayayım: Şapka giyilecek, tesettür kalkacak… Böyle miydi, sırayı şaşırdım galiba… Yeniden başlayalım: Tesettür kalkacak, balo düzenlenecek, dans edilecek….”

Adamın asıl gündemi, asıl derdi bunlar: Tesettür, şapka, harfler vs. vs…. İngiliz’miş, Yunan’mış, Maraş’a kadar gelen Fransız’mış, Antalya’ya göz koyan İtalyan’mış, elden giden vatanmış.. Bunlar adamın umurunda bile değil..

Rahat.. Çünkü İngiliz’in verdiği sözlere güveniyor.

Fakat İngiliz, Yunan’dan bile korkan kahramana (Ki Sakarya Savaşı’na ayağını sürüyerek, binbir naz ve niyazla zoraki gidecektir) “Sen Ankara’da Meclis’ini toplamaya, bir hükümet kurmaya bak, o zaman devreye girer, Yunan’ı anlaşmaya razı ederiz. Sen de hemen cumhuriyet ilan eder, yardakçılarına kendini cumhurbaşkanı seçtirirsin” demiş olsa da, Venizelos’tan bayrağı devralan Yunan kralı Konstantin hırsa kapılıp açgözlülük yapacağı için verdikleri sözde duramayacaklar ve defolu kahramanın korktuğu şey başına gelecek, bir Türk-Yunan savaşı patlak verecek.

*

Osmanlı, Anadolu’ya müfettiş maskesi altında olağanüstü yetkilere sahip bir genel vali göndermekle, vatan topraklarında oynanan satrançta bir kale ya da fili öne sürmüş oluyordu.

Daha doğrusu, öyle zannediyordu.

Ve İngilizler’den karşı hamle geldi: Ulu yalan Atatürk‘ün askerlik görevinden istifa ettirilmesi.

Ettirilmese, birilerini Erzurum‘da toplayıp onlara günler boyu (16 gün; yani 2 hafta 2 gün) vatan, millet, Sakarya edebiyatı yaptırması sakîl kaçacak.

Çünkü, “Konuşacak ne var?! Ne yapman gerektiğini bilmiyor musun?! Bilmiyor muyuz?!. Van’dan Ankara’ya kadar herkes senin emrinde.. Yetki sende.. Boş edebiyat ve laf ebeliğiyle vakit öldürme! Emir ver, olsun bitsin!” denilecek.

Böylece, ulu yalan defolu Tarzan zor duruma düşmüş olacak..

*

Çünkü, tutup bir kere de Sivas’ta kongre ayaklarıyla edebiyat yapması (Bu defa sekiz gün.. Bir hafta, bir gün) saçmalık olacağı gibi, Ankara’da TBMM diye yeni bir meclis açmaya çalışması, milleti oyalama ve vakit öldürme kabul edilecek.

Ulu Yalan’ın askerlikten istifa etmesi durumunda ise, (Erzurum’da Mazhar Müfit ile Süreyya’ya anlattığı gerçek ajandasının aksine) şunu demesi, minareye gösterişli ve şaşaalı bir kılıf uydurması mümkün olacak:

Dış dünyaya karşı milletin hakimiyetinden, irade-i milliyeden söz etmek zorundayız. Bunun için de kongreler toplamamız ve Anadolu’da bir millet meclisi oluşturmamız gerekiyor. Böylece Amerikan Başkanı Woodrow Wilson‘un 8 Ocak 1918 tarihinde açıkladığı ve Wilson Prensipleri diye bilinen ilkelere göre hareket ettiğimizi söyleyebilecek, uluslararası arenada meşruiyet kazanacağız. Bu prensiplerin 12’ncisinde “Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı” kaydı yer aldığına göre, Amerika Birleşik Devletleri bile bunu kabul ettiğine göre, işte biz de “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletindir” diyerek yola çıkacağız.

*

Başa dönelim..

Ulu Yalan’ın, Yıldız Sarayı’nda kendisinePaşa paşa, devleti kurtarabilirsin! diyen Padişah Vahideddin’in bu sözleri için “Bu son sözlerden hayrete düştüm” demiş olduğunu görmüştük.

Halbuki ulu yalan Tarzan, o görüşmeden 10 gün önce Osmanlı Genelkurmayı’ndan Anadolu genel valiliği anlamına gelecek yetkileri müfettişlik maskesi altında almış durumda.

Bu yetkilerin niçin verildiğini de elbette biliyor.

Ayrıca, bu görev için kendisinin seçilmesinin temel sebebinin, sadık ve vefalı bir yağdanlık görüntüsü altında sürekli dalkavukluk yaptığı Vahideddin’in kendisine olan sınırsız (ve de ihtiyatsız) güveni olduğunun farkında.

Vahideddin’in ilkesel olmasa bile öznel kişisel nedenlerle (mesela insan doğasındaki bencilliğin ve çıkarcılığın bir sonucu olarak) hakimiyet/egemenlik alanının geniş olmasını, dolayısıyla memleketin kurtulmasını (ahlâkî bir temele dayanmasa, salt riyaset / başkanlık / baş olma sevdasının bir sonucu olsa bile) isteyeceğini de anlamaması imkânsız.

*

Buna rağmen, Falih Rıfkı’yı iflah olmaz bir salak kabul ederek “Vahideddin’in bu son sözlerinden hayrete düştüm diyebiliyor. (Ve, bu da, ajan Atatürk’ün dalkavuğu olmayı çıkarına uygun gördüğü için salak rolü oynuyor. Kendisini rolüne öyle kaptırmış ki, tutup salaklığını tescil etmek için kitaplar yazmış.)

Ve de, kendisinin altı ay (sadece altı ay) önce Minber ve Vakit gazetelerinde kamuoyuna açıklamış olduğu işbirlikçilik zihniyetinin kirli çamurunu “Demek istiyordu ki…” iftirasıyla zavallı Vahideddin’in yüzüne sıvamaya çalışıyor.

Büyük yalancı.. Öyle böyle değil..

Böylece, dürüstlüğü geçtik, yalancılığın bile şeref ve haysiyetiyle oynamış durumda. Yalancılığın bile cılkını çıkartmış.

*

Evet, ulu yalan Atatürk’ün Vahideddin’in sözlerinden şaşkınlığa kapılması için bir neden yok, fakat adamın asıl sanatı yalancılık olduğu için kendisini tutamıyor ve bu şekilde yalanın dozunu kaçırabiliyor.

Vahideddin’i ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas aramakla suçlamasına gelince..

Bunu yapan bizzat kendisi..

Nasıl mı?

“Nasıl”ı sonraki yazılarda inşaallah.

*

(Devamı için bakınız:

İNGİLİZ AJANI ATATÜRK’ÜN BAŞBAKANI, ÜÇÜNCÜ CUMHURBAŞKANI CELAL BAYAR:

“LOZAN’DA GİZLİ CELSEDE SÖZ VERDİK. MİLLETE DİNİNİ UNUTTURACAĞIZ. LAİKLİĞİN GAYESİ BUDUR”

BUNU YAPACAKLARDI, FAKAT İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI İNGİLİZ İBLİSİ İLE FRANSIZ ŞEYTANININ BELİNİ KIRDI..

DÜNYA SİYASETİNE YENİ SÜPER GÜÇLER OLARAK ABD VE SSCB YÖN VERMEYE BAŞLADI..

BUNLAR ARASINDAKİ KAVGANIN İDEOLOJİK RENGİ, TÜRKİYE’NİN ATEİST SSCB’YE KARŞI “ILIMLI / BATI İŞBİRLİKÇİSİ DİNDAR” OLMASINI GEREKLİ KILDI.

*

LOZAN’DA GİZLİ MADDE OLMASINA GEREK YOK, ÇÜNKÜ LOZAN’IN TÜMÜ, İNGİLİZLER İLE AJANLARI ATATÜRK’ÜN SAMSUN’A ÇIKIŞ ÖNCESİNDE YAPTIKLARI GİZLİ ANLAŞMANIN ÜRÜNÜ..

SORU BASİT:

LOZAN’DA GİZLİ CELSEDE (MADDEDE DEĞİL) ANLAŞIP MİLLETİN MANEVİYAT VE MUKADDESATINA SAVAŞ AÇMA SÖZÜ VERENLERİN KARAKTERİ, İSTANBUL’UN İŞGALİ GÜNLERİNDE DE (PERA PALAS’TA VS.) AYNI TÜRDEN GİZLİ SÖZLER VERMELERİNE ENGEL MİDİR, DEĞİL MİDİR?

*

Celal Bayar Atatürk ile Nasıl Tanıştığını Anlatıyor – MustafaKemâlim
Atatürk 'vurun' dedi vurduk!
SİYASETTE 35 YIL - 3. CİLT - SÜLEYMAN ARİF EMRE | Nadir Kitap

Ali İhsan Çelikkan

İnkılap Gençliği Fikir Ve Sanat Dergisi - Ali İhsan Çelikkan | Nadir Kitap
LOZAN'IN GİZLİ CELSESİ – tenbih

Mehmet Hulusi Özkul, TBMM 4. Dönem Adana Millletvekili

Prof. Dr. Nusret MetyaLozan Barış Antlaşması görüşmelerinde Dışişleri Bakanlığı Hukuk Müşaviri sıfatıyla yer almıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce 23.06.1927 tarihinde Danıştay Başkanlığına seçilmiş, 02.06.1931 tarihine kadar bu görevde kalmıştır. Bu tarihten bir gün önce, 3 Ekim 1931 tarihinde faaliyete geçecek olan T.C. Merkez Bankası’nın ilk yönetim kurulu başkanı (idare meclisi reisi) olarak atandı. 

Tarihçe – Hukuk Fakültesi

Ankara Adliye Hukuk Mektebi’nin 1928 yılında verdiği ilk mezunlar öğretim elemanlarıyla birlikte.. Önde soldan sağa beşinci sırada oturan kişi Nusret Metya‘dır. 

Müzemize Tarihi Yolculuk - Ankara Vakıf Eserleri Müzesi
Hukuk-ı Hususiye-i Düvel -İNALKİTABEVİ / INALBOOKS

Nusret [Metya], Hukuk-i Hususiye-i Düvel, İstanbul: Hukuk Medresesi Talebe Cemiyeti, 1336.

TÜRKİYENİN GERÇEK TARİHİ: LOZAN ANDLAŞMASI : Her ne kadar resmi tarihe göre  Lozan bir “zafer” olarak takdim edilse de, gerçek tarihe göre hezimet”  olduğu gayet açık ve nettir.
Huzura DAVET - Sabetaycı kripto Selanik Yahudilerinin... | Facebook
Sahte Kahramanlar: LOZAN Gerçeği

[Sadrazam Tevfik Paşa pek de haksız sayılmaz. Nitekim, Musul ve Kerkük’le birlikte İngilizler’in elinde kalan Irak, 1932 yılında bağımsızlığına kavuştu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar’ın elinden ABD sayesinde kurtulan İngiltere, başta Hindistan olmak üzere sömürgelerinden çekilmek zorunda kaldı. Yunanistan da Almanlar’ın eline düşmüş ve Almanlar bize 12 Adalar’ı teklif etmişlerdi. Devletin laikliği (yani dininin olmaması, dinsizliği) durumunu ise, şimdilerde, iman ile küfür arasındaki farkı bilemeyecek kadar cahilleştirilmiş olan pekçok sözümona müslüman da savunuyor. Peki Diyanet, “Güzel kardeşim, bu itikat üzere ölürsen, küfür üzere ölmüş olacaksın, sana yazık, ateşe nasıl dayanacaksın!” diye onları yumuşaklıkla, kavl-i leyyinle uyarıyor mu?.. Veya uyarabiliyor mu? Tabiî ki hayır.]

*

ÜÇÜNCÜ CUMHURBAŞKANI CELAL BAYAR:

“LOZAN’DA GİZLİ CELSEDE SÖZ VERDİK. MİLLETE DİNİNİ UNUTTURACAĞIZ.

LAİKLİĞİN GAYESİ BUDUR”

*

Meclis’te darbeleri araştırmak için kurulan komisyona, yakın tarihin tanığı olan ünlü isimler katılıyor. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat’a ilişkin önemli bilgiler veriliyor. 28 Şubat ‘post-modern’ darbesini araştıran alt komisyona katılan Süleyman Arif Emre de öyle. Çarpıcı anekdotlar aktardı. İlginç bilgiler verdi, polemik doğuracak anılar anlattı.

Yeni kuşaklara adı yabancı gelse de 80’li yaşları aşan Süleyman Arif Emre, muhafazakâr siyasetin tanınmış ismidir. Erbakan Hoca’nın en yakın kurmaylarındandı. Milli Görüş’ün ‘hafıza’sı denebilecek bir isim. 1950’li yıllarda Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti gibi isimleri mahkemelerde savundu. Erbakan’ın koltuğu devrettiği ilk isim oldu. Milli Nizam kapatılınca yerine kurulan Milli Selamet Partisi’nin ilk genel başkanlığını yaptı. Emre, 28 Şubat Komisyonu’na 50 yılı aşan siyasi deneyimleriyle birlikte anılarını da anlattı….

Bayar: Dini unutturacağız

Laikliğin kabulü ve işlevi sürekli tartışma konusu yapılır. Süleyman Arif Emre, Türkiye’deki darbelerin ve parti kapatmaların Lozan’daki gizli celsede Batılılara verilen söze dayandığı iddiasını ortaya attı.

Zaman zaman muhafazakâr tarihçilerin de gündeme getirdiği bu iddiayı 3’üncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar açık bir şekilde söylemiş. Emre’ye göre DP iktidarı döneminde Celal Bayar, gençlere, “Söyleyin bakalım gençler, laikliğin bizdeki esas hedefi nedir” sorusunu yöneltiyor. Gençler, “Din-devlet işlerinin ayrılması” gibi klasik cevaplar veriyor. Bayar, gençlere ‘hayır’ diyerek anlatmaya başlıyor: “Biz zor anda, gizli celsede Batılılara söz verdik. Belli bir zaman içinde bu millete bu dini unutturacağız. Bizdeki laikliğin gayesi budur”.

Emre, halen hayatta olan Hulusi Özkul isimli Adana milletvekilinin konuşmanın tanığı olduğunu belirttikten sonra Bayar’ın şunları söylediğini de ekledi:

Bu Batılılara verilen gizli sözün bekçiliğini bizde devlet başkanları yapar. Ordu yapar, mahkemeler yapar.Benden sonraki devlet başkanları da aynı görevi yapacaklardır. Batılılara böyle söz verdik, hadi bakalım inkılapçı gençler, böyle bilesiniz, böyle hareket edesiniz.”

Süleyman Arif Emre, iddiasını destekleyen bir başka detay daha verdi: “Hukuk Fakültesi’nde 1944 senesinde Lozan seçmeli ders olarak bize okutulmuştu. Nusret Mete [Metya] isminde bir profosörümüz, o da aynı şekilde, ‘Bizde laikliğin gayesi budur’ demiştir.”

(http://www.radikal.com.tr/politika/erbakan-isvicrede-obezite-tedavisi-gormus-1094187/)

*

SÜLEYMAN ARİF EMRE, LOZAN’DAKİ GİZLİ CELSEYİ VE LAİKLİĞİN TÜRKİYE’DEKİ İŞLEVİNİ ANLATIYOR

*

TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı

Komisyon: DARBE

Giriş : 12.00, Tarih: 26/6/2012, Grup: Uyan

*

DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU BAŞKANI YAŞAR KARAYEL– Muhterem Süleyman Ağabey, ev sahipliği yaptığınız ve bizi kabul ettiğiniz için size teşekkür ediyoruz. Türkiye Büyük Millet Meclisi ülkemizde demokrasiye müdahale eden tüm darbe ve muhtıralar ile demokrasiyi işlevsiz hale getirmek isteyen bütün girişim ve süreçlerin tüm boyutlarıyla araştırılarak, alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla dört siyasi partimizin de müştereken vermiş olduğu Meclis araştırması önergesinin kabulüyle bir Darbeleri Araştırma Komisyonu kuruldu. Bu Darbeleri Araştırma Komisyonu üç kısımdan oluşuyor: 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 80 darbesi ve 28 Şubat dönemindeki yaşadıklarımız ve 27 Nisan Bildirisi’yle oluşan üç tane komisyonumuz var. Biz bu 3’üncü komisyon olan, Darbeleri Araştırma Komisyonu, 28 Şubat ve 27 Nisan dönemini araştırıyoruz. Buradaki arkadaşlarımız, Avukat Feyzullah Kıyıklık Bey, İstanbul Milletvekilimiz; Avukat İdris Şahin Bey, Çankırı Milletvekilimiz, bizim aynı zamanda komisyon sözcümüz, AK PARTİ milletvekili her ikisi de; Sırrı Süreyya Önder Bey İstanbul Milletvekilimiz, kendisi Adıyamanlı, sizin de hemşehriniz, şu anda Barış ve Demokrasi Partisi adına burada bulunuyor. Benim ismim de Yaşar Karayel, Kayseri Milletvekiliyim, bu alt komisyonun başkanlığını yapıyorum. Bize ev sahipliği yaptığınız için size teşekkür ediyoruz.

SÜLEYMAN ARİF EMRE – Biz de teşekkür ederiz.

BAŞKAN – Sağ olasınız. Öncelikle, kayıtlara geçmesi açısından kendinizi kısaca, biyografinizi söyleyerek lütfederseniz memnun oluruz. Buyurun efendim.

SÜLEYMAN ARİF EMRE – Ben, 1923 doğumluyum. Mesleğim avukat, önce Ankara’da, sonra Adıyaman’da avukatlık yaptım. Sonra Adıyaman’da politikaya giriştim, 65 seçimlerinde Yeni Türkiye Partisinden milletvekili seçildim. …

Şimdi, gerçekten Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet, bütün bu davalar nasıl oldu? Darbelerin meydana getirdiği yamukluk sebebiyle siyasi parti hak ve hürriyetleri nasıl ortadan kaldırıldı, onu anlatmak istiyorum. Şu şekilde: Gene belgelere hemen el konuluyor, bir yere, çuvala muvala saklanıyor. Ondan sonra, Başsavcı birçok kendi yakını olan yazarlara, gazetecilere delil ihdas etmek için makale yazdırıyor, o makaleyi Anayasa Mahkemesine götürüp veriyorlar…. Ondan sonra, belge yok, Partinin her şeyi kapalı, bir de üstelik partilerin hukukunu garantiye, istikrara kavuşturmak için Siyasi Partiler Kanunu tedvin edilmiş o sırada, 648 sayılı Kanun ve ondan sonra da onu takip eden kanunlar. Bu kanunları nasıl aşıyorlar? Despotluk yapmak için yani bir nevi darbe içgüdüsünden kaynaklanıyor.

Biz Anayasa Mahkemesine diyoruz ki: “Efendim, birkaç şahsın sözüyle milyonlarca oy almış bir parti kapatılamaz. Siyasi Partiler Kanunu’nda gerçekten isabetli bir hüküm var. Ne diyor o, “Evvela, o kişiler ait olduğu mahkemede yargılanır, siyasi yasakları çiğnediğine dair mahkeme karar verir. O kararı, Anayasa Mahkemesi Savcısı partiye gönderir, bir ay içerisinde o şahıslar ihraç edilmezse, parti kabullenmiş olur o yasak fiilleri, ondan sonra dava açılır.” Anayasa Mahkemesi oturuyor, diyor ki: “Ben, o şahıslarla ilgili 3-5 kişinin mahkemeye sevk edilmesini edilmemesini ciddiye almıyorum. Ondan dolayı, sizin dayandığınız o savunma maddesini, biz hem Anayasa Mahkemesiyiz hem de kanunları yargılayan mahkemeyiz, iptal ettik. Başka diyeceğiniz var mı?” İnceliyoruz, bir madde daha buluyoruz, “Peki, öyleyse inceleyelim.” diyorlar. Ertesi gün, biri çağırıyor “evvela bu davalara duruşmalı bakılır.” dediği hâlde o zamanki 648 sayılı Kanun’da “Peki, duruşmalı bakalım.” dediler, sonra dediler ki “Yanılmışız, duruşmasız bakacağız.” Daha sonra 2’inci maddeyi de öne sürdük, “Bu varken de kapatamazsınız dediler. Biz onu da inceledik, onu da iptal ettik.” dediler.

Hadi bakalım ne diyeceksin! Hoca’da o zaman Genel Başkan, dedi ki: “Ormanda bir fil çamları devire devire geliyor, hiç kurtuluş yok.” Refah Partisinin davası da o şekilde, aynı prosedürde, partilerin savunmasını sağlayan maddeler iptal edilmek suretiyle, Fazilet Partisi de o şekilde kapatılmıştır. Yani, Türkiye’de ne demek oluyor bu: Siyasi hak ve hürriyetler mahkemelerin darbe içgüdüsüne kapılmaları dolayısıyla işlemez hâle gelmiş bulunuyor. Mesela o zaman şeyle ilgili “kayıp trilyonlar davası” var. Makbuzları, belgeleri ortaya koyacağız, altmış sekiz çuvala doldurulmuş, üstü mühürlenmiş, onu çıkartıp okuyamıyor, kullanamıyorsunuz. Ondan sonra, hadi bakalım, sen hamasi bir nutuk çek de parti kurtulsun!…

Bildiğiniz gibi 1’inci, 2’inci Meşrutiyeti Abdülhamit Han ilan etmişti fakat Abdülhamit Han, darbeyle, darbei hükûmetle tahttan indirildi. İlk defa orada başladı böyle bir zorbalık diyelim. Cumhuriyetten sonra niçin sık sık darbe ve darbe gerilimi meydana gelmiştir? Bildiğiniz gibi, cumhuriyette, Avrupa’da olduğu gibi, din ve vicdan hürriyeti ilmî tariflerine uygun olarak kabul edilmemiştir. Devamlı tek taraflı, Müslümanları ezecek şekilde bir tatbikata müsait bir şey ortaya konmuştur. Niçin bu yapılmıştır? Şimdi Efendim, “Biz yeni bir inkılap yaptık.”

İşte İstiklal Mahkemelerinin fonksiyonunu biliyorsunuz, birçok kişi hiç yüzünden, sorgusuz sualsiz idam edilmiştir. “Bu şartları da göz önünde tutarak, biraz da şey davranmak lazım, devrimler oturuncaya kadar yerine böyle şeylerden bahsetmemek lazım.”

Şimdi, şu şekilde bir hatıramı anlatacağım, kısa kesmek için, çok teferruatlı olaylar var da: 1965 senesinde Meclise ilk defa girdiğim zaman, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Meclise getirilmişti, Yeni Türkiye Partisi milletvekili ya da grup başkan vekili olarak, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planına bir ek yapılmasını önergeyle teklif ettim. Dedim ki: “Yalnız maddi hedeflere yönelik bir planlama yetersiz kalır. Osmanlı devrinden beri sükûta başlayan ahlakımızı yeni nesilleri eğiterek bir de manevi kalkınma, ahlaki reform yapmamız lazım gelir diye bir önerge verdim. Bu önergeden sonra, İsmet Sezgin çıktı, dedi ki: “Sarahaten böyle bir hükmü yok ama planı zımnen vardır, önergenin, teklifin reddine…”

O sırada da Ali İhsan Çelikkan diye bizim Yeni Türkiye Partisi’nin bir milletvekili vardı, Gümüşhane Milletvekili, Ekrem Alican Bey’in de akrabası. Ali İhsan Çelikkan dedi ki: “Arif Ağabey, ben senin önergene oy verdim, haberin olsun.” “Ya, İhsan aynı partideniz.” dedim. “Ondan dolayı değil de içtenlikle oy verdim. Şimdi bir hatıramı size anlatacağım.” dedi….

Şimdi, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’na verdiğim önergesinden sonra Ali İhsan Çelikkan “Ben bu konuyla ilgili tarihî bir hatıramı size anlatmak isterim.” dedi ve şöyle anlattı:

Tevfik İleri’yi, 40- 50 tane solcu genç, Türk Millî Talebe Federasyonu solcu bir teşekküldü o zaman…. Celal Bayar’a gidiyorlar, Tevfik İleri’yi şikâyet ediyorlar, diyorlar ki: “Tevfik İleri, Milliyetçiler Derneğine para yardımı yaptı. İlerici, Atatürkçü olan Yalman’ı Hüseyin Üzmez ondan dolayı vurdu.” … Ali İhsan Çelikkan …, o solcu gençlerle beraber kendisi de talebeymiş o zaman, Ekrem Alican Bey’in tesiriyle düzeltmiş fikirlerini.

Celal Bayar … “Söyleyin bakalım gençler, laikliğin bizdeki esas hedefi nedir?” Gençler demiş ki: “Efendim, din işi ayrı olacak, devlet işi ayrı olacak.” “Hayır oğlum, sadece o değil.” “Kanunlar yapılacağı zaman dinî kurallara hiç müracaat edilmeyecek.” “O da değil, şu da değil.” “Peki efendim nedir?” demişler, Celal Bayar aynen şöyle söylüyor, Biz zor anda, gizli celsede Batılılara söz verdik, belli bir zaman süreci içerisinde bu millete bu dini unutturacağız. Bizdeki laikliğin gayesi budur diyor Bayar’a. Ali İhsan Çelikkan bunu duymuş.

O esnada solcu olmayan gençlerden birisi de Celal Bayar’ın bu sözüne şahit olmuş. Bizim eskiden “Hulusi Özkul” diye bir Adana milletvekili vardı, şimdi sağdır, mevcuttur…. Hulusi Özkul da orada, aynen Celal Bayar’ın bu ikrarını dinlemiş.

Şimdi yani esas maksat zamanla bu milleti, şehitleri şehit, gazileri gazi yapan ruh ve imandan ve karakterden uzaklaştırmak, gaye bu yani “maneviyatını öldürmek” desek de aynı manaya geliyor. Şimdi böyle olduğu için… Celal Bayar şunu da ilave ediyor: “Bu Batılılara verilen gizli sözün bekçiliğini bizde devlet başkanları yapar. Başka? Ordu yapar, devlet başkanları yapar ve ondan sonra mahkemeler yapar. Benden sonraki devlet başkanları da aynı görevi yapacaklardır. Batılılara biz böyle söz verdik, hadi bakalım inkılapçı gençler, böyle bilesiniz, böyle hareket edesiniz.”

Bu zihniyet ve bu iş birliği ortada olduğu için, sık sık bu sebebe dayalı olarak, laiklik de doğru dürüst tarif edilmediği için, bu yüzden partiler kapatılıyor, darbeler yapılıyor, “İrtica geliyor, geldi, gelecek, öyleyse bu partiyi kapatalım.”

Bakınız Menderes Meclis konuşmasında bir cümle söylemiş: Menderes’e karşı Meclis o kadar sert davranmıştı ki ben o hadiseleri hatırlıyorum. Ben o hadiseleri hatırlıyorum, demiş ki: “Arkadaşlar, Meclis her zaman gündemine hâkimdir, siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz.” Şimdi, bir general başka bir darbede, aynen, ben televizyondan dinledim, böyle dediği için bile onu idam ettiler. Şimdi, şey buradan başlıyor; gerçek demokrasiye geçmek şöyle dursun, milletin bütün manevi değerleriyle karşılaşma gibi, mücadele etme gibi bir mecraya girmiş bulunuyor. Onun için, bu sebepten, “Efendim, laikliğe aykırı hareket ettin, biz senin partini kapatacağız.” Adalet Partisinin de aleyhine dava açan bu sebepti, bu gerekçeydi. Hatta, gelelim 28 Şubata….

Şimdi, devamlı olarak İslami hareketin sindirilmesi, etkisiz hâle getirilmesine çalışılmıştır. Bilhassa, İnönü devrinde -ben İçişleri Bakanlığında memurdum, hem memur hem talebeydim- İnönü zamanında İmam Hatip okulları kurulması yasaktı, ilahiyat fakültesi kurulması yasaktı, İslami müessese kurulması yasak, hepsi yasak. Ahmet Hamdi Akseki, merhum -bilahare Diyanet İşleri Başkanlığında ben memur da oldum- “Memleket asıl irticaya şimdi girdi.” diyor. Şimdi, camilerde cuma hutbesi okuyacak hoca kalmamış, cenaze yıkayacak hoca kalmamış. Bir köylü delikanlısı “İşte, ben hocayım.” demiş, ona “Sen hoca değilsin.” diyen de yok. Öyle bir korkunç Fetret Devri uygulandı ki ben şuna şahit oldum İçişleri Bakanlığında memurken: 5-6 bin kişi listeye konuyor, eski müftülerden, dinî bakımdan, nice bilgili ilim adamlarından, şundan bundan, bunlar sürgüne gönderiliyor. Şarktaki garba, garptaki şarka, şimaldeki cenuba, cenuptaki şimale sürgüne gönderiliyor. Maksat, dine baskı yapıp sindirmek.

Ondan sonra ne yapılıyor? Aleyhlerine dava açılıyor, delil olsun, olmasın. Ertesi sene gene aynı tatbikat, ertesi sene gene aynı tatbikat. Dinî eğitim yasaklandığı hâlde yetinilmiyor onunla, bir de böyle bir idari mekanizma işletiliyor. Neticede, memleket, tamamen, Bayar’ın dediği şekilde dini unutturma politikasını önemli bir politika olarak benimsemiş sayılıyor.

Şimdi, bu 28 Şubatlar, bizim partilerin kapatılması falan filan aynı zihniyetin devamından ibarettir.

Bakınız, şimdi, Vural Savaş Refah Partisini kapatmak için dava açtı. İddianamesinde şuna dayanıyor: Erbakan on sekiz maddelik, Millî Güvenlik Kurulunun dayattığı laiklikle ilgili şartları kabul edip uygulamadı, ondan dolayı bunun partisinin kapatılması lazım diyor. Bu gerekçeyle dava açıyor. Anayasa Mahkemesi aynı gerekçeye başka gerekçeler ekleyerek parti kapatıyor. Fazilet Partisi de aynı şekilde kapatılıyor. Yani İslami herhangi bir mesele bir siyasi parti tarafından ele alınsa derhâl o şaibeli hâle düşmüş oluyor….

Bizim bu konuda, yalnız, Celal Bayar’dan edindiğimiz o itirafa ilaveten bir de şunu hatırladım: Hukuk fakültesinde 1944 senesinde Lozan seçmeli ders olarak bize okutulmuştu. Nusret Mete isminde bir profesörümüz, o da aynı şekilde söylemiştir, “Bizdeki laikliğin gayesi budur” demiştir. [Bant/kaset kaydı çözülürken Metya şeklindeki soyadının yanlışlıkla Mete olarak yazıldığı anlaşılmaktadır. Nusret Metya, Lozan‘da, Dışişleri Bakanlığı İkinci Hukuk Müşaviri sıfatıyla görev yapmıştır.]

Bizim parti, Millî Nizam Partisi, Selamet olarak ortaya çıktıktan sonra daha, henüz, tam manasıyla teşkilatlanmadan şöyle bir komployla karşılaştık: Orhan Birgit bana rast geldi -Hazineden geliyorum, ben hem avukatım hem Genel Başkanım o sırada- dedi ki: “Arif Bey, niye o kadar rahat adamsın sen? Bu Demirel ne yapmış? Demirel Selamet Partisinin kapatılması için bir dosya hazırlattırmış, bu dosyayı da Millî Güvenlik Kuruluna göndermiş, iki gün sonra Millî Güvenlik Kurulunun toplantısında kapatılmalıdır derse derhâl siz kapatılacaksınız.” deyince tabii, ben çok üzüldüm, başımdan aşağı kaynar su döküldü….

Ne yapmışlar, biliyor musunuz? Kadir Mısıroğlu’nun harf inkılabı aleyhinde, Atatürk aleyhinde, getirilen Ceza, Medeni Kanun, Borçlar Kanunu hepsi gâvur kanunudur diye yazdığı makalelerin üstüne şimdi Genel Başkan Süleyman Arif Emre konuşuyor diye bir sahte giriş eklemişler. Bunları banda çevirip bu bantları da paşalara göndermişler ki paşalar onu okuyacak, ertesi gün partiyi şey edecek….

Şimdi, benim hatırımda kaldığı kadarıyla Fransa’da buhranlı bir dönemde, sanıyorum, Vichy Hükûmeti diye beceriksiz bir hükûmet varmış. Dört kuvvet komutanı, aynen Türkiye’de olduğu gibi, deklarasyonla, “Çekilsin bu hükûmet, biz yenisini kuracağız.” diyorlar. Bütün Fransa halkı, bütün sivil toplum kuruluşları, sendikalar, partiler, hatta seksenlik kadınlar bile reaksiyon gösteriyorlar. “Darlan’ın askerlerine biz süpürge sopasıyla, ekmek bıçağıyla karşı koyarız.” diyorlar ve ilk yaptırım olarak Demokratik Cephe genel grev ilan ediyor. Genel grev ilan edince grevi kırmak için GMC’ler, cipler sağa sola gidiyor, hiçbir şey yapamıyorlar. Öyle bir Fransa. İki üç gün sonra bakıyorlar ki durum vahim, “Biz büyük milletimizden özür dileriz. Varsa cezamızı çekmeye razıyız, biz deklarasyonumuzu geri aldık.” Şimdi, Türkiye de demokrasiyi muhafaza konusunda buna benzer tavırları sürdürürse demokrasi gerçekten Türkiye’de yerleşir ve bir daha da geri dönülemeyecek hâle gelir. Ama darbe olacakmış, ben darbeci değilim ama yan cebime koyarsanız memnun olurum kabîlinden, 27 Mayısta İnönü’nün yaptığı gibi… İnönü 27 Mayısta tavır koysaydı bir şey olmazdı. Bütün diğer partiler “Bana ne canım, aleyhine darbe yapılacak olan parti düşünsün, ben bu işe karışmayayım.” dedi miydi, o zaman demokrasi gemisinin delinmesine izin verilmiş oluyordu….

BAŞKAN – Rahmetli Erbakan Hoca, bir televizyon programında Amerikan kriptolarınıgöstererek Amerika’nın Refah Partisi Hükûmetinden rahatsız olduğunu ve bu iktidarın düşmesine dair bir kriptodan bahsetti. Siz gördünüz mü onu?

SÜLEYMAN ARİF EMRE – Ben onu gördüm, okudum, Hoca’ya tekrar verdim. Tamamen CIA’nin öyle bir raporu var, o da bizim elimize geçmiştir. Bilhassa Hoca’nın D-8’leri kurmuş olması Amerika’yı son derece kızdırmış ve “Mutlaka bu Hükûmet bertaraf edilmelidir.” kanaati hasıl olmuş….

(https://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/28_subat_alt_komisyonu/28_subat_alt_komisyonu/26.06.2012/S%C3%BCleyman%20Arif%20Emre-26.06.2012.pdf)

BÜTÜN ZAMANLARIN EN KUSURSUZ KUMPASI: İNGİLİZ’İN ULU YALAN ATATÜRK’LE OSMANLI’YA OYNADIĞI OYUN

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 6)

*

*

Ulu yalan Atatürk‘ün TBMM’nin açılışı münasebetiyle 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşmayı tartışıyorduk..

Önceki bölümlerde, İngiliz İstihbaratı’nın (kendisini rahip diye tanıtan) İstanbul şefi Robert Frew ile Atatürk’ün bağlantısına dikkat çekmiştik.

Ayrıca, yalanların önderi Atatürk‘ün, TBMM’de yaptığı açılış konuşmasında, Frew’un piyonu olmaktan öteye gitmeyen Sait Molla‘dan bahsederken, asıl çıban başı Frew‘un adını bile anmamasındaki hinoğlu hinliğe dikkat çekmiştik.

Bunun yanı sıra, 1927’de irat ettiği mahut Nutuk‘unda da, basit bir maceraperest (sergüzeşt-cû) gibi göstermek suretiyle Frew’un gerçek kimliğini perdelediğini ortaya koymuştuk.

Son olarak da, Padişah Vahideddin’e Anadolu’dan gönderdiği (ve TBMM’de milletvekillerinin huzurunda okuduğu) bir telgraf metni üzerinde durmuştuk.

*

Ulu yalan Atatürk’ün okuduğu telgraf metnini, kaldığımız yerden dinlemeye devam edelim:

Yalnız, üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor [hassas] dönemde bile İstanbul’daki uygunsuz ve nefret uyandıran konulardan [tehalüf ve münaferet-i efkârdan: ihtilaf ve düşünce alanındaki karşılıklı nefretten] ve kışkırtıcı söylentilerden [ihtirasat-ı fitnekârîden: fitne çıkarıcı nitelikteki ihtiraslardan/hırslardan] rahatsız durumdadır. Gerçekten İstanbul yöresinin bozulmaya yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok olması ve devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar.

Yüce Padişahım! Hükümdarları hatırlayacaklardır ki, verilen görevin [vezaif-i mevduamın: verilen görevlerimin] yerine getirilmesi sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve önleme ihtimallerini [tezvirat (ara bozucu dedikodular) ve mümaneatı (mani olma) ihtimalini] daha İstanbul’da sunduğum açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında [İngilizler’in baskısı yüzünden daha önce görevlerinden alınan] Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.

Önceki yazılarımızın birinde, ulu yalan Atatürk‘ün, Erzurum Kongresi sırasında hempalarından Mazhar Müfit ile Süreyya‘ya “gizli gündem“ini ve Padişah Vahideddin hakkındaki hain planlarını anlatmış olduğuna değinmiştik.

Yukarıdaki ifadelerinden anlaşılıyor ki, takiyye ve gizli gündem harikası ulu yalan Atatürk, bir yandan Vahideddin’e yağ çeker ve dalkavukluk yaparken, diğer yandan da dürüst ve samimi bazı kişiler tarafından maskesinin düşürülmesi ihtimaline karşı Vahideddin‘e, “İngilizler’in oyununa gelen bazı bozguncular aramızı bozmak için tezviratta bulunabilir, benim yüce zatınıza hizmet için görevlendirilmeme mani olmaya çalışabilirler” demiş.

Ön almaya çalışmış. Başarmış da..

*

Hiç kuşkusuz, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi‘nin ulu yalan Atatürk‘ün söz konusu vazife için uygunsuz olduğunu söylemesi karşısında Vahideddin’in aklına, dalkavuk yaverinin ön almak için söylediği bu tür hileli sözler geliyor ve muhtemelen şöyle düşünüyordu:

Benim bu yaver gerçekten âteşîn bir zekâ.. Âteşîn bir zekâ.. Ayağının kaydırılmaya çalışılacağını nasıl da biliyor.. Müthiş!.. Bizim bu zavallı Şeyhülislam da tam saf.. Tamam ilmi var, takvası var, dürüst, güvenilir, mert, asla yalan söylemez, kimsenin karşısında eğilip bükülmez.. Fakat saf.. Siyasetten de hiç anlamıyor. Mustafa Kemal gibi beni anlayan, siyaseti bilen, sadakati şüphe götürmeyen kabiliyetli ve genç bir adamımızın hizmetine mani olmaya çalışan tezviratçıların oyununa geliyor. Suizanda bulunuyor. Çok yazık.. Tamam ben de biliyorum, Mustafa Kemal’in bazı zaafları var.. Fakat kimin yok ki! Armudun sapı, üzümün çöpü dersek elde adam kalır mı?!. Adam yerli mi, milli mi, sen ona bak!. İşin temeli vatanseverlik, sadakat ve vefa.. Mustafa Kemal’deki sadakat ve vefa kaç kişide var?!

Böyle düşündüğü için de, (Merhum Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralar‘ının ikinci cildinde aktarıldığı üzere) Şeyhülislam’ın yüzüne karşı şu zehirden acı sözleri söylemekten çekinmiyor:

[Mustafa Kemal’i] Yanlış anlıyorsunuz, suizan ediyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesâim [ortak çalışmışlığım] oldu; fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Efendim orduda bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen insan… Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ…

Evet, ulu yalan Atatürk’ün cibilliyeti ve karakteri takiyye ile yoğurulmuş olduğu gibi, İblis’e pabucunu ters giydirecek kadar da kurnaz.

Tabiatiyle “olduğu gibi görünme” notu 10 üzerinden sıfır, takiyye ve riyakârlık (gösteriş) notu ise 10.. Tam puan.

Bu milletin tarihinde böylesi bir ikinci tip yok.

*

Ulu yalan Atatürk’ün telgrafınde yer alan “Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında [İngilizler’in baskısı yüzünden daha önce görevlerinden alınan] Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim” şeklindeki ifadeye gelince..

Nasıl düşmeyecekti?

Bundan bahsetmiyor, fakat neyi kastettiği anlaşılıyor.

Padişah’ın ve Osmanlı Hükümeti’nin verdiği görev çerçevesinde Anadolu’yu örgütlemeye başlayınca, Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların mevzî/lokal, talî öneme sahip hizmetlerine bile göz yummayan İngilizler’in, ulu yalan Atatürk’ün görevden alınması için baskı yapmaları kaçınılmaz.

Yapmak zorundalar, aksi takdirde kendileriyle olan gizli bağlantısı açığa çıkar.

İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi Frew, angaje ettikleri ulu yalan Atatürk’e şöyle birşey demiş olmalı:

Sen Anadolu’yu örgütlemeye başlayınca Osmanlı Hükümeti’nden seni görevden almalarını istememiz gerekir. Aksi halde deşifre olursun. O yüzden en uygun olanı, o gün geldiğinde askerlikten istifa etmen.. Zaten bir meclis (TBMM) toplayıp yetkiyi Padişah’tan ve Osmanlı Hükümeti’nden değil milletten aldığını, millî iradeye dayandığını söylemen gerekiyor. Askerlikten istifan bunu kolaylaştırır. Ancak sen, daha Samsun’a doğru yola çıkmadan önce, seni görevlendirenlere, “böyle şeyler olabileceğini, öyle bir durumda Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların durumuna düşmemek için istifa edeceğini, o gün geldiğinde bunu kendilerine karşı bir hareket olarak yorumlamamaları gerektiğini” söylersin. Fakat bizim, senin aleyhinde onlara baskı yapmaya devam etmemiz gerekir. Böylece sen onları senin gibi bir vatansevere karşı İngilizlerle işbirliği yapmak ve vatanı satmakla suçlama imkânına kavuşacaksın.

*

Aynı telgraf metninde Ulu Yalan’ın yukarıya aldığımız ifadelerinden önce şu laflar da yer alıyordu:

Bu duygumu [“Bu ilhamatı” (ilhamları)] açıklamak [izah etmek] isterim. İstanbul’dan son olarak ayrılacağım gün bu şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız Boğaziçinde bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek, «görüyorsun» dediniz. «Ben artık memleket ve milletin nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum» [memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geleceğini tasavvurda tereddüde duçar oluyorum] ve ellerinizi kaldırarak, «inşallah millet akıllanır ve uyanır [mütenebbih ve müteyakkız olur], bu üzücü durumdan gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır» buyurdunuz. Yazımda arz etmek istediğim bu kutsal sözlerdir.

Hükümdarımızın bu gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak [Dilhah-ı miktarilerinden mülhem (ilham alan) azim ve iman ile] görevime devam ediyorum. …

… Son kutsal buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır.

Evet, ulu yalan Atatürk’ün 24 Nisan 1920 tarihinde TBMM’de milletvekillerinin önünde okuduğu telgrafında bu ifadeler yer alıyor.

Yedi yıl sonraki Nutuk‘unda ise bu görüşme hakkında hiçbir şey söylemiyor.

*

Mahut Nutuk şu cümleyle başlıyor:

1919 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım.

Evet, Nutuk‘un ilk cümlesi bu..

Çıktın da nasıl çıktın?

Yalnız başına, parasız pulsuz, namsız nişansız mı çıktın?

Padişah’la ve Osmanlı hükümeti ile bağlantılı olarak ve resmî bir memuriyetle mi çıktın, yoksa (mesela geçmişte Türkiye’den Afganistan’a, Bosna’ya vs. “cihat” için kendi başına gidenler gibi) etkisiz yetkisiz kaçak bir vatandaş Mustafa Kemal olarak mı gittin?

Vatandaş Mustafa Kemal olarak gitme hasbîliğini sergileme fedakârlığını gösterseydin, böyle bir riski alsaydın, seni kim adam yerine koyardı?

Ve sen bu riski alır mıydın?

*

Almazdın!

Bu riski almayacağını, alamayacağını anana (Zübeyde Hanım’a) yazdığın mektup da ortaya koyuyor.

Atatürkçüler, Sivas Kongresi öncesinde Erzurum’dan yazılan bu mektuba çok önem veriyorlar.

Mesela İpek Çalışlar’ın Mustafa Kemal Atatürk – Mücadelesi ve Özel Hayatı adlı kitabının internetteki reklamında (tanıtım yazısında) bu mektuptan pasajlar aktarılmış.

Ulu Yalan, “Muhterem Valideciğim” diye başlayan mektubunda hal hatır sorma faslından sonra şöyle diyor:

Malumunuzdur ki, daha İstanbul’da iken ecnebi [yabancı] kuvvetlerin devleti, milleti fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa cümlesini hapis ve tevkif ve bir kısmını Malta’ya nefy ve tazip etmekte (sürgün ve azap etmekte) pek ileri gidiyorlardı. Bana nasılsa ilişememişlerdi. 

Neden ilişememişlerdi?

“Nasılsa” dediğine göre, (görünüşte) kendisi de bilmiyor olmalı..

Ulu yalan Atatürk’ü “millete hizmet edebilecek” evsafta görmemişler miydi yoksa?..

Yoksa, bu “keramet”in ardında İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi Frew mu vardı?

*

Yalanların önderi Atatürk’ün bir sonraki cümlesi şöyle:

Fakat 3. Ordu müfettişi olarak Samsun’a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler.

Demek ki ulu yalan Atatürk, İstanbul’daki İngilizler’in “şüphelenmediği” bir adammış.

Herkese nasip olacak bir meziyet değil.

Soru şu: Samsun’a ayak basar basmaz şüpheleniyorlar da, vize talebi sırasında niçin şüphelenmiyorlar?

Aslında bu sorunun cevabını biliyoruz. İngiliz İstihbaratı’nın yazdığı senaryo gereği, kahramanımız Samsun’a ayak basar basmaz şüphelenmiş görünmeleri gerekiyor.

Ulu yalan Atatürk’ün kendi ajanları olduğunun anlaşılmaması (ve de sonraki süreçte Vahideddin ile Osmanlı hükümetinin vatanı satan hainler, İngiliz işbirlikçileri olarak damgalanması) için filmin bu aşamasında acayip bir ulu yalan Atatürk düşmanlığı yapmaları gerekiyor.

*

Ulu Yalan’ın anasına yazdığı mektubun bir sonraki cümlesi ise şöyle:

Hükümete benim sebebi izamımı [gönderilme nedenimi] sordular.

Neden vize talebi sırasında değil?

Diyelim ki siz şimdi İngiltere Büyükelçiliği’ne vize başvurusunda bulundunuz. Vize talebinizin nedenini başvuru sırasında mı sorarlar, yoksa siz kapağı İngiltere’ye attıktan sonra mı?

*

Mektubun bir sonraki cümlesine geçelim:

Nihayet İstanbul’a celbimi (çağırılmamı) talep ve bunda ısrar ettiler.

İngilizler algı operasyonuna hızlı başlamış.

Herkesi tutuklar ve Malta’ya sürerken, nasılsa ulu yalan Atatürk’e ilişemiyorlar.

Ondan hiç şüphelenmiyorlar.

Ayrıca, (nerde görülmüşse böyle müfettiş) 30’a yakın acayip kalabalık bir maiyetle Samsun’a gitmesi için vize veriyorlar.

Sonra da, ulu yalan Atatürk menzil-i maksuduna erince nasılsa pireleniyorlar.

Enayiliğin kitabını yazacak kadar da saflar ya, Osmanlı hükümetinin kendilerine “doğru bilgi” vereceğinden eminler.

*

İngiliz İstihbaratı’nın (gizli servisinin) tezgâhı, ulu yalan Atatürk’ün mektubundaki bir sonraki cümlede kendisini faş ediyor:

Hükümet beni iğfal ederek (gaflete düşürerek) İstanbul’a celp ve İngilizlere teslim etmek istedi.

İngilizler’in sözde salakça, atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra uyanıp Osmanlı hükümetinden ulu yalan Atatürk’ün geri çağırılması talebinde bulunmalarının nedeni, işte bu cümleyi yalanların önderi Atatürk’e söyletebilmek için.

Ajanları Ulu Yalan’ın Osmanlı hükümetini ihanetle suçlayabilmesi için.

Tabiî bir taraftan da, ajanları Atatürk’ün işini kolaylaştırmak, ona zaman kazandırmak için Yunan‘ı Aydın sınırında Milne Hattı ile durduruyorlar.

*

Mektubun bir sonraki cümlesine geçelim:

Bunun derhal farkına vardım.

Yani Osmanlı Hükümeti’nin kendisini aldatmaya çalıştığını, İngilizler’e “satacağını” derhal anlamış.

Ulu yalan Atatürk’e göre, kendisi herşeyin derhal farkına varıyor.

O günlerin “üzerinde Güneş batmayan imparatorluğu” İngiltere ise, o kadar diplomatına, politikacısına, stratejistine, tarihçisine, filozofuna, kâşifine, mucitine, bilim adamına, komutanına, istihbaratçısına rağmen, ulu yalan Atatürk‘ün Samsun’a niçin gönderildiğinin farkına varamayacak halde.

Ulu Yalan’a kapı gibi vize veriyorlar.

İşin aslı şu: Bu milleti külliyen “civciv” beyinli zanneden İngiliz keferesi ve ajanları, milletin civcivliğine o kadar güveniyorlar ki, ufak atmaya bile gerek duymuyorlar.

*

Mektubun sonraki satırlarına geçelim:

Ve bittabi kendi ayağımla gidip esir olmak doğru değildi. Padişahımıza hakikat hali yazdım. Ve gelemeyeceğimi arz ettim. Zat-ı şahane de evvela buna muvafakat etti. Fakat daha sonra İngilizlerin tazyiki (baskısı) ziyadeleşti (fazlalaştı). Nihayet o da İstanbul’a avdetimi (dönmemi) irade etti (istedi). Bu suretle artık resmî makamımda kalmaya imkan göremediğim gibi askerliğimi muhafaza ettikçe İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına [Padişah Vahideddin tarafından] mukabele edilemeyecekti (karşı konulamayacaktı). Bir tarafında bütün Anadolu halkı tekmil millet hakkımda büyük bir muhabbet ve itimat gösterdi. “Seni bırakmayız” dediler. 

Bittabiî (doğal olarak) ulu yalan Atatürk, anasına yazdıklarını millete de söylüyor.

“Zat-ı şahane Padişahımız”ın kendisini gerçekte çağırmak istemediğini, verdiği (herkesin bildiği bir sır olan) vazifeyi tamamlamasını beklediğini, fakat bunu İngilizler’e açıkça söyleyemeyeceğini millete anlatıyor.

Fakat o arada, Osmanlı Hükümeti’ni kör bıçakla doğruyor. Onların da aynı tazyik/baskı altında, “Aşağı tükürsen bıyık, yukarı tükürsen sakal” diyerek ne yapacaklarını kestiremez halde çırpındıklarını bildiği halde..

Haklarını yemeyelim, İngiliz İstihbaratı oyunun senaryosunu mükemmel yazmış. Ulu yalan Atatürk de rolünün hakkını kâmilen veriyor. Üstün bir yetenek.. İngilizler’in yetenek avcısı oldukları inkâr edilemez.

*

Ulu yalan Atatürk’ün anasına yazdığı mektuba dönelim.

Sözlerini şöyle sürdürüyor:

Filhakika vatan ve milletimizi kurtarabilmek için yegâne çare askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti yekvücut bir hale getirmekle hasıl olacak kudret ve hareket-i milliyeyi (millî hareketi) hüsn-i istimal eylemekten (güzelce kullanmaktan) başka çare mutasavver değildi (düşünülemezdi). Binaenaleyh ben de böyle yaptım. Elhamdülillah muvaffak (başarılı) da oluyorum. Pek yakında netice-i maddiyeyi (maddi sonucu) bütün cihan (dünya) görecektir. Ben bu suretle hareket edince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. Her şeyi inkar ettiler. Ve bütün kabahati bizim hükümete attılar.

Bu ifadelerden de anlaşılabileceği gibi, adamın derdi “milletin başına geçmek“..

Millete hizmet değil.

İngilizler buna derhal yalvarmaya başlamışlarmış.. Ve kazanmaya çalışmışlarmış.

Demek ki İngilizler’le her zaman temas halindeymiş.. İrtibatı koparmamış.

Nasıl yalvarmışlar, onu nasıl kazanmaya çalışmışlar? Kazanmak için ne teklif etmişler?

Keşke bunları da açıklasaydı.

*

Daha ortada yaptığın hiçbir şey yokken, ve birşey yapabileceğin de meçhulken sana yalvarmaya başladıklarını söylediğin İngilizler, vize aşamasında seni kazanmaya niçin çalışmamışlar?

İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi, sohbet arkadaşın, al takke ver külah samimiyetle görüştüğün Robert Frew sana İstanbul’da “Bak sevgili Kemal, sana vize vereceğiz, karşılığında da şunu istiyoruz, yoksa vizeyi rüyanda görürsün” diyemez miydi?

*

İngilizler, bu kadar mı hasbî, cömert, alicenap, geniş gönüllü, bonkör ve diğerkâmlar?

Ulusal karakterleri icabı böylesi can alıcı ve kritik fırsatları değerlendirmekten, fırsatçılık yapmaktan haya edip utanıyorlar mı?

Öyleyse, savaşın galibi bir devlet, üzerinde Güneş batmayan bir imparatorluk oldukları halde, ve de isteseler Yunan’ı Milne Hattı‘nda tutmak yerine senin üzerine gönderebileceklerken, ulusal onurlarını hiçe sayarak senin gibi o sırada baldırıçıplak bir subay eskisi durumunda olan bir adama niçin yalvarsınlar?

Sen herkesi körâlemi sersem mi sanırsın?”

Sende böyle İngiliz’in korkmasını ve yalvarmasını sağlayan bir potansiyel, bir gizli güç vardı da, Suriye cephesinde onların önünden niye arkana bile bakmadan kaçmıştın?

Niçin Padişah’a telgraf gönderip “Aman da barış, yaman da barış, bir an önce İngilizler’le ve müttefikleriyle behemehal barış yapılsın” diye yalvarmıştın?

Niçin İstanbul gazetelerine beyanat verip İngilizler’e yağ çekmiştin?

*

Ulu yalan Atatürk’ün anasına yazdığı mektubu okumaya devam edelim:

Hakikaten hükümet de benimle uğraşmak istedi. Fakat kuvveti buna müsait gelmedi. Ve gelemez. 

Yani “bütün kabahati bizim hükümete atan” İngilizler’le hemfikir.

Peki , hükümet seninle uğraştı, ve kuvveti buna müsait gelmediyse.. Ve de gelemez idiyse, bunu sen biliyorsun da, Osmanlı Hükümeti bilmiyor muydu?

Ve de onlara baskıda bulunan İngilizler bilmiyor muydu?

Bir sen mi biliyordun?

*

Sen biliyorsan İngiliz de biliyordur.

Ve bildiği halde, nasıl oluyor da, sana Osmanlı Hükümeti’nden önce Yunan‘ı saldırtabileceklerken bunu yapmıyor, Yunan’ı Milne Hattı ile durduruyorlar; nasıl oluyor bu?

Nasıl oluyor da, her yaptıkları “sözde düşmanları olan senin planlarına” hizmet ederken, sıra Osmanlı Hükümeti’ne gelince, onu başaramayacağı, sadece kendi alnına kendi eliyle “vatan haini, vatanı satan” damgasını itina ile yapıştıracağı bir tutuma zorluyorlar?

İşte bu, İngiliz’in ulu yalan Atatürk ile birlikte Osmanlı’ya kurduğu kusursuz kumpas..

Bütün kumpasların anası..

*

Ulu Yalan’ın anasına yazdığı mektubu okumaya devam edelim:

Daha bir zaman bu suretle Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Kariben [yakında] Meclis-i Mebusan (Milletvekilleri Meclisi) toplanacak ve meşru bir hükümet mevki-i iktidara (iktidar konumuna) geçecektir. Ben de ihtimal o zaman İstanbul’a geleceğim.

“Burası çok önemli.”

Ulu yalan Atatürk, bu satırlarda aslında İngilizler’le yapmış olduğu gizli anlaşmanın özetini sunuyor.

Asıl maksat vatanın kurtarılması için savaşmak değil..

Asıl maksat, İstanbul’daki hükümeti gayrimeşru ilan ederek yeni bir hükümet kurmak.

Ulu Yalan’ın milletin hakimiyeti ve irade-i milliye masallarını dilinden düşürmemesinin nedeni de bu.

Yeni bir hükümet kurmak için yeni bir meclise ihtiyacı var.

Nitekim, İngiliz dostları, tam da bu yeni meclisin açılışının arefesinde İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ı kapatarak ulu yalan Atatürk’e “Meşru ve yegâne meclis bizim Meclis.. Meşru hükümet de bu Meclis’in hükümetidir” deme fırsatını altın tepsi içinde sunacaklar.

*

Yine, söz konusu mektuptaki bu son ifadelerden, İngilizler’in ulu yalan Atatürk’e İstanbul’u savaşsız teslim etme sözü verdikleri anlaşılıyor.

Yeter ki, yeni bir meclis toplayıp hükümet kurarak Osmanlı Devleti’ni tarih mezarlığının derin bir çukuruna tahtaları çürümüş bir tabut içinde gömebilsin.

Peki Yunan’la savaş?.. Vatanı kurtarma?.. Misak-ı Millî?

İngilizler ile ulu yalan Atatürk‘ün Samsun’a çıkış öncesinde yaptıkları plana göre, Anadolu’da yeni bir hükümet kurulduktan sonra devreye İngilizler girecek, yalanların önderi Atatürk’ün hükümeti ile Yunanistan arasında barış yapılacak.

Fransız‘a Misak-ı Millî sınırları içindeki Halep‘i ve havalisini bir kuru “tanınma” karşılığında bayram yaparak veren ulu yalan Atatürk‘ün Yunan’a (zaten ellerindeki) İzmir ve Manisa’yı kendisinin “tanınması” karşılığında vermekten kaçınacağını düşünmek safdillik olur.

Nitekim, bir yandan “Misak-ı Millî ile belirlenen vatan topraklarını kanımızın son damlasına kadar savunacağız” diyerek kürsülerde nutuk atıp mangalda kül bırakmazken, tek bir damla bile kan akıtmadan Batı Trakya’yı Yunan’a terk etti.

*

Ancak, genellikle yaşandığı gibi burada da evdeki (İstanbul’daki) hesap çarşıya tam uymadı.

Yunanlılar “Sadece İzmir ve Manisa ile yetinemeyiz. Anadolu’da gidebildiğimiz kadar gideceğiz” dediler.

Falih Rıfkı, Çankaya‘sında durumu şöyle özetliyor:

Haziranda [1920] İngiliz nazırları (bakanları), Türk–Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi artık müttefiklere [İngiltere ve Fransa’ya] emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 82.)

Yunan yürüdü.. Eskişehir yengilgisi yaşanınca ulu yalan Atatürk hemen Kayseri’ye kaçma planları yapmaya başladı.

Muhalifler itiraz ettiler, dört günlük bir direnişten sonra, TBMM’nin tüm yetkilerini şahsında toplamak ve yenilgi durumunda hesap vermemek kaydıyla cepheye gitmeyi kabul etti.

Bu şartları kabul etmemiş olsalardı defolu kahraman soluğu Erciyes’in serin yaylalarında alacaktı.

*

Ulu Yalan, anasına yazdığı mektubu şöyle bitiriyor:

Sıhhat ve afiyetimi, katiyen hiç merak ve endişe etmeyiniz. … Ben birkaç güne kadar bir kongre için Sivas’a gideceğim.Tekrar Erzurum’a döneceğim. Tekrar ediyorum. Her işittiğinize önem vermeyiniz. Pekala bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım

Evet, her işittiğimize önem vermemeliyiz.

Buna ulu yalan Atatürk’ün sözleri de dahil elbette.

Vatandaş, “Netice görmeseydim başlamazdım” derken de, şecaat (yiğitlik) arzederken sirkatini (hırsızlığını) söyleyen mert Kıptî gibi farkında olmadan açık vermiş.

Sonunda netice görmeseymiş vatan için kılını bile kıpırdatmayacakmış. Sonra da gelsin “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” palavraları.. (Nitekim Eskişehir bozgunundan sonra da netice rüşvetini almamış olsaydı cepheye gitmeyecek, Ankara’dan tren hızıyla kaçacaktı.)

Milleti dolmuşa bindirip gaza getirmek ve kendisine adeta taptırmak için bu palavrayı söylüyor, kastettiği ise şu: “Mevzubahis olan şahsî ‘netice’ ise vatan da teferruattır. Vur tekmeyi gitsin, canı cehenneme!”

*

Evet, neticeyi görmüş?

Nasıl görmüş?

Gayet açık: İngilizler garanti vermişler.

*

(Devamı için bakınız:

İNGİLİZ İSTİHBARATI’NIN “UYDULAŞTIRMA OPERASYONU”NA “İSTİKLÂL HARBİ” ADINI VERMEK

(“GÖNÜLLÜ KÖLELİK”TEKİ GÖNÜLLÜLÜĞÜ BAĞIMSIZLIK VE HÜRRİYET ZANNETMEK)

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 5)

*

*

İsmet İnönü:

İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında

İngilizlerin buna karar vermesi

ve diğer müttefikleri de bunu kabule

mecbur etmesiyle mümkün olmuştur

(Milliyet Gazetesi‘nin

29 Ekim 1973 tarihli

sayısından aktaran

Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,

İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

*

Evet, konumuz, yalanların önderi ulu yalan Atatürk‘ün TBMM’nin açılışı münasebetiyle 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşma..

İlk dört yazıda bu konuşmanın bazı bölümlerini aktarmış, bu arada İngiliz İstihbaratı’nın (kendisini rahiplik kisvesi altında kamufle eden) İstanbul şefi Robert Frew ile Atatürk arasındaki (kendisinin örtbas edip geçiştirmeye çalıştığı) tuhaf ilişkiye değinmiştik.

Yine, Frew’un basit bir piyonu olmaktan öteye gitmeyen Sait Molla soytarısını dikkatlerin odağına yerleştiren yalanların önderi Atatürk‘ün, TBMM’de yaptığı açılış konuşmasında, heybedeki asıl büyük turp Frew‘dan tek kelime ile bile bahsetmemiş olmasındaki garabeti dile getirmiştik.

Ayrıca, yedi yıl sonra, 1927’de irat ettiği meşhur Nutuk‘unda da Frew’u İngiliz İstihbaratı’ndaki kiritik konumunu gözlerden saklayacak şekilde basit bir maceraperest (sergüzeşt-cû) gibi göstermesindeki (ancak bir İngiliz ajanına yakışacak) sahtekârlığı gündeme getirmiştik.

*

Ulu yalan Atatürk, açılış konuşmasının devamında, önce biraz harcıâlem “vatan, millet, Sakarya” tarzı lüzumsuz edebiyat paralıyor, ardından da, “İngilizler’in talebi üzerine” hükümet tarafından İstanbul’a çağırılmasıyla ilgili olarak Padişah Vahideddin’e gönderdiği bir telgrafın metnini okuyor.

Dinleyelim:

Padişah Hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtibi vasıtasıyla Padişah Hazretlerinin devletli katına:

Büyük ulusun ve kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınızı Tanrı kötülüklerden korusun. Yüce Padişahım, ülkemizin bu gün uğradığı büyük baskı ve bölünme tehlikesi karşısında ancak yüce varlığınız başta olmak üzere, milli ve kutsal bir kudretin çabası; vatanı, devlet ve milletin bağımsızlığrını, şan ve şerefi büyük hanedanınızın altı buçuk asırlık yüce tarihini kurtarabilir. Çevremizdeki kişiler bu genel kanıda birleşmiştir. Son olarak huzurlarınıza kabul edilmek onurunu kazandığımda, üzücü İzmir olayı dolayısıyla hüzün dolu olan kutsal kalbinizden doğan kurtuluşla ilgili görüşleriniz [pek mahzun olan kalb-i hümayunlarının bu nokta-i necata ait ilhamatı] bu gün bile {bu anda dahi] belleğimdeki yerini korumaktadır.

Burada bir parantez açalım.

Bunları yazan, ve Ankara’da TBMM’nin açılışında milletvekillerinin huzurunda okuyan adam, bir önceki yazıda aktardığımız gibi, sekiz ay önce, Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit Kansu’ya “Sadece ben, sen ve Süreyya bilecek” diyerek, günü gelince Vahideddin’in sırtına tekmeyi indireceğini açıklayan “gizli gündem”li takiyye şampiyonu..

Köprüyü geçene kadar tabiri caizse ayıya dayı deme tarikatının pîri..

Adama boşuna yalanların önderi ulu yalan Atatürk demiyoruz.

Evet, Vahideddin’e yaktığı “yağ”ın bini bir para.. Lafa dalkavukça dua ederek başlıyor, Vahideddin’in saltanatını “büyük milletin biricik ve gerçek dayanağı/direği” (imad-ı sahih ve yegânesi) ilan ediyor.

Bunu inanarak mı söylüyor?.. Hayır! Münafıkça yalan üstüne yalan, palavra üstüne palavra sıkıyor.

Münafıklığın destanını yazıyor.

*

Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi, o sırada 38 yaşında olan ulu yalan Atatürk, İzmir’in Yunan tarafından işgali üzerine, 58 yaşındaki Padişah’ın huzuruna çağırılmış.

Malum, Yunan İzmir’e 15 Mayıs 1919 günü çıkarma yaptı.

Bu gelişme üzerine Padişah ile dalkavuk yaveri ulu yalan Atatürk, Yıldız Sarayı’nda başbaşa görüştüler.

Böylece Ulu Yalan, 16 Mayıs günü, olağanüstü yetkilerle (evet, olağanüstü, olağan dışı, tarihte benzeri görülmemiş yetkilerle) İstanbul’dan Samsun’a doğru yola çıktı. Üç gün sonra da Samsun’a ulaştı.

Ve, ince ince Vahideddin’in kuyusunu kazmaya, altındaki halıyı çekmeye başladı.

Bir yandan Mazhar Müfit gibi hempalarına Vahideddin’in canına okuyacağını söylerken, diğer yandan, telgraflarla münafıkça ve riyakârca Padişah’a yağ çekmeye ve milletin huzurunda Padişah’a bağlılık yeminleri etmeye devam etti.

Adamın kendisi de, hayatı da serapa yalan..

*

Ulu Yalan’ın yukarıdaki ifadelerinde yer alan yağ ve edebiyat tabakası atıldığında ortaya şu çıkıyor:

İzmir’in işgali dolayısıyla mahzun bulunan Vahideddin, dalkavuk yaverine, memleketi o günkü durumdan ancak “milli ve kutsal bir kudretin çabası”nın [millî ve mukaddes bir kuvvetin sayha-i mevcudiyeti: “ulusal ve mukaddes bir kuvvetin çığlığının mevcut olması”nın] kurtarabileceğini söylemiş.

Buradan anlıyoruz ki, ona verdiği görev bu: Millî ve mukaddes bir kuvvet meydana getirmek.

Fakat, vatandaş dalkavuk ya, telgrafında buna (kurtuluş vasıtalarına) Vahideddin’in “yüce varlığı”nı da [zat-ı hümayunları] eklemiş.

Sonra da, “Çevremizdeki kişiler bu genel kanıda (yani memleketin kurtuluşunun ulusal ve mukaddes bir kuvvetin teşkiliyle mümkün olacağı düşüncesinde) birleşmiştir” [Her tarafta bu içtihad ve kanaat yektadır] diyor.

Ayrıca, Vahideddin’in “kutsal kalbinden doğan kurtuluşla ilgili görüşlerinin [“kalb-i hümayunlarının bu nokta-i necata ait ilhamatı“nın] hafızasına nakşolduğunu söylüyor.

Demek ki mesele, o günkü konjonktürde İngilizler’e sureta deklare etmek zorunda kaldıkları türden bir müfettişlik meselesi değil.

Mesele, memleketin kurtuluşu/necâtı için millî bir kuvvet oluşturulması meselesi..

Padişah Vahideddin’in, dalkavuk yaverinden istediği bu.

*

Meselenin “memleket ve milletin kurtarılması” olduğunu, yağ küpü yaver Atatürk‘ün söz konusu telgrafının devamı da ortaya koyuyor:

Bu duygumu [“Bu ilhamatı” (ilhamları)] açıklamak [izah etmek] isterim. İstanbul’dan son olarak ayrılacağım gün bu şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız Boğaziçinde bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek, «görüyorsun» dediniz. «Ben artık memleket ve milletin nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum» [memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geleceğini tasavvurda tereddüde duçar oluyorum] ve ellerinizi kaldırarak, «inşallah millet akıllanır ve uyanır [mütenebbih ve müteyakkız olur], bu üzücü durumdan gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır» buyurdunuz. Yazımda arz etmek istediğim bu kutsal sözlerdir.

24 Nisan 1920 tarihinde dalkavuk yaver ulu yalan Atatürk, Vahideddin’le yaptığı görüşmeyi TBMM’de milletvekillerinin huzurunda böyle anlatıyor.

Gönderdiği telgraf, dalkavukluk, yağcılık, tabasbus ve yaltaklanma edebiyatının tarihteki zirvesi kabul edilebilir.

İmdi, milletin huzurunda Vahideddin’e yağ çeken, yağ çektiğini ballandıra ballandıra anlatan ulu yalan Atatürk’ün, başbaşa kaldıklarında Vahideddin’e nasıl yağ çekmiş olabileceğini tahmin etmek zor değil.

İşte, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi‘nin Vahideddin’i “Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderme kararından” vazgeçirememesinin nedeni, adamın dalkavukluk, yağcılık, riyakârlık, takiyye ve münafıklık alanlarında sahip olduğu bu üstün yeteneğinden kaynaklanıyor.

Merhum Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralar‘ının ikinci cildinde aktarıldığı gibi, Vahideddin’in Şeyhülislam’a ulu yalan Atatürk için söyledikleri şu:

[Mustafa Kemal’i] Yanlış anlıyorsunuz, suizan ediyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesâim [ortak çalışmışlığım] oldu; fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Efendim orduda bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen insan… Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ…

*

Ulu yalan Atatürk’ün TBMM’nin açılışında milletvekillerinin huzurunda okuduğu (Vahideddin’e göndermiş olduğu) telgrafını dinlemeye devam edelim:

Hükümdarımızın bu gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak [Dilhah-ı miktarilerinden mülhem (ilham alan) azim ve iman ile] görevime devam ediyorum. Hükümdarımızın emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu daima önemli konularda aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım.

Dalkavuk yaver ulu yalan Atatürk, bu laflarının ardından, Vahideddin’in son görüşmelerinde kendisinden oluşturulmasını istediği millî kuvvet‘in artık meydana getirilmiş olduğu müjdesini veriyor:

Şu bir ay içinde Zat-ı Şahanelerinin Anadolu’sundaki hemen bütün il, liva, ilçe ve hudut boylarına kadar olan yerlerdeki milletin durumunu ve tüm kumandan ve memurların düşünce ve çalışmalarını öğrendim ve bilgi edindim. Sonuç olarak açık bir şekilde görülüyor ki, millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması için kesin kararlı ve inançla dolu bulunuyor. İstanbul’da iken milletin bu kadar kuvvetle ve az sürede felâketlerden bu derece etkilenebileceğini [bu derece müteyakkız (uyanmış/uyanık) olduğunu] düşünemedim.

Yüce Padişahım! Bu nitelik ve durumda bulunan ve kutsal şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize tam anlamı ile güvenilmesi ve bunun karşılığı olarak da gerçekten bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı olunması gerekir [bu milli ve vicdani kuvvete müzaheret olunur (arka çıkılır)]. Son kutsal buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır.

(Bu noktada şunu belirtelim.. Sadeleştirmede kimi zaman anlamı bozup tahrif edecek hatalar yapılmış olduğu görülüyor. Bu yüzden, bazı yerlerde metnin orijinal ifadelerini de eklemiş bulunuyoruz.)

Evet, ulu yalan Atatürk, böylece, Yıldız Sarayı’nda gündeme gelmiş olan “millî kuvvet“in teşekkülü müjdesini vermiş durumda.

*

Aslında, ortada henüz (münafıklık şampiyonu ulu yalan Atatürk’ün oluşturmuş olduğu) bir kuvvet yok.

Evet, Ege’de Çerkez Ethem ve Yunan’la çatışan milis güçleri var. Fakat hepsi bu.

Samsun’a çıktığı tarihten TBMM’nin toplandığı güne kadar, tam 11 ay 4 gün, nerdeyse bir yıl geçmiş, ve bu süre zarfında ulu yalan Atatürk, düşmana tek bir kurşun bile atmamış

Tek bir kurşun bile..

Sadece kongrelerde münafıkça ve riyakârca takiyye yapmış, asıl niyetini ve gizli gündemini saklayarak hamasî nutuklar atmış, edebiyat paralamış.

*

Ona bu fırsatı verenler de İngilizler..

Çünkü İngilizler, ulu Yalan Atatürk‘ün Erzurum Kongresi’ni topladığı sıralarda Yunan’ı, Ege’de durdurmuş bulunuyorlardı.

İngiliz Generali Milne, Milne Hattı diye bilinen bir sınır/hat çizerek, onlara bu sınırı geçmemeleri talimatı vermiş durumdaydı.

Onlar orada bekledikleri için de, ulu yalan Atatürk, Yunan’dan yana rahat olarak, kendisinin başına geçeceği “yeni devlet”in kurulmasını sağlayacak adımları atmaktaydı.

*

Öyle anlaşılıyor ki, İngiliz genel valisi olarak Anadolu’da görev yapmayı İngilizler’e teklif eden, İngiliz Gizli Servisi’nin İstanbul şefi Robert Frew ile samimi görüşmeler yapan ulu yalan Atatürk‘e İngilizler, “Genel valilikten daha iyisi olabilir” demişler.

*

Daha iyisi, ulu yalan Atatürk‘ün “yeni bir devlet” kurarak Osmanlı Devleti‘nin zeminini yok etmesi, 600 yıllık devleti, misyonuyla, davasıyla, imanıyla, hukukuyla/Şeriat’iyle, millî kurumlarıyla, tarihiyle birlikte Boğaziçi’nin serin sularına gömmesi..

Anadolu’da, kimseye âmirlik ve komutanlık taslayamayacak durumda sıradan bir subayken, Padişah’ın ve Osmanlı hükümetinin sırtından yetkili konuma gelmesi, sonra ipleri ele geçirince de, “Ben yetkiyi milletten aldım” masalı anlatarak Osmanlı’ya tekmeyi indirmesi ve İngiliz efendilerinin talimatı doğrultusunda “inkılaplar/devrimler” yapması..

Daha iyisi bu.. İngiliz genel valisi değil de, sözde Türk milletinin en üst düzey vekili olması..

İngiliz genel valisi olarak devrimler yapsa tepki görecek, ayrıca yaptıkları kalıcı olmayacak..

Vatan kurtaran ulu yalan” formatında meydana çıktığında ise, İngiliz ilke ve inkılaplarını “millet iradesi” masalının ardına saklanarak yutturmak daha kolay olacak.

*

Ancak, ulu yalan Atatürk, evet, Filistin cephesinde kimseye haber vermeden ricat emri vererek İngilizler karşısında mağlubiyete sebep olan yalanların önderi Atatürk, İstanbul’da oturduğu yerde İngiliz ilke ve inkılaplarını hayata geçiremez, maskeli İngiliz genel valiliği görevini ifa edemezdi.

Henüz birkaç aylık bir padişah olan tecrübesiz Vahideddin‘i “kafaya almış”, kendisine inandırmış durumdaydı, fakat bu tek başına yeterli olamazdı.

Bunun için de, kurtarıcı misyonuyla Anadolu’ya gönderilmesi, kongre mongre, nutuk mutuk, meclis falan derken, yeni bir devletin temellerini atmalıydı.

Bu arada, ulu yalan Atatürk‘ün sözde vatansever çabalarına tepki göstermesi için Vahideddin ile İstanbul hükümetine baskı yapılmalı, böylece onların kamuoyu nezdinde vatan haini gibi gösterilmesinin altyapısı oluşturulmalıydı.

Bu sayede ulu yalan Atatürk, Anadolu’da önce, “İstanbul hükümeti ile aramızdaki ihtilafların hepsi danışıklı dövüştür.. İngilizler’i oyalamak ve bana zaman kazandırmak için böyle yapıyorlar” diyebilecek, daha sonra ipleri tamamen ele geçirince de, “Bunlar İngilizler’le bir olup vatana ihanet ettiler, vatanı sattılar” suçlamasını yöneltebilecekti.

İngiliz İstihbaratı’ndaki beyinler işi sağlam tutuyordu.

*

Önce, ulu yalan Atatürk’ün Anadolu’ya gönderilmesinin zemininin oluşturulması gerekiyordu.

Vahideddin’in ve İstanbul hükümetinin telaşlanması, Anadolu’ya hemen birini gönderme kararı alması için Yunanistan devreye konuldu, Mondros Mütarekesi‘nin hükümlerine aykırı olarak İzmir‘e çıkarma yapmasına izin verildi.

Fakat, ulu yalan Atatürk’ün doğrudan Ege’ye gidip hemen çatışmaya girmesi, yeni bir devletin zeminini oluşturmasını sağlayacak adımları atmasına engel olurdu.

Bu yüzden onun, memleketin doğusuna gitmesi, işe taa Erzurum‘dan başlaması, Yunan’la savaşma bahanesiyle düzenlediği bir kongreyle oraları da daha baştan kontrolü altına alması gerekiyordu.

Hattı değil sathı kontrolüne almalıydı.

*

Onun batıya, Ege’ye gitmesinin engellenmesi, doğuya gitmesinin sağlanması için bir bahane üretilmesi şarttı.

Yunan’ı İzmir’e saldırtan İngilizler işin bu tarafını da düşünmüşler, Doğu Karadeniz‘deki Ermeni ve Rumlar‘ı kışkırtmaya, el altından silahlandırıp Türk ve müslüman unsurlara saldırtmaya çoktan başlamışlardı.

Sonra da, İstanbul Hükümeti’nden, bölgedeki kargaşayı önlemek için tedbir alınmasını istemişlerdi.

Evet, Samsun havalisine Osmanlı Devleti tarafından el atılmasını isteyenler bizzat İngilizler’di.

Vahideddin ve Osmanlı hükümeti bundan memnun oldular, çünkü böylece, İngilizler’dan alınacak vize meselesi hallolmuş, “Anadolu’ya niçin adam gönderiyorsunuz, maksadınız nedir?” gibi ahiret suallerine cevap vermek zorunda kalmaktan kurtulmuş oluyorlardı.

Adam gönderilmesini isteyenler bizzat İngilizler’di.

Vahideddin ve Osmanlı hükümeti, kendilerine tuzak kurulduğunun farkında değillerdi.

*

İngilizler, Vahideddin’in bu görev için süper dalkavuk ve yağcı yaveri Atatürk‘ü seçeceğini biliyorlardı.

Diyelim ki Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi gibi isimleri dinleyip seçmedi, sorun değildi, vize vermezlerdi olur biterdi.. Bu defa, İngiliz dostu olduğunu basına da açıklamış bulunan ulu yalan Atatürk‘ü (Ki, savaş devam ederken Padişah’a telgraf gönderip İngilizler’le behemehal barış yapılmasını isteyen oydu) görevlendirmek zorunda kalırdı.

İngilizler, Vahideddin’in ulu yalan Atatürk’e olan hüsnüzannının saflığın son derecesi kabul edilecek seviyede olduğunun farkındaydılar.

Gerçekten de Vahideddin, anlaşıldığı kadarıyla, dalkavuk yaverinin İngilizler hakkındaki meth ü senasının onları aldatmaya yönelik bir taktik, bir takiyye olduğunu, vatana ihanetten kaynaklanmadığını, kendisine çektiği yağların da sahtekârlıktan değil sadakatten ileri geldiğini düşünüyordu.

İngilizler karşısında böylesi bir takiyye karaktersizliği sergileyen ulu yalan Atatürk’ün, huyu gereği kendisine karşı da takiyye yapıyor olabileceğini aklına getirmiyordu.

Ya da, aklına getirse bile, kendisini köşeye sıkışmış ve çaresiz hissettiği için tabiri caizse kumar oynuyordu.

*

İngilizler, İzmir‘e çıkarma yapan Yunan’ı orada hemen durdursalar olmazdı, “Bizi bu kadarı için mi bunca masrafa ve zahmete soktunuz?” diye isyan ederlerdi.

Bu yüzden Aydın sınırına kadar yürümelerine müsaade ettiler.

Sonra da General Milne, Milne Hattı diye bilinen sınırı geçmemeleri talimatını verdi.

Eğer Yunan yürümeye devam etseydi, o günkü şartlarda taa Erzurum’a kadar piknik yapar gibi gitmeleri mümkündü.

Nitekim daha sonra yürümeye devam edince Eskişehir‘de Türk ordusunu mağlup etmişler, 70 bin kişilik ordudan geriye sadece 30 bin kişi kalmıştı.

Bunun üzerine ulu yalan Atatürk, TBMM’nin Kayseri‘ye taşınması kararı almış, Yunus Nadi gibi hempalarını önden göndermiş, evrakı da taşıtmaya başlamıştı.

Ordunun da Kızılırmak’ın doğusunda mevzi tutarak Ankara‘yı Yunan işgaline hazır halde bırakması emrini vermişti.

*

Ancak, Meclis’teki “ulu yalan Atatürk’ün her arzusunu emir bilmeyen” muhalifler buna itiraz etmişler, Ankara’nın asla terk edilemeyeceğini, kanlarının son damlasına kadar çarpışacaklarını söylemişlerdi.

Ulu yalan Atatürk ise, Filistin cephesinde yapmış olduğu gibi kimseye sormadan ve haber vermeden ricat kararı almıştı.

Ulu yalan Tarzan, zordaydı. Çünkü bir yanda Yunan, diğer yanda, kendisini “kaçmaya hazır bir sahte kurtarıcı” ilan etmeye hazır muhalefet vardı.

Muhalifler ayrıca, ulu yalan Atatürk‘ün rahat postunda vatan kurtarma nutukları atmak yerine cepheye gidip elini taşın altına koymasını istiyorlardı.

Tam dört gün süren bir tartışmadan sonra ulu yalan Atatürk, TBMM’nin tüm yetkilerinin kendisine devredilmesi (yani diktatörlük yetkilerine sahip olup astığı astık kestiği kestik hale gelmesi, sözünün kanun sayılması) ve de bir yenilgi durumunda kendisinden hesap sorulamaması şartıyla başkomutan sıfatıyla Sakarya Savaşı‘na katılmayı kabul etmişti.

Böylece sözde “millî irade”ye adeta tapan, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diye yırtınan, bunun için TBMM’yi kurduğunu söyleyen ulu yalan Atatürk, “Başlatmayın lan millî iradeye de, milletin hakimiyetine de, Meclis’inize de..” demiş oluyordu.

“Eğer cepheye gideceksem, bir tek benim iradem olacak. Bana karşı millî iradeden, milletin hakimiyetinden söz ediyorsanız, o zaman ben de aha da burda oturur, bir yere de gitmem.. Gidersem Kayseri’ye giderimdiye mızmızlık yapıyordu.

Nasıl Vahideddin’e yaktığı yağlar sahtekârlık idiyse, yanık yanık çığırdığı millet iradesi türküsü de, milleti aldatmak için yapılan aşağılık bir takiyyeden başka birşey değildi.

*

Sözde Anadolu’ya, vatanı kurtarmak için gelmişti.. Fakat cepheye yalvar yakar, binbir naz ve niyazla, rüşvet kabilinden verilen sınırsız yetkileri cebine koyarak gidiyordu.

Anadolu’ya gelirken de aynı şeyi yapmış, hükümetten olağanüstü yetkiler almış bulunuyordu.

Önce kendisini sağlama alıyordu. Vatanın selameti sonraki meseleydi.

Vatan, sonra düşünülecek birşeydi. Önce ulu yalan Atatürk’ün makam ve mevkisi, tahtı ve postu garanti altına alınmalıydı.

Falih Rıfkı şunu yazıyor:

“… [Atatürk, sofrada bulunan Recep Peker’e dönerek] Hatırlar mısın Recep, [Anadolu’ya] yeni gelmiştin, sana da fikrini sordum, memleketin menfaati bunda ise fedakârlık etmelisiniz, demiştin.

Fakat ben, tarihî bir görevimiz var; Meclisi açmak! Bu görevi yerine getirelim de sonra düşünürüz, cevabını verdim ve Meclisin hemen toplanması için tedbir aldım.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 21).

İngilizler’den aldığı tarihî bir görev vardı, Meclis’i açmak ve geçip başına kurulmak.

Memleketin menfaati sonra düşünülecek birşeydi.

*

Ulu yalan Atatürk, Sakarya Savaşı’na katılmaya, dört gün süren bir tartışmanın sonunda, “millî irade”yi “malamat” eden, ayaklar altında çiğnenen bir paspasa dönüştüren bir sürü “rüşvet” karşılığında razı olmuştu.

Aklı Kayseri’deydi.

Ve Filistin‘de olduğu gibi ricatta…

Bu yüzden, Fevzi Çakmak’ın Kazım Karabekir‘e söylemiş olduğu gibi, orada da ricat emri verdi ve kendisi Ankara’ya doğru yola düştü.

Ancak, Fevzi Paşa‘nın emrin icrasını ertelemesi sayesinde bir süre sonra Yunan’ın da ricat kararı almış olduğu fark edildi.

Çünkü lojistik sorunları yaşamışlar, yedikleri yiyecekler yüzünden topluca ishale yakalanmışlardı. Savaşacak halleri yoktu.

General İshal, Yunan ordusunu darmadağın etmiş, bozguna uğratmıştı.

Böylece ulu yalan Atatürk, beleşten zafer kazanmış komutan oluyordu.

Aldığı diktatörlük yetkilerine gelince..

Bir daha da bırakmadı..

Sözde Sakarya Savaşı zaferini millete armağan eden kahraman olduğu için biti iyice kanlanmıştı.

*

Evet, İngilizler, Yunan’ı Milne Hattı ile durdurmuşlar, böylece ulu yalan Atatürk‘e, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplaması, Ankara’da TBMM’yi açması fırsatını vermişlerdi.

TBMM önemliydi, çünkü, ulu yalan Atatürk’ün, “Beni millet seçti, ben millî iradeye dayanıyorum” diyebilmesi gerekiyordu.

Ancak, ortada bir sorun vardı. İstanbul’daki Meclis-Mebusan (Milletvekilleri Meclisi) üyeleri ulu yalan Atatürk’e şunu diyebilirlerdi:

Asıl meclis biziz.. Millî iradeyi biz temsil ediyoruz.. Sen Anadolu’ya gittin, düşmana karşı tek bir kurşun bile atmadın, tutup korsan meclis topladın.. Sen makam mevki, saltanat peşinde koşan bir hainsin.. Padişah olamayacağını biliyorsun, fakat bir tabela cumhuriyeti ilan edip cumhurbaşkanı unvanı altında diktatör olmak istiyorun. Sen sahtekâr bir millî irade dolandırıcısısın.”

Ulu yalan Atatürk için bunu dedirtmemek gerekiyordu.

Bunun için de İngilizler, Meclis-Mebusan‘ı 11 Nisan 1920 tarihinde, yani TBMM’nin açılışından 12 gün önce kapattılar.

Takiyyeci ulu yalan Atatürk’ün TBMM’sini rakipsiz yaparak millî iradeyi temsil noktasında tekel konumuna çııkardılar.

Dahası, Meclis-i Mebusan’daki ulu yalan Atatürk’ü adamdan saymayacak ağır topları tutuklayıp Malta’ya sürerek araziyi tümden elverişli hale getirdiler.

Bu arada İstanbul’da Genelkurmay’ı da basıp işgal etmiş, Anadolu’daki bütün mülkî, idarî ve askerî makamları, rakipsiz kalan TBMM’yle temas kurmak, oraya biat etmek zorunda bırakmışlardı.

Artık ulu yalan Atatürk yavaştan yavaştan Vahideddin’e kafa tutmaya başlayabilirdi.

*

İngilizler oyunlarını iyi kurmuşlar, ajanları ulu yalan Atatürk‘ün TBMM’yi toplayarak yeni bir devletin zeminini oluşturmasını sağlamışlardı.

Ancak, Aydın sınırında beklemekte olan Yunan, sabırsızlanıyordu. Ayrıca, Çerkez Ethem, Demirci Efe vesaire gibi grupların salıdırılarından rahatsızlardı. Anadolu içlerine yürümek istiyorlardı.

Bununla birlikte İngilizler, ajanları ulu yalan Atatürk‘ün yeni devlet ve hükümetini tehlikeye atmak istemiyorlardı.

O nedenle, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya‘da açıkladığı gibi, devreye girmekte gecikmediler:

Haziranda [1920] İngiliz nazırları (bakanları), Türk–Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi artık müttefiklere [İngiltere ve Fransa’ya] emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.

(Atay, Çankaya III, s. 82.)

Evet, o gün Yunanlılar İngiltere ve Fransa’nın teklifini kabul etselerdi, İzmir ve Manisa havalisi ellerinde kalacaktı.

Ancak, kabul etmediler. İştahları kabarmıştı.

Böylece, Milne Hattı da işlevini yitirmiş oluyordu.

İngilizler, ulu yalan Atatürk‘e şunu dediler:

Senin için yapabileceğimiz ancak bu, Yunan’ı daha fazla zaptedemeyiz.. Yunan’ı, sen TBMM’yi toplayıp başına geçinceye kadar Milne Hattı ile İzmir’de tuttuk. Açtığın Meclis rakipsiz olsun, meşruiyeti bulunsun diye İstanbul’daki Meclis-i Mebusan‘ı kapattık.. Seni adamdan saymayan Osmanlı devlet erkânını tutuklayıp Malta’ya sürdük. Ayrıca Yunan’a artık işi bize emanet etmesini de söyledik. Fakat sözümüz geçmedi. Sizinle savaşmaya kararlılar. Bununla birlikte onlara destek vermeyeceğiz. Türk-Yunan savaşında tarafsız kalacağımızı ilan ettik. Bundan sonrası sana düşüyor. Her nimetin bir külfeti var. Önündeki her sorunu bizim çözmemizi beklemen insafa sığmaz. Sen de biraz terlemelisin, herşeyi bizden beklemen adil olmaz. Bizi de anlamalısın.

Yukarıda da değindimiz gibi, Milne Hattı işlevini yitirince Yunan ordusu yürüdü, ve 70 bin kişilik Türk ordusu Eskişehir’de darmadağın oldu.

Ulu yalan Atatürk de Ankara’yı boşaltıp ardına bile bakmadan “Pırrrrr” diye Kayseri’ye kaçmanın telaşına düştü. Ancak muhalif milletvekilleri bunu kabul etmediler.

*

(Devamı için bakınız:

EVET, YALANLARIN ÖNDERİ “ULU YALAN” ATATÜRK İNGİLİZ AJANIYDI

(“DÜNYA DÖNÜYOR” DİYENLERE, “BÖYLE KONUŞUP DÜNYA’NIN DÖNEK OLDUĞUNU SÖYLEYEMEZSİNİZ. PUTUMUZ DÜNYA DÖNEK OLABİLEMEZ” DEMENİZ, DÜNYA’NIN DÖNMÜYOR OLMASI ANLAMINA GELMEZ..

“ULU YALAN” ATATÜRK, AJANDI..

BELGELER, KENDİ KONUŞMALARI, AKIL, MANTIK, YANİ BİLİM BUNU SÖYLÜYOR.)

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 4)

*

*

Atatürk’ün, TBMM’nin toplandığı 23 Nisan 1920 tarihinden bir gün sonra yaptığı açılış konuşması üzerinde duruyorduk.

En son şu ifadelerini aktarmıştık (ve oradan konu İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi Robert Frew‘a uzanmıştı):

Bu sıralarda, bütün belediye başkanlarımıza İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyeti (İngiliz Dostları Derneği.) kurulduğu ve her yerde derneğe katılarak İngilizlere yardım edilmesinin gereği konusunda Said Molla imzası ile bir telgraf geldi. Bu olayda Hükümetin ilgi derecesini ölçmek için Sadrazam (Başbakan) olan Ferit Paşa’dan bilgi istedim. Hiçbir cevap alamadım.

Görüyor musunuz Vehbi’nin kerrakesini..

İmdi, İngiliz Muhipleri Cemiyeti dediğin şey, sonuçta bir dernek..

“Kim takar Yalova kaymakamını” diyeceğiz ama, kaymakamlık resmî bir görevdir..

Bir dernek ise, üyeleri dışında kimse için önem taşımaz.

O üyeler üzerinde de mutlak bir otoritesi bulunmaz. Diledikleri anda üyelikten çıkabilirler.

Belediyeler, o derneğin üyesi olmadıklarına göre, ortada ciddiye alınacak bir durum yok.

*

Mesela bugünümüzü alalım..

İstanbul’da, “Göztepe, Fahrettin Kerim Gökay Cd. No:119, 34724 Kadıköy” adresinde faaliyet gösteren bir dernek var: İngiliz Kültür Derneği.

Şimdi bu dernek, Türkiye’deki belediyelere bir e-mail gönderse, bunun ardında mevcut hükümeti mi aramak gerekir?

*

Kaldı ki Sait Molla dangalağının telgraf gönderdiği sırada İstanbul işgal altında..

Hükümetin bir gücü yok..

Öyle bir ortamda, böylesi bir telgrafın İngiliz işgal güçlerinin bir marifeti olduğunu anlamaması için adamın zekâ bakımından bir Anadolu eşeğinden farksız olması gerekir.

Telgrafı gönderen hükümet değil, sıradan bir dernek olduğu için de, muhatap almaya bile değmez.

Zaten, Atatürk’ün sonraki sözlerinden de anlaşıldığı gibi. kimsenin umurunda olmamış.

Atatürk hariç.. O, tabiri caizse salağa yatıp Sadrazam’a bu telgrafla bir ilgilerinin bulunup bulunmadığını soruyor.

*

Salağa yatıyor da salak değil.. Kurnaz.. Hinoğlu hin..

Böylece, hükümeti köşeye sıkıştırmış oluyor.

İngilizler hakkında gerçek düşüncelerini söyleseler, düşmana zulmünü artırması için koz vermiş olacaklar.

Bu yüzden birçok şeyi susarak geçiştirmeye çalışıyorlar.

Bu kurnaz ise, kapağı Anadolu’ya atınca, sözde İngiliz düşmanı haline gelmiş.

Utanma duygusundan, İstanbul’da neler söylemiş olduğunu unutacak kadar yoksun:

Rauf Orbay’dan dinleyelim:

Daha iki hafta evvel, İstanbul’a gelişimin üçüncü günü, gazetecilerin, Mondros mütarekesi hakkındaki sualini cevaplandıran Mustafa Kemal Paşa da aynı inançla “İngilizlerin Osmanlı milletinin hürriyetine ve devletimizin istiklâline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin, İngilizlerden daha hayırlı bir dost olmayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları [duygulanmaları] pek tabiîdir.” demiş olmasını [Minber gazetesi, 17 Teşrin-i sani (Kasım) 1918, nr. 16, s. 2] şimdi nasıl izah edeceğimi bilemiyordum.

(Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni -Siyasî Hatıralarım-, C. 1, İstanbul: Emre Y., 1993Orbay, a.g.e., C. 1, s. 227-8.)

*

Üstelik, bu işin arkasında İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi (rahip görüntüsü altında kendisini kamufle eden) Robert Frew‘un bulunduğunu çok iyi biliyor.

Çünkü, bu konuşmasını yaptığı tarih, 24 Nisan 1920.

Bir önceki yazıda aktardığımız gibi, o tarihten beş ay önce, yani Kasım 1919‘da, Sait Molla’nın Frew’a gönderdiği 12 adet mektubun (sözde) kopyası eline geçmiş. Kendisi söylüyor.

Dolayısıyla, Atatürk, Sait Molla dangalağının telgrafının ardında Osmanlı hükümetinin değil Frew‘un bulunduğunu, ve bu Frew’un basit bir rahip olmadığını, yaptıklarının ancak bir gizli servis görevlisine yakıştığını, bunun başka bir açıklamasının olamayacağını çok iyi biliyor.

*

Biliyor, fakat, TBMM’de yaptığı açılış konuşmasında Frew‘dan tek kelime ile bile bahsetmiyor.

Lafı Osmanlı hükümetine getiriyor.

Sanki Sait Molla‘nın yuları ajan Frew‘un değil de Sadrazam Ferit’in elindeymiş gibi..

Konuşmasında, Osmanlı hükümetini, “resmen” yapmadıkları bir eylemle ilişkili göstererek töhmet altında bırakmaya yol açacak bir üslup kullanıyor.

“Bu olayda Hükümetin ilgi derecesini ölçmek için Sadrazam (Başbakan) olan Ferit Paşa’dan bilgi” istemişmiş de, “Hiçbir cevap alamamış” da….

Vay kurnaz vay, vay Selanik uyanığı vay!..

*

Evet, olayın ardında Frew‘un bulunduğunu biliyor, fakat TBMM üyelerinden bunu saklıyor.

Dili ancak yedi yıl sonra, 1927 yılında çözülüyor. Meşhur Nutuk‘unda şunu söylüyor:

… İstanbul’da mühim sayılacak teşebbüslerden biri İngiliz Muhipleri Cemiyeti idi. Bu isimden, İngilizlere muhip [dost] olanların teşkil ettiği bir cemiyet anlaşılmasın! Bence, bu cemiyeti teşkil edenler, kendi şahıslannı ve şahsi menfaatlannı sevenler ve şahıslanyla menfaatlannın dokunulmazlığı çaresini … arayanlardır. Cemiyette İngiliz milletine mensup bazı maceracılar da vardı. Mesela: Rahip Fru [Frew] gibi. Ve muamelelerden ve İcraattan anlaşıldığına göre, cemiyetin reisi Rahip Fru idi.

(Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, İstanbul: Kaynak Y., 2015, s. 34-5.)

İşin arkasında Frew‘un, yani İngiliz’in olduğunu gayet iyi biliyor.

Fakat, 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşmada, bu gerçeği gizliyor.

Şüpheleri Osmanlı hükümeti üzerine çekmeye çalışıyor.

Dahası, yedi yıl sonra, 1927 yılında bile gerçeği tam söylemiyor.

*

En etkili ve inandırıcı yalanlar, gerçeğin bir bölümü saklanmak suretiyle söylenen yalanlardır.

“Ulu yalan” Atatürk de böyle yapıyor.

Evet, yalanların önderi Atatürk, Rahip Frew’un hareket tarzından onun “yaman bir istihbaratçı” olduğu açıkça anlaşılırken, “maceracılık” kelimesi ile onun rolünü basitleştirip önemsizleştiriyor.

Nutuk‘un orijinalinde “maceracılar” yerine “sergüzeşt-cûlar” (macera arayanlar) kelimesi geçiyor (Cû, arayan demek).

Yani Atatürk, Frew’un, kendi başına hareket ederek macera arayan bir adam olduğuna inanmamızı istiyor.

Olayın İngiliz İstihbaratı ve İngiliz devleti boyutunu gözlerden saklamak için milletin önüne yem olarak başka bir “kişisel” izah şablonunu atıyor.

Gerçeği saklıyor.

*

“İyi bir yalancının iyi bir hafızası olmalı” denilmiştir.

Ancak, ne kadar iyi hafızası olursa olsun, bir yalancının açık vermemesi mümkün değildir.

Nitekim Atatürk’ün yalanları da konuşmalarındaki çelişki ve tutarsızlıklardan dolayı kabak gibi ortaya çıkıyor.

24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşmada, işine gelmediği için, Frew bahsine hiç girmiyor.

Altı yıl sonra, 1926 senesinde, Falih Rıfkı Atay‘a, bu şahısla sadece bir kez görüşmüş olduğunu söylüyor. İkinci kez görüşmediğini özenle vurguluyor.

Sait Molla gibileri elinde oynatmış olduğunu bildiği halde Frew için, “Bu zatın, benimle görüşmeyi ne için istemiş olduğunu hâlâ anlamadım” diyor.

Türk tarihinin en saf adamı rolünü oynuyor. Salağa yatıyor.

*

Bundan bir yıl sonra, yani 1927’de ise hafızası bir başka türlü çalışıyor,

Nutuk‘unda, ajan Frew ile “bir iki defa” görüşmüş olduğunu itiraf ediyor. Ayrıca ona yazdığı mektupta geçen “görüşmelerimiz” (görüşmemiz değil) ifadesini bizzat kendisi aktarıyor.

Frew gibi bir ajan ile yaptığı görüşmelerin mahiyeti bir sorun..

Bir muamma..

Fakat Atatürk’ün bu konuda “Sadece bir kez görüşmüştüm, yok yok bir iki kez görüşmüştüm, benimle niçin görüştüğünü hâlâ anlayamadım” diyerek yalan dolana başvurması daha büyük bir sorun..

*

Bir insan niçin yalan söyler? Niçin yalan söyleme ihtiyacı duyar?

Bunun tek bir cevabı yok..

Bazen, birilerini aldatarak çıkar sağlama güdüsüyle yalan söylenir.

Bazen de çıkar kaybına yol açacak kabahat, kusur ve suçların saklanması için.. İhanetlerin gizlenmesi için..

Üçüncü bir şık, adamın bunamış olması, ne söylediğini bilmemesidir.

Atatürk bunamış mıydı?

Hayır!..

*

Ulu yalan Atatürk, Frew ile koordineli hareket eden bir ajan değildiyse, 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı açılış konuşmasında Frew‘dan neden hiç bahsetmiyor da tepkilerin odağına Osmanlı hükümetini yerleştirmeye çalışıyor?

Neden Frew’un, yani İngiliz Gizli Servisi‘nin başının altından çıkmış bir dernekçilik oyununu bahane ederek Osmanlı hükümetine tuzak kurmaya, onu köşeye sıkıştırmaya çalışıyor?

Cevap basit: Kötü niyetten beslenen takiyyecilik ve gizli gündemi yalan söylemesini, bu tür numaralar çevirmesini gerektirdiği için..

*

Onun derdi İngilizler’le değil, Osmanlı ile..

Onun derdi İngiliz ajan Frew‘larla değil, Damat Ferit gibi İngilizler’in elinde maskaraya dönmüş aceze taifesinden Osmanlılar’la..

Evet, adam bir gizli gündemle hareket ediyor. Silahları ise takiyye ve yalancılık..

En büyük silahı ise Vahideddin’in ona yönelik sınırsız hüsnüzannı ile milletin iyi niyeti, saflığı ve o günlerdeki çaresizliği..

*

Atatürk’ün bir gizli gündemi vardı ve bunu daha Erzurum Kongresi sırasında sırdaşlarından Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e “mahrem” kalması kaydıyla anlatmış bulunuyordu.

Mazhar Müfit’ten Atatürk usulü “mahrem“i dinleyelim:

Paşa, emirber Ali’ye seslendi :

-Ali, kahve yap bize ..

Ali kahveleri getirinceye kadar, Süreyya Yiğit’in:

-Muvaffak olduktan sonra dahi iş bitmiyor Paşam, memleketin namütenahi çalışmaya ve inkılaplar vücude getirmeye ihtiyacı var. Şeklindeki mütalaası ile mevzu, memleketin sosyal bünyesine intikal etti. Paşa vatanın kurtulmasından sonra Cumhuriyet ilanının şart olduğu hakkındaki mütalaa ve inanını bir kere daha sağladıktan sonra :

-Mazhar not defterin yanında mı ? .. Diye sordu.

-Hayır Paşam, Dedim.

-Zahmet olacak amma, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel. Dedi.

… Hemen aşağıya indim. Not defterini alıp geldim. … Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını birkaç nefes
üst üste çektikten sonra :
– Amma bu defterin bu yaprağını kimseye göstermiyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin. Şartım bu… Dedi.

Süreyya da, ben de:

-Buna emin olabilirsiniz Paşam.. Dedik. Paşa, bundan sonra:

-Öyle ise önce tarih koy!. Dedi.

Koydum: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Tarihi sayfanın üzerine yazdığımı görünce:

-Pekala.. yaz!. Diyerek devam etti:

-Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce de bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir. İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.

Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu.

Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.

-Neden durakladın? Deyince:

-Darılma amma Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var, Dedim. Gülerek :

-Bunu zaman tayin eder. Sen yaz.. Dedi.

Yazmaya devam ettim:

-Beş Latin hurufu [harfleri] kabul edilecek.

-Paşam kafi.. kafi.. Dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile:

-Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter! Diyerek, defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmıyan bir adam tavrı ile:

-Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edecekseniz hoşça kalın.. Diyerek yanından ayrıldım.

Hakikaten gün ağarmıştı. Süreyya da benimle beraber odadan çıktı.

(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le BeraberC. 1, 3. b., AnkaraTürk Tarih Kurumu, 1988, s. 130-2.)

Mazhar Müfit, ulu yalan Atatürk‘ün “gizli gündem“ini ciddiye almamakla hata etmiş.

Şayet ciddiye alıp not tutmaya devam etseydi herhalde konuşmanın seyri şöyle devam edecekti:

-Altı: Dolmabahçe Sarayı’nda huzur dersleri yapılmayacak, rakı masası kurulacak, sabaha kadar içilecek. Yedi: Devlet başkanı cuma namazına gitmek yerine milletin karısı kızıyla dans edecek. Sekiz: Yunan Başbakanı Venizelos, İngiliz Kralı Edward aziz misafirlerimiz olarak memleketimizde ağırlanacak. Dokuz: Arapça ezan yasaklanacak. On: İslamî eğitim tümden yasak olacak. Onbir: Medreseler kapatılacak. Oniki: Tekke ve tarikatların kapısına kilit vurulacak. Bunun yerine tiyatro, oratoryo, opera, bale vs. tarikatları kurulacak. Bu tarikatların şeyhleri meraklı gençleri mürit olarak yanlarına alıp yetiştirecekler. Onüç: Biz namaz kılmayacağız fakat namaz kılanların sure ve duaların Türkçe’sini okumaları için vicdanlara baskıda bulunacağız. Ondört: Şapka giymemek idamlık suç olacak. Onbeş: Geleneksel Türk müziği yerine Batı müziği teşvik edilecek. Onaltı: Dinî gelenek görenek ve değerlerin unutulması için hacı, hoca, hafız gibi unvanların kullanılması yasaklanacak. Onyedi: Hacca gitmek yasak olacak. Onsekiz: Ayasofya cami olmaktan çıkarılacak, Fatih Sultan Mehmed’in vasiyetinin içine tükürülecek. Ondokuz: Anayasa’da İslam kelimesi olmayacak. Yirmi: İhtiyaç fazlası olduğunu düşündüğümüz camileri ahır, depo vs. yapacak, ekonomiye kazandıracağız. Yirmibir: Selçuklu Malazgirt Zaferi’ni, Osmanlı da nice zaferleri, İstanbul’un fethini vs. bayram yapmayı akıl edemedi, fakat ben, sadece Samsun’a çıkmamı bile bu millete bayram diye kutlatacağım. Tesettürü kaldırıp, Türk gençlerinin gözleri bayram yapsın diye o bayramda mini etekli Türk kızlarına kutsal jimnastik ibadeti çerçevesinde kalça oynattıracak, 90 derecelik açıyla bacak kaldırtacağım. Yirmi-iki: Selçuklu ve Osmanlı sultanlarından hiçbirinin akıl edemediği birşeyi yapıp her meydana, her okulun önüne heykelimi diktirecek, bunların önünde “saygı duruşu” adı verilen “laik ibadet”i yaptıracağım. Her devlet dairesinde, okulların her sınıfında resmim bulunacak. İsmim ve resmim devletin besmele-i şerifesi haline getirilecek. Çünkü ben büyük adamım, çok mütevazi olduğum için milletten sadece bu kadarcık birşeyi isteyeceğim. Yirmiüç: Bütün anıt kabirleri/mezarları, türbeleri kapattıracağım. Olacaksa bir tek benim türbem olmalı ve devletin kıblesi kabul edilmeli. Ben mütevazi adamımdır, Mısır piramitleri büyüklüğünde olursa yeter, daha büyüğünü istemem, israftır. Milletin parası taşa tuğlaya harcanmasın.

*

İmdi, “gizli gündem”ini o gün Mazhar Müfit ile Süreyya Yiğit’e açıklayan Atatürk, aynı şeyleri İstanbul’da, birkaç kez görüştüğü İngiliz ajanı Frew‘a da söylemiş (ya da söylememiş) olabilir mi?

Diyelim ki söyledi, Frew ulu yalan Atatürk‘ün bu gizli gündeminden, millete ve Vahideddin’e karşı oynamayı kafaya koyduğu oyundan, “insaniyet”i tutup, Mazhar Müfit ile Süreyya Yiğit’in aksine, rahatsız mı olurdu? “Adalet sevgisi ve fazileti” depreşip suratı mı asılırdı?

Yoksa, “Bundan iyisi Şam’da kayısı” diye mi düşünürdü?

Ya da, “Kör istihbaratçının istediği bir göz, Allah vermiş iki göz” diyerek zil takıp oynar mıydı?

Yalanların önderi Atatürk‘e, “Ağzından bal damlıyor azizim. Seni gökte ararken yerde buldum, gel bir alnından öpeyim” gibi birşey mi derdi?

*

Ulu yalan Atatürk, Anadolu’ya müfettiş olarak gönderilmesi meselesi Osmanlı hükümetinin ve Padişah’ın önüne geldiği sıralarda, bu Frew‘la yaptığı bir görüşmede şunu demiş olabilir mi:

“Onlar beni bu Vahideddin salağının tacını tahtını kurtarayım diye göndermek istiyorlar, fakat ben onun tacını tahtını başına geçireceğim. Osmanlı kadınının tesettürünü ortadan kaldıracak, erkeklerin başından sarığı ve fesi çıkartıp zorla şapka giydireceğim. Arap harflerini yasaklayacak, yerine sizin harflerinizi ikame edeceğim.. Bana vereceğiniz vizenin hakkını vereceğimden zatıalilerinizin şüphesi olmasın.”

Böyle bir konuşma gerçekleştiğinde Frew’un tepkisi ne olurdu?

Hani fıkra bu ya, kendisine “Seni tavuk kümesine bekçi yapmak istiyoruz, ne dersin?” diye soranlara tilki, “Ağzımın suyunun akmasından konuşamıyorum ki..” demiş ya, Frew‘un da, Atatürk’ün böylesi “gizli gündem“lerini dinleyince şaşkınlıktan bir karış açılan ağzının suyu akmış olabilir mi?

Evet, Atatürk, İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi Frew‘la yaptığı görüşmelerinde böyle şeyler konuşmadıysa, ne konuşmuş olabilir?

*

(Devami için bakınız:

İNGİLİZ’İN AJANLAŞTIRMA SATRANCINDA ATATÜRK “ŞAH” AJAN, SAİT MOLLA DA PİYON MUYDU?

(BİR HİLÂL UĞRUNA NİCE GÜNEŞLER BATAR,

BİR ŞAH UĞRUNA NİCE PİYONLAR FEDA EDİLİR)

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 3)

*

Robert Frew (soldaki “şapka”lı)

*

Konumuzla ilgili ilk iki yazıda, (sonradan Atatürk soyadını alan) Mustafa Kemal’in, İngilizler’in İstanbul’daki casuslarının (kendisini rahip kisvesi altında kamufle eden) şefi Robert Frew ile olan ilişkisini konu edinmiştik.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK, İNGİLİZ İSTİHBARATI’NIN İSTANBUL ŞEFİYLE NE KONUŞMUŞTU? başlıklı birinci yazıda, Mustafa Kemal’in Nutuk‘unda  Frew‘u basit bir maceraperest gibi göstermiş, ajanlık yönünü saklamış olduğuna dikkat çekmiştik..

Aynı ketum ve örtbas edici tutumu, bu kurt istihbaratçı ile yaptığı görüşme hakkında Falih Rıfkı Atay‘a yaptığı açıklamalarda da görüyoruz.

Atay’ın hem bu ajanın, hem görüşmeye aracılık eden kişinin, hem de ilgili devletin (İngiltere’nin) ismini sansürleyip saklamasındaki tuhaflığa da değinmiştik.

ATATÜRK MÜ YALANCI, RAUF ORBAY MI? başlıklı ikinci yazıda ise, İngiliz istihbaratının İstanbul şefi ile sadece bir kez görüştüğünü söyleyen Atatürk’ten farklı olarak, sırdaşı Rauf Orbay‘ın iki üç kez görüşüldüğünü söylemiş olduğunu aktarmıştık.

*

Ne yazık ki sadece Rauf Orbay değil, Cevat Abbas da Atatürk’ü yalancı çıkarıyor.

Önce bu şahsı tanıyalım:

Mehmet Cevat Abbas Gürer (1887, NişOsmanlı İmparatorluğu – 4 Temmuz 1943, Yalova), Türk asker, siyasetçi, Mustafa Kemal Paşa’nın başyaveri, Meclis-i Mebûsan ve TBMM I., II., III., IV. ve V. dönem Bolu milletvekili.

… 13 Aralık 1916’da yüzbaşı oldu. 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın yaverliğine tayin edildi. Savaş süresince yaver olarak Mustafa Kemal Paşa’nın maiyetinde bulundu. Mütarekeden sonra Yıldırım Ordular Grubu’nun lağvı üzerine Harbiye Nezareti emrine verilen Mustafa Kemal Paşa ile birlikte 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi.

… 30 Nisan 1919’da 9. Ordu Müfettişliği’ne atanan Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri olarak Bandırma Vapuru’yla 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı.

Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da bulunduğu … 6 aylık süre içinde kendisine refakat etti. … Mustafa Kemal Paşa’nın dikte ettiği Amasya Genelgesi’ni kaleme aldı. Erzurum’da 8 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten istifası üzerine Erzurum Müstahkem Mevkii Komutanlığı emrine atandı. Sivas Kongresi’nden sonra Heyet-i Temsiliye Başkatipliği’ne getirildi.

Osmanlı Meclis-i Mebûsan’ının son dönemi için 8 Ocak 1920’de yapılan seçimlerde Bolu Milletvekili olarak Meclise katıldı. Meclisin feshi üzerine Ankara’ya gelerek 5 Temmuz 1920’de TBMM Genel Kurulu’na Bolu Milletvekili olarak katıldı.

Evet, İlk Meclis’e giriyor, ardından dört kez daha milletvekili oluyor. Çünkü Atatürk’ten torpilli.

Çünkü, onun yaveri..

Yaver, “devlet başkanı, yüksek rütbeli komutan gibi kimselerin yanında bulunan ve onların komutlarını yazmakla, bu komutları gerektiğinde yerine ulaştırmakla görevli subay, emir subayı” demek oluyor.

Bu Cevat Abbas, Atatürk’ün İngiliz istihbarat şefi Robert Frew ile olan ilişkisi konusunda şunu söylüyor:

Atatürk, İstanbul’da bulunduğu ayların sonlarına doğru İtalya mümesilli [temsilcisi] Kont Sforzia ve Papaz Mister Frew ile de ayrı ayrı ve fasılalı tarihlerde görüşmüştü. Aldığı kanaat acı idi. Ağırdı. Samsun ve İzmir mıntıkalarının bir gün işgal altına alınacağı ve Ermeni yurdu yapılacağı kanaatini bu mülakatlar vermişti.

(Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, Cepheden Meclise Büyük Önder ile 24 Yıl, 5. b., İstanbul: Gürer Yayıncılık, 2007, s. 214.)

Demek ki Atatürk, bu iki adamla ayrı ayrı görüşmüş..

Bunu anladık, ancak bunlarla bir kez görüşmemiş, fasılalı tarihlerde birkaç kez görüşmüş. Eğer bir kez görüşmüş olsaydı, Cevat Abbas’ın “Bunlarla ayrı ayrı görüşmüştü” demekle yetinmesi gerekirdi.

*

Atatürk, bu iki adamla yaptığı görüşmeler sonucunda, Samsun ve İzmir bölgelerinin işgal edileceği kanaatine vardıysa, (Sonradan İtalya dışışleri bakanı olan) Carlo Sforza İtalya için neyse, Frew da İngiltere için odur diye düşünmüş olmalıdır.

Şayet Frew’un sıradan bir rahip ya da bir maceraperest olduğunu düşünseydi, bu görüşmelerden hareketle böylesi bir kanaate varamazdı.

Evet, Atatürk’ün en yakın iki yoldaşı, mahrem dostu, onun, İngiliz istihbaratının İstanbul şefi ile bir defa değil, birkaç kez görüştüğünü söylüyorlar.

Bir Osmanlı paşası, böylesi bir ajanla niçin görüşür?

Ya da şöyle soralım: İngiliz istihbaratının İstanbul şefi, bir Osmanlı paşası ile neyi niçin görüşür?

*

Atatürk’ün bu İngiliz ajanıyla görüşmesini Falih Rıfkı’ya bir defaya mahsus önemsiz bir görüşmeymiş gibi aktarması, ayrıca “Bu zatın, benimle bu görüşmeyi niçin istediğini hâlâ anlamadım” diye konuşması, ister istemez kuşkuya yol açıyor.

Arkadaşlarının söylemiş olduğu gibi birkaç kez görüşmüş olduklarını, ilk görüşmede ondan şüphelendiğini, sonraki görüşmelerinde ise şüphelerinin kesin kanaate dönüştüğünü, kendisine açıkça ya da imalı biçimde işbirliği teklifinde bulunduğunu yahut işbirliği anlamına gelecek şeyler önerdiğini, o nedenle bu adamı tehlikeli biri olarak görüp bir daha görüşmek istemediğini söylese, aklımıza herhangi bir olumsuz düşünce gelmeyecek.

Öyle yapmıyor.

Kendisi hakkında “Amma da saf adammış, bir de kurmay subay, bir paşa olacak.. Düşman bir ülkenin papazının kendisiyle niçin görüştüğünü hâlâ anlayamamışmış, bizim çarıklı erkân-ı harp bir kurnaz köylümüz bile böylesi bir görüşmeden kıllanırdı” diye düşünülmesine ya da “Bu Atatürk bir tek kendisini akıllı, bütün bir milleti de salak mı zannediyor?” şeklinde akla soru işaretleri gelmesine yol açacak biçimde konuşuyor.

*

Falih Rıfkı’ya, bu görüşmesi hakkında, “Canım sıkılmadı değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım” diyor.

Fakat, konuyla ilgili başka beyanları, aslında canının sıkılmamış olduğunu gösteriyor.

Ayrıca, 1926 yılında Falih Rıfkı’ya hatıralarını anlatırken (Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi, 1999, s. 122) ajan Frew ile yalnız bir kez görüştüğünü üstüne basarak söylemişken, bir yıl sonra TBMM’de yaptığı konuşmasında (meşhur Nutuk‘ta), onunla bir iki kez görüşmüş olduğunu itiraf ediyor.

Konuya şöyle girmiş:

Milli mücadeleler esnasında maruz kalmış olduğumuz açık ve gizli müşkülat hakkında esaslı bir fikir edinmeye vesile olacak ve gelecek nesiller için ibret ve uyanıklığı icap ettirecek mahiyette bulunan söz konusu vesikaları aynen bilginize sunmayı münasip görüyorum. Bu vesikalar, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin güya reisi tanınmış bulunan Sait Molla’nın Mister Fru [Frew) namındaki rahibe gönderdiği mektupların suretleridir.

Efendiler, bu mektupların suretlerinin alındığını hisseden Sait Molla’nın, Türkçe İstanbul gazetesinin 8 Teşrinisani [Kasım] 1919 tarihli nüshasında, söz konusu mektuplardan bahisle uzun ve sert bir lisanla bir tekzip yayımlamış olmasına rağmen, hakikati inkar mümkün değildir. Bu mektuplann suretleri, Sait Molla’nın evinden ve mektupların müsveddelerinin yazılı bulunduğu bir defterden aynen kopya edilmiştir.

Şimdi müsaade buyurursanız, bu mektupları tarih sırasıyla arz edeyim: …

(Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, İstanbul: Kaynak Y., 2015, s. 228.)

1919 yılındayız.. Aylardan Kasım..

Bu sırada Mustafa Kemal henüz herhangi bir düşmana tek kurşun bile atmış değildir.

Sivas’tadır.

Ertesi ayın, yani Aralık ayının sonlarında Ankara’ya gidecektir.

Bu arada İngiliz istihbaratının İstanbul’daki şefi Frew, Sait Molla’yı çalıştırmaya başlamış..

Ondan rapor mahiyetinde mektup alıyor. Ancak, bunları “şifrelemesi” gibi birşeyi ondan istemiyor.

Oysa kendisi bu şifre işlerinin uzmanı:

İskoç asıllı olan Papaz Frew; … İngiliz Dışişlerince Hindistan’da görevlendirildi. … Ağustos 1919’da Ege Bölgesinde kendisini “Ordu Papazı Albay Emiling” olarak tanıtan aslında İngiliz casusu olan Papaz Frew; “Yeraltı çalışmaları, entrika, tezvir gibi işlerde uzman olduğu için” … Hindistan’dan Türkiye’ye getirilmişti. “Lloyd George’un Türkiye’ye dikte edeceği antlaşmaların kolaylıkla kabul edilebilmesi için ona, ortam hazırlaması görevini de verdiği söylenmekte idi”. Bkz. Bayar, Ben de Yazdım, C. VII, s.82-85. Tevetoğlu, Papaz Frew’in İngiliz Entelijans Servisi’nin İstanbul Şefi olduğunu ve … bütün İngiliz şifrelerinin Frew’in elinde olduğunu yazmaktadır. Bkz. Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, TTK. Yay., Ankara-1991 , s. 15.

(Doç. Dr. Cemal Güven, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve Görüşmeleri, Konya: Eğitim Yayınevi, 2012, s. 31, dn. 81.)

Bütün şifreler elinde, fakat Sait Molla ile şifresiz çalışıyor.

Belli ki Sait Molla’nınki acemilik.. Peki bununki?..

Ayrıca, bir istihbaratçı olarak, kendisine gönderdiği raporların bir kopyasını saklamaması gerektiğini de söylemiyor. (Aksini söylemiş midir, “Arşiv yap” demiş midir, onu da bilmiyoruz.)

Ve, Molla Sait efendi, adeta gelip birileri kopyasını alsın diye raporların bir suretini noter gibi evinde bulunduruyor. Tapu kaydı tutar gibi bir deftere geçiriyor.

Mustafa Kemal’in anlatımına göre durum bu.

*

Mektupların tarihlerine gelince.. İlki 11 Ekim 1919 tarihli, sonuncusu ise 5 Kasım..

Yani mektup trafiği bir ay (30 gün) bile sürmemiş..

Ve 8 Kasım’da Sait Molla İstanbul gazetesinde bir tekzip yayınlayarak, Mustafa Kemal yanlılarının eline geçen mektupların kendisine ait olmadığını “uzun ve sert bir lisanla” iddia etmiş.

Atatürk, 1927 yılında irat ettiği Nutuk‘unda, bu tarihten (5 Kasım’dan) sonrasına ait bir mektubun suretini okuyamadığına göre, Sait Molla bundan sonra bir ajana yakışır şekilde hareket etmiş olmalı.

Ba’de harâbi’l-Basra… Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra..

Ondan sonra (kendisinin neyine yarayacaktıysa) gizliliğe riayet etmiş olmalı. (Ya da mektup yazmamıştır. Bilmiyoruz.)

*

İmdi, burada şu soruyu sormamız gerekiyor:

İngilizler’in asıl önem verdikleri kişi Sait Molla mıydı, yoksa o, vize verip Anadolu’ya gönderdikleri ajanları Mustafa Kemal‘in gerçek vatansever görünmesi için kullanılmış zavallı bir piyon muydu? (MİT’çi Mehmet Eymür’ün sözünü hatırlayalım: İstihbaratçılık demek, “oyun içinde oyun” kurmak demektir.)

Bir ajan nasıl bu kadar çabuk deşifre olur? Üstelik Ankara’da değil, İstanbul’dayken..

*

Mustafa Sabri Efendi, Osmanlı’nın sondan ikinci şeyhülislamıdır. İslam düşüncesine ve Batı felsefesine tam anlamıyla hâkim, keskin zekâ sahibi büyük bir âlim olduğundan şüphe edilemez. Eserleri ortada.  “Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”

Mustafa Kemal’in Vahideddin tarafından Anadolu’ya gönderilişinin içyüzünü en iyi bilenlerden biridir. Dönemin canlı şahididir.

Mustafa Kemal’i olağanüstü yetkilerle gönderme kararından Vahideddin’i vazgeçirmeye çalışmış fakat suizanda bulunma suçlamasıyla karşılaşmıştır. Ondan şu cevabı almıştır:

Mustafa Kemal’i yanlış anlıyorsunuz, ona suizanda bulunuyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesâim, birlikte çalışmışlığım oldu; fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Ordudaki subaylar arasından bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen bir insan… Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ…

Sonrası malum.. Mustafa Kemal, Vahideddin hakkında şükran-ı nimet ve teşekkür babından şunları söyledi: Şuursuz hain, adi soysuzlaşmış yaratık, alçak…

“Falancayı padişah yapmışlar, önce babasını aşmış” derler, onun gibi birşey.. Karakter meselesi.

Kemal’in sadık bendeleri de, yeni efendilerinin gözüne girmek ve ulufe, makam mevki kapmak için Vahideddin’e demediklerini bırakmadılar. Bu da yine karakter meselesi

O yüzden, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl adlı kitabında şöyle demektedir:

“Sultan Vahideddin’in Mustafa Kemal’e itimâdı kadar dünyada ne kimse kimseye itimâd etmiş, Mustafa Kemal’in Sultan Vahideddin’e hıyaneti kadar da ne kimse kimseye hıyanet etmiştir.”

Şeyhülislam’ın bir İngiliz’den naklettiğine göre, olay şu: Vahideddin, güvendiği yaveri Mustafa Kemal ile İngilizler’e oyun oynamak istemiş, fakat İngilizler Mustafa Kemal ile Vahideddin’i oyuna getirmişlerdir. Böylece Vahideddin tacını tahtını, ordusunu devletini kaybetmiştir.

Prof. Hayettin Karaman’dan dinleyelim:

Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl isimli eserinin dördüncü cildinde (335-336) Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yenik düşen Osmanlı’yı tasfiye etme ve yerine İslam’dan uzaklaşmış yeni bir devlet oluşturma işinin İngiliz ve Fransızlara verildiğini, onların da Mustafa Kemal aracılığı ile bu amacı gerçekleştirdiklerini, ortada kötü bir alış-veriş bulunduğunu, yeni Türkiye’nin İslam’ı ve hilafeti vererek küçük bir toprakta bağımsız bir devlet kurmayı satın aldıklarını kaydettikten sonra (4) numaralı uzun dipnotunda özetle şunları söylüyor:

“Osmanlı zayıflamaya başlayınca Hristiyan ve Haçlı Avrupa devletleri onu İslam’dan uzaklaştırmak için uzun yıllar dayanılmaz baskılar uyguladılar. Osmanlı bu baskılara boyun eğmedi ve Müslüman olarak vefat etti. Söz sahibi olan Haçlı Avrupa bunu Lozan’da gerçekleştirdi. Sultan Vahîdüddîn Mustafa Kemal’i Anadolu’ya “görünüşte ordu müfettişi, ama gizli olan maksadı, Anadolu isyanını idare edip ülkeyi kurtarmak” olarak göndermişti. Onun faaliyeti dört yıl içinde, galip devletlerin izinleriyle İzmir’e girmiş bulunan Yunanlıları oradan, Sultan’ı da ülkesinden çıkarmak oldu. Nitekim bir İngiliz bu sonucu şöyle ifade etmişti: “Sultan İngilizleri Mustafa Kemal ile aldatmak istemişti, ama İngilizler onu bununla tongaya düşürdüler…(s. 248, 336 vd., s. ).

Mustafa Kemal’i Anadolu’ya, ülkeyi düşman istilasından kurtarmak gizli vazifesi ve maksadıyla Sultan Vahdettin’in gönderdiği konusunda son yıllarda hayli belge bulundu ve yazılar yazıldı. Bunlardan biri de Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralar’ında yer alan (2. Cilt, s. 58 vd.) ve M. Sabri Efendi’nin tanıklığına dayanan bilgi ve belgedir:

Padişah’ın Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndereceğini kestirince bir din borcu olarak kendisiyle görüşmek ve buna mani olmak istedim. Çünkü endişelerim vardı. O ana kadar elde ettiğim bilgiler de bu endişelerimi kuvvetlendiriyordu. Miralay Sadık Sabri Bey’in ve arkadaşlarının tahkikatı da bu yöndeydi. Beni ikaz etmişlerdi. ‘Padişahım, eğer bu iş için muhakkak bir paşa gönderilecekse, karar verdiyseniz başka bir paşa bulalım’ demek istedim. O sırada Ferid Paşa yoktu, Sadaret mührü sadrazam vekili olarak bende idi. Padişah’tan müsaade alarak ziyaretlerine gittim… Sonra meseleyi Padişah’a açtım, bahse girdik. Söz uzadı, yemek vakti geldi, saray âdeti üzere yemek yedik, çay geldi içtik, yatsı oldu namaz kıldık. Padişah devamlı şöyle diyordu:

‘Efendi hazretleri, vaziyet belli; ben vatanımı kurtarmak istiyorum, ne pahasına olursa olsun, vatanımın kurtarılmasını istiyorum. Efendi hazretleri anlaşılıyor ki siz, saltanatımın tehlikeye düşeceğinden korkuyorsunuz, onu korumamı istiyorsunuz.

Bunun üzerine: ‘

Efendim, endişem sizin saltanatınız için değildir. Bugün saltanatınızın temsil ettiği dinimiz içindir. Bendeniz, din gider diye korkuyorum. Saltanat giderse yerine bir saltanat daha bulunur, fakat din giderse yerine bir din daha gelemez, benim korktuğum budur. Eğer mutlaka bir zat, bir asker gönderilecekse başka birini araştıralım, bana da bir söz hakkı tanıyın. Siz bu dinin halifesi, ben de şeyhülislamıyım. Din cihetinden sizin kadar ben de mes’ulüm…’ filan dedim.

Baktım Padişah’ın Mustafa Kemal’e tam itimadı var. Bana:

Yanlış anlıyorsunuz, suizan ediyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesâim oldu; fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Efendim orduda bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen insan… Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ…’ dedi…”

Eğer Şeyhülislam’ın İngiliz’den naklettiği söz doğru kabul edilirse (Ki, moda tabirle “büyük resim”e bakıldığında kesin doğru görünüyor), Sait Molla’yı bizzat Frew “satmış” (daha doğrusu kullanmış) olmalıdır. (Büyük resim için bakınız: “ATATÜRK İNGİLİZ AJANI MIYDI?” TARTIŞMASI)

Mustafa Kemal ile bile birkaç kez görüşen Frew, herhalde, sonradan “millî mücadele” saflarına katılan başka adamlarla da görüşmüş, onlardan bazılarını (büyük ihtimalle hepsini) angaje etmeyi başarabilmiş olmalıdır.

Bu durumda Frew, “millî mücadele” saflarındaki bir adamına Sait Molla ile ilgili tüyo vermiş, “Mektuplar yeterli sayıya ulaştı, Mustafa Kemal’i samimi vatansever, onun karşıtlarını da İngiliz işbirlikçisi hain göstermemize yetecek malzeme oluştu. Mustafa Kemal’in elini güçlendirmek için acele etmemiz gerekiyor. Sait’in evine girip kopyaları alın” demiş olmalıdır. (Ya da Mustafa Kemal’le ilk temasını sağlayan Martin gibi bir adamla birilerine haber uçurmuş olabilir.)

Ya da belki Sait’in evinde böyle bir defter yoktu, Frew, bizzat kendi elindeki mektupların kopyasının çıkarılmasını istemiştir.

“Büyük resmi” dikkate aldığımızda, olayın böyle gelişmiş olduğunu düşünebiliriz.

*

Evet, Atatürk, “Bu mektuplann suretleri, Sait Molla’nın evinden ve mektupların müsveddelerinin yazılı bulunduğu bir defterden aynen kopya edilmiştir” diyor.

Bunu 1927 yılında söylediğine göre, onun evine kimin ya da kimlerin girip kopyaladığını, bu operasyonu gerçekleştiren kahramanların kimler olduğunu söylemesi gerekirdi.

Söylemiyor mu, (böyle birileri gerçekte bulunmadığı için) söyleyemiyor mu, bilmiyoruz.

Oysa, onları ödüllendirmese bile, hiç değilse isimlerini tarihin altın sayfalarına emanet ederek onurlandırabilirdi.

*

Halide Edib Adıvar’ın Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı kitabında anlattığına göre, söz konusu mektupları, Sait Molla’nın kâtibi olduğunu söyleyen biri, Ankara’yla temasta olan subaylardan Kemalettin Sami’ye götürüp vermiş.

Sait’in evine girmişler, sanki kendi evleriymiş gibi oturmuşlar, tam 12 tane mektubu ferih fahur, rahat rahat, lüzumsuz ayrıntıları da dahil olmak üzere kopya etmişler. Fotoğraflama gibi birşey de yok, defterden kalem kâğıt ile kopya edilmiş.

İmdi, eğer gayeniz bu adamların yazışmalarına bakarak planlarını öğrenmek ve gerekli tedbirleri almaksa, böylece adamları faka bastırmaksa, onları uyandırmamak, yazışmalarını gelecekte de takip etmek için, defteri yürütmek yerine hissettirmeden kopyalamakla yetinebilirsiniz.

Fakat bu durumda mektupların noktası noktasına, virgülü virgülüne kopya edilmesi anlamsız olur. Bilgileri öz bir şekilde not etmek yeterlidir.

Demek ki, mesele takip meselesi değil.

*

Mustafa Kemal’in okuduğu mektuplara bakıyoruz, müsvedde denilecek durumda değiller, basbayağı mektupların son hali.

Gerçekte böylesi kopyalar, fotoğraflama şeklinde olmadığı için, kesin belge niteliği taşımazlar. Çünkü elinizdeki kopyadaki el yazısı Sait’e değil, sizin kopya çıkaran kendi adamınıza ait.

Böylesi kâğıt parçaları, taraflar inkâr ettiğinde ve siz şahit getiremediğinizde, birilerine komplo kurduğunuzu gösteren belgeler olmaktan öteye gitmez. Çünkü el yazısı size ait.

Bu durumda en azından kopyalamayı yapan kişinin ortaya çıkıp, “Evet böyle bir defter var, ben kopyaladım, defterin özellikleri de şöyle.. Hatta orada bu mektuplar dışında şöyle şeyler de yazılıydı” demesi gerekir.

Sözüne inanılacak birden fazla kişi “Evet, biz de oradaydık, defteri gördük, arkadaşımız falan, o mektupları sayfa sayfa kopyaladı. Sonra da, Mustafa Kemal’e ulaştırılmak üzere filana verdi. Biz şahitiz” dediğinde ise, iddianın inanılırlığı artar.

Atatürk’ün sözlerinde bunlar yok.

*

Böyle bir işe bulaşmış olan Sait Molla’nın bakkal veresiye defteri gibi bir defter tutmuş olması da akla pek yatmıyor.

Mektupları yazmış olabilir, fakat bu tür işlere bulaşmış bir sahtekârın böyle bir defter tutacak kadar bön olması ve tedbirsiz davranması akla yatkın değil.

Çünkü adam Şûra-yı Devlet üyeliği ve Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı (bakan yardımcılığı) gibi görevlerde bulunmuş, böylesi belgelerin önemini bilen eğitimli ve tecrübeli bir bürokrat.

İnsana makul ve anlaşılır gelen tek ihtimal, bu mektupların kopyasının, Mustafa Kemal’in kendisiyle defalarca görüşme bahtiyarlığına erişmiş bulunduğu Rahip Frew tarafından verilmiş olması. (Ancak, istihbaratçıların böylesi teslimat işleri için kullandıkları yöntemler farklıdır. Mesela, bir ajanları,, sözde Ankara sempatizanıymış, onlara hizmet etmek istiyormuş gibi mektupları götürür verir.)

Atatürk’ün söz konusu nutkunun ardından hiç kimsenin çıkıp “Evet, Sait Molla’nın defterindeki mektupları ben kopyaladım (ya da biz kopyaladık)” dememesi, böylesi tarihî öneme sahip olağanüstü bir hizmetin, eşine az rastlanacak bir kontr-espiyonaj harikasının cami avlusuna bırakılmış anası babası belli olmayan sahipsiz bir bebek gibi ortada kalması, Atatürk de dahil olmak üzere hiç kimsenin “Bu hizmeti yapanfalanlardı” diyememesi, olayın içyüzü hakkında tahminde bulunmak için yeterince ipucu veriyor.

*

Atatürk malum Nutuk‘unda Sait Molla’nın mektuplarını tarih sırasıyla okuduktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:

Efendiler, bütün bu gizli tertibat kaynaklarının Rahip Fru’nun [Frew] kafasında toplandığı ve oradan din kardeşlerimiz olacak hainlerin kafalanna zerk edilerek fiiliyata dönüştüğü tahmin olunduğundan, Rahip Fru’nun bir zaman için olsun durmasını ve uzaklaşmasını temine vesile olur düşüncesiyle, bizzat kendisine bir mektup yazdım.

Mektubun iyi anlaşılabilmesi için şu malumatı da ilave edeyim ki, ben, Mister Fru ile İstanbul’da bir iki defa görüşme ve münakaşalarda bulunmuştum.

Nutuk, s. 235-6.

Böylece Atatürk, “Atatürk versus Atatürk” (Atatürk Atatürk’e Karşı) filmini gösterime koymaya başlıyor.

Falih Rıfkı’ya konuşan Atatürk, Rahip Frew ile sadece bir kez konuştuğunu söylüyor.

TBMM’de nutuk atan Atatürk ise, “Falih Rıfkı’ya konuşan Atatürk yalan söylüyor, bir iki defa konuştum” diyor.

Falih Rıfkı’ya konuşan Atatürk “Canım sıkılmadı değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım” diyor.

Nutuk atan Atatürk ise, Falih Rıfkı’ya konuşan Atatürk’ü yalanlayarak “Münakaşalarda bulunmuştum” diyor.

Ayrıca, “Rahip Fru’nun bir zaman için olsun durmasını ve uzaklaşmasını temine vesile olur düşüncesiyle” tutup, Sait Molla gibi, adama mektup yazıyor..

Mektup yazma bakımından aralarında fark yok.

İkisinin de hobisinin Frew’le görüşmek ve mektuplaşmak olduğu anlaşılıyor.

*

Yani, bu zihniyete göre, “bir zaman için olsun durmasını ve uzaklaşmasını temine vesile olur düşüncesiyle” böyle bir düşmanla dostane bir biçimde yazışmak, temas kurmak gayet normal..

Ancak, bu mazeretinin, İngilizler’le temas konusunda İstanbul’daki Padişah ile hükümet erkânı için de geçerli olacağını akıl edemiyor.

Ya da akıl edemiyor numarası yapıyor.

İşine öylesi geliyor. Nalıncı keseri hikâyesi..

*

Atatürk, Nutuk‘unda sözlerini şöyle sürdürüyor:

Fru’ya [Frew] Fransızca olarak gönderdiğim mektubun Türkçesi şudur:

Mister Fru’ya

Zatıalinizle Mösyö Marten aracılığıyla vuku bulan görüşmelerimizin hatırasını memnuniyetle muhafaza etmekteyim.

(Nutuk, s. 235)

Burada bir parantez açalım.

Görüldüğü gibi, İstanbul’dakiler için “din kardeşlerimiz olacak hainler” iltifatında bulunan, dini de durup dururken işin içine katan, İstiklal Harbi yıllarında Allah İslam, din, hilafet, saltanat kelimelerini dilinden düşürmeyen beyzademiz, din kardeşimiz olmayan hain ve zalim düşmana sıra gelince kibarlıktan kırılıyor.

Zatıaliniz (yüce zatınız) diye söze başlıyor.

Sanki İstiklal Harbi’nde Yunan’a, Fransız’a karşı savaşanlar din kardeşlerimiz değildi de, “yahudi ya da hristiyan kardeşlerimiz”di.

Bir başka husus: Atatürk, Frew’la olan görüşmelerinin (görüşme değil, görüşmeler) hatırasını memnuniyetle muhafaza ediyormuş.

Olaya Mustafa Sabri Efendi‘nin verdiği bilgiler çerçevesinde bakılırsa, Atatürk’ün burada söze “şifreli” başlamış olduğunu kabul etmek gerekir.

Yani, “Görüşmelerimizde hani aramızda sır olarak kalacak, bizimle mezara gidecek diye konuştuklarımız var ya, onların hatırasını memnuniyetle muhafaza etmekteyim. Bundan sonra söyleyeceklerim bu çerçevede anlaşılmalıdır” demiş olur.

Atatürk’ün Frew’a mektubu şöyle devam ediyor:

Senelerce memleketimizde ve milletirniz arasında yaşamış olan zatıalinizin, hakkımızda en doğru fikir ve kanaatlerle donanmış bulunacağınızı ümit ederdİm. Halbuki, ne yazık ki, İstanbul muhitinde temasınıza gelen bazı gafil ve menfaatperest kimselerin sizi yanlış istikametlere sevk ettiklerini pek büyük teessüfle anlıyorum. Bunlardan Sait Molla ile tertip ve tatbikine başladığınız, sağlam kaynaklardan haber alınan planın, İngiltere milletinin cidden kınamasına layık bir mahiyette olduğunu arz etmekliğime müsaadenizi rica ederim. …

Bilhassa, sizinle temasa gelen sahtekarlar tarafından Osmanlı Padişahı’nın da müşterek mesai ve meselelerinizde parmağı varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir. Zatıaliniz pekala takdir edersiniz ki, Zat-ı Şahane, gayri mesul ve tarafsız olup, milli irade ve hakimiyetimizin alakalı olacağı hakikatleri değiştirmez ve bozmazlar. … Fakat bu hususta, garipliği itibariyle şunu da arz etmek mecburiyetindeyim ki, zatıalileri ruhani mesleğe mensup iken, siyaset manevralannda, bilhassa boğazlaşmayla neticelenecek vaziyetlerde rolör [rol sahibi] olmak sevdasında bulunmamalıydınız.

Zatıalinizle vuku bulan görüşmelerimde, sizi bu türden bir siyaset adamı olarak değil, insaniyete hizmet eden, adaleti seven, faziletli bir zat kabul etmiştim. Bunda ne kadar aldandığımı son aldığım sağlam malumatın teyit etmekte olduğunu bildirmekle şeref duyarım.

Mustafa Kemal

(Nutuk, s. 235-6)

Buradaki üslubu nezaket mi yoksa laubalilik olarak mı değerlendirmek gerekir, karar vermek zor.

Ancak, konumuz üslup değil..

Görüldüğü gibi Atatürk, “Bilhassa, sizinle temasa gelen sahtekarlar tarafından Osmanlı Padişahı’nın da müşterek mesai ve meselelerinizde parmağı varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir diyor.

Asıl tehlikeli olan bu ifade.

Sivas’ta oturduğu yerden bunu nasıl biliyor?

Senin anlatımına göre, bu adam sonuçta bir papaz.. Bir “ruhanî”.. İngiliz işgal güçlerinin “resmî” bir görevlisi değil..

Sonradan işgal güçleriyle gelmiş de değil..

Savaş yılları da dahil senelerdir memleketimizde iznimizle yaşamış.

Sahtekârlar olarak adlandırılan birileri niçin kalkıp da bu adamın ayağına gitsinler?..

Madem ayağına gidiyorlar, gidebiliyorlar, baş sahtekâr Sait Molla neden yanına gidip şifahen, sözlü olarak bilgi vermemiş de mektup yollamış.

“Sahtekâr” Osmanlı devlet erkânı niçin sıradan bir papazı muhatap alsın?..

*

Eğer bu adamla temas kuranlar sahtekâr sıfatını hak ediyorlarsa, o zaman aynaya bakman gerekir.

Çünkü bu adamla temas kuran, ayağına gidenlerden biri, belki de birincisi sensin.

Üstelik, bu mektubunla bile bunu “görüşmelerimiz, görüşmelerim” (mülakatlarımız, mülakatlarım) diyerek itiraf ediyorsun.

Evet, birtakım sahtekârların “Bilhassa, sizinle temasa gelen sahtekarlar tarafından Osmanlı Padişahı’nın da müşterek mesai ve meselelerinizde parmağı varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir demeni gerektirecek şekilde hareket ettiklerini sana kim haber vermişti?

O sahtekârlar mı, yoksa bizzat Frew mu?

*

Sonra, durup dururken böyle bir cümle kurman nerden icap ediyor?

Buna, amiyane tabirle “Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek” derler.

Ya da şöyle söyleyelim, birilerinin aklına “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” fehvasınca şüphe düşürmek için saf ayağına yatarak ya da suret-i haktan gelerek milletin zihnine nifak tohumu ekme derler.

Bir de tutmuş “Zat-ı Şahane, gayri mesul ve tarafsız olup…” diyor.

Bunu, Zat-ı Şahane’yi (Padişah’ı) İngilizler’in şerrinden korumak için mi söylüyorsun, yoksa milletin gözünden düşürmek, “Bakın, Padişah milletinden taraf bile olamıyor, tarafsız” demek için mi?

Neden Frew’a, malum kibarlığınla bile olsa, “Devletinizin işgalci güçlerinin Zat-ı Şahane’ye orada ne tür baskılar yaptığından habersiz olmadığımızı zatıalilerinizin dikkatlerine arzetmeme lütfen müsaade buyurunuz” gibi birşey demiyorsun?

Bu kadarını olsun söyleyemeyecek kadar korkak mısın?

*

Evet, Frew’a, Zatıalinizle vuku bulan görüşmelerimde, sizi … insaniyete hizmet eden, adaleti seven, faziletli bir zat kabul etmiştim” diyor.

Diyebiliyor.

Bir ihtimal yalan söylüyor.. Adam yalancı.. Su içer gibi yalan söyleyebiliyor.

Diğer bir ihtimal, doğruyu söylüyor olması.. Bu durumda da ona, “Bu baş ajanın hangi meziyetlerine, hangi faaliyetlerine baktın da onu insaniyete hizmet eden, adaleti seven, faziletli bir zat kabul ettin?” sorusunu yöneltmemiz gerekir.

Sait Molla da Frew’u herhalde ancak böyle kabul etmiştir: İnsaniyete hizmet eden, adaleti seven, faziletli bir zat.

Zatıalileri..

*

İşin ilginç tarafı şu ki, Atatürk’ün Nutuk‘ta ballandıra ballandıra anlattığı bu mektubun gönderilip gönderilmediğini bile bilmiyoruz.

Okuyalım:

Hüsrev Gerede, hatıralarında 4 Kasım 1919’da Mustafa Kemal’in papaza oldukça alaylı biçimde bir mektup yazıp Ahmet Rüstem Bey’e Fransızcaya çevirttirip, gönderdiğini ve mektubun çok etkili olacağının sanıldığını yazar, daha sonra Heyet-i Temsiliye’nin 16 Kasım 1919 günü yapılan toplantısında ise Mustafa Kemal Paşa’nın Papaz Frew’a yazdığı Fransızca mektubun da gönderilmesinin ertelenmesine karar verildiğini yazmaktadır. Bkz. Gerede, Hüsrev Gerede’nin Anıları, s. 107-108, 1 14; Heyet-i Temsiliye’nin 16 Kasım 1919 günü yapılan toplantısında İstanbul’daki milliyetçilerin takibata uğramamaları için yazılan mektubun gönderilmemesine karar verilmiştir.

(Güven, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve Görüşmeleri, s. 34, dn. 95.)

Heyet-i Temsiliye, bu mektubu, İstanbul’daki Millî Mücadele yanlıları için tehlikeli görmüş.

Nedense Mustafa Kemal görmemiş. Oturup yazmış.

Ne lüzum varsa tutup bir de Fransızca’ya tercüme ettirmiş. Sait Molla’nın mektuplarının Türkçe olduğunu bildiği halde.

*

Asıl konumuz, Atatürk’ün 24 Nisan 1920 tarihinde TBMM’de yaptığı açılış konuşması..

Devam edeceğiz inşaallah.

*

(Devamı için bakınız: