DİNDARLIK İSTİSMARI

*

Dinci=OUT, Dindar=IN (dinci kim, dindar kim?) - Abdussamet Öztan - YouTube
DİN, DİNCİLİK, İSLAMCILIK, MEZHEP, MEZHEPÇİLİK VE MEZHEBİN DİNDEKİ YERİ –  tenbih
AK Parti' nin Dinci Olmadığını Niçin En İyi ABD bilir? | Meridyen Haber
تويتر \ Suna Varol على تويتر: "Erdoğan: "İsrail'e ihtiyacımız var"  dediğinde AKP'li Ömer Çelik: "İsrail Devleti ve İsrail halkı Türkiye'nin  dostudur" dediğinde şaka yapmıyorlardı. İsrail ne yapıyorsa onlar da  aynısını yapıyorlar. #CamilereEşZamanlıBaskın
Onlar artık İslamcı değil laik - Siyaset - ODATV
Temel Karamollaoğlu: Ben İslamcı değilim
MUSTAFA İSLAMOĞLU / ARTIK İSLAMCI DEĞİLİM - YouTube

*

İSLAM DAVASINI “DİN İSTİSMARI” DİYE YAFTALADILAR..

ÇIĞIRINDAN ÇIKARMAK, EHLİLEŞTİRİP YOZLAŞTIRMAK İÇİN ELLERİNDEN GELENİ YAPTILAR..

BAŞARILI DA OLDULAR, OLUR OLMAZ HER YERDE DİNCİ/İSLAMCI OLMADIĞINI MİLLETİN GÖZÜNE SOKAN “DİNDAR” TİPLER TÜREDİ..

BÖYLECE, DİN İSTİSMARI İFTİRASININ DEVRİ KAPANDI, “DİNDARLIK İSTİSMARI” ŞEKLİNDE GERÇEK DİN İSTİSMARI ORTAYA ÇIKTI

*

Bediüzzaman Said Nursî’nin (rh. a.) Sünuhat adlı kitabındaki şu ifadelerinin çokça istismar edildiğini görüyoruz:

Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”

Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik [etken, motivasyon kaynağı, güdü, saik], aşk-ı İslamiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih [tercih ettirici], siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi [aşk-ı İslamiyet ve hâmiyet-i diniye için yapılan dinci, dine bağlı siyaset] hata da etse, belki ma’fuvdur [afvolunur]. İkincisi [sureta/görünüşte dindar, gerçekte ise esas itibariyle din dışı, dincilikle ilgisi olmayan, kişisel siyasî emellere, siyasetten nemalanma merakına ve taraftarlık/grupçuluk/zümre dayanışması/taassubuna dayalı siyaset] isabet de etse, mesuldür.”

Denildi: “Nasıl anlarız?”

Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin [samimi dindar] muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, [onun] muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun [genelin] mâl-ı mukaddesi [kutsal varlığı] olan dini, inhisar [tekelcilik] zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette [dışarda kalan büyük çoğunlukta] dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla [dini] nazardan {gözden, itibardan] düşürmek ise, [bunun] muharriki tarafgirliktir.

Mesela, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf [olup] düşeceğini [yere düşeceğini] hissederken, elindeki Kur’an’ı kavîye [dövüştüğü kuvvetli şahsa] uzatmakla [Kur’an’ı muhafaza etsin diye] himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Ta [Kur’an kendisiyle] beraber çamura düşmesin, [zayıf kişi, böylece] Kur’an’a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur’an’ı, Kur’an olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına [kendisini korumak için Kur’an’ı] siper etse, himayet [koruma] damarını tahrik etmeye bedel [harekete geçirmek yerine], [karşısındakinin] hiddetini celb eder. Kur’an’ı kavî bir hâdimden [hizmetkârdan] mahrum bırakmakla [şuna sebep olursa, Kur’an], zayıf bir elde [elin sahibiyle] beraber yere düşerse, o, Kur’an’ı kendi nefsi için sever [seviyor] demektir.

Evet, dine imale etmek [meylettirmek] ve iltizama [tutunmaya] teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle [hatırlatmakla] dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfi [olumsuz] tarzda istimal edilmez [kullanılmaz]. Otuz sene halife olan bir zat [Sultan Abdülhamid tarafından Şeriat], menfi siyaset namına istifade [aracı] edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”

Bediüzzaman’ın son paragrafta yer alan tespitleri, pekçok boyutu ve parametreyi devre dışı bırakıp olayı tek bir açıdan yansıtması bakımından tartışılmayı (mihenge vurulmayı) hak etmekle birlikte, ilk paragraftaki ifadelerinin önemli olduğunu kabul etmek gerekir.

(Bununla birlikte, “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin [samimi dindar] muhalifine, su-i zan bahaneleriyle tercih etse, [onun] muharriki siyasetçiliktir” şeklindeki ifadesi, yanlış yorumlanmaya ve istismara elverişli.. Bediüzzaman’ın düşüncesinde “şahs-ı manevî” kavramı önemli bir yer tutar. Toplulukların da bir şahs-ı manevîsi vardır. Hadîs-i şerîfte, “bir topluluğun karartısını çoğaltanların onlardan sayılacağı” belirtilmiştir. Yani burada salt kişisel dindarlık, tercih için yeterli olmaz, tarafların içinde yer aldıkları grupların şahs-ı manevîsi ve savundukları dava da hesaba katılır. Şayet dindar muhalif din düşmanı bir topluluğun içinde yer alıyorsa, onun da, içinde bulunduğu topluluğu terk etmek gibi bir yükümlülüğü vardır. İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki: ‘Ne işte idiniz?’ Onlar da: ‘Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik.’ deyince, melekler bu sefer şöyle dediler: ‘Peki Allah’ın dünyası geniş değil miydi? Siz de orada hicret etseydiniz ya?’ İşte onların durağı cehennemdir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!”(Nisa, 4/97) “İman edip, hicret edenler, malları ve canları ile Allah yolunda cihat edenler, barındırıp yardım edenler; işte onlar birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar onların velayetinden size bir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, onlara yardım etmek üzerinize borçtur. Ancak aranızda anlaşma bulunan bir halkın aleyhine olursa, o bu hükmün dışındadır. Allah, yaptığınız her şeyi görmektedir.” (Enfal, 8/72)

Merhum Bediüzzaman’ın verdiği “kavga ve Kur’an” örneği de, vermek istediği mesaj için çok uygun bir benzetme değil. Burada, kavî/kuvvetli muhatabın Kur’an‘a saygı duyduğu varsayımı mevcut. Yani her iki taraf da Kur’an‘a saygı duyuyor. Ancak bu çağda, yere düşmesin diye eline verilecek Kur’an‘ı hakaret olsun için tutup mezbeleliğe atacak “kavî” düşmanlar da mevcut.

*

Maksadımız merhum Bediüzzaman’ı tartışmak değil. Asıl dikkat çekmek istediğimiz nokta başka.

Herşeyden önce, Bediüzzaman, din namına siyaset yapmayı “mutlak” olarak reddetmiyor.  Aşk-ı İslamiyet ve hâmiyet-i diniye şartına bağlıyor.

Yani, muharrik, insanı harekete geçiren asıl etken, kişisel ihtiraslar, makam, mevki, şöhret, iktidar hırsı ve para sevdası olmamalıdır.

Artı, din namına siyaset yapanlar (modern/yapay kabilecilik/aşiretçilik anlamına gelen) tarafgirlik ve grupçuluk/cemaatçilik/particilik yapmamalıdırlar.

Kendi grubundaki/cemaatindeki/partisindeki fasığı, mütedeyyin/dindar muhalifine tercih etmemelidir.

Dini kendi tekelinde görüp, kendisinin yanında yer almayı müslümanlığın şartı haline getirmemelidirler.

Bediüzzaman’ın bu ifadelerini, aşk-ı İslamiyet ve hamiyet-i diniye şartını bir tarafa bırakarak, “Din adına ya da din için asla siyaset yapılmamalıdır” şeklinde yorumlamak ise, ya kıt akıllılıktan ya da (derin devlet usulü) maskeli din düşmanlığından ileri gelebilir.

Ülkemizde kıt akıllılık da, din düşmanlığı da mebzul miktarda mevcut..

*

Şayet Bediüzzaman “Din namına meydana çıkmak lâzımdır” diyene, “Hayır, lâzım değildir, olmasa da olur” deseydi, yoldan çıkmış olurdu.

Öyle demiyor. “Evet, lâzımdır” diye cevap veriyor.

Günümüze gelince…

Bediüzzaman’ın talebesi olma iddiasıyla ortaya çıkmış kişilerin, tam da böyle konuştuklarını “Lazım değildir” düşüncesini savunduklarını görüyoruz.

Mesela Yeni Asya‘cıların lideri merhum Mehmet Kutlular’ın “İşte Hayatım” adlı otobiyografisinde konuyla ilgili olarak yazdıklarının özeti bu. (Ancak, din namına değilse de, Nurculuk namına siyaset yaptılar, meydana çıktılar. Nurculuk da sonuçta bir dinî hareket olduğu için, onların yaptığı da “din namına siyaset” haline geldi. Bunun sonucu olarak da, kendileri gibi hareket etmeyenleri “siyaset” değil “din” açısından eleştirdiler. “Ol mahiler ki derya içreler, deryayı bilmezler” mısraı balıklar için doğru mudur, yanlış mıdır, bilemem, fakat “siyasal Nurculuğun” durumunu çok iyi özetlemektedir.)

Anlayamadıkları şu: “Lazımdır” diyerek yola çıkanların kırdıkları potlar, “Lazım değildir” anlayışının savunulmasının mazereti olamaz.

*

Evet, din adına siyaset yapma iddiasıyla meydana çıkanların, Bediüzzaman’ın dile getirdiği vartalara düştüklerine şahit olduk..

Daha kötüsü de oldu.. Bazıları, dindar olduklarını fakat dinci siyaset yapmadıklarını söyleyerek ortaya çıktılar.. “Din”in adını da koydular, bağıra çağıra İslamcı olmadıklarını ilan ettiler.

Böylece, dolaylı biçimde, aslında iktidar, güç, makam, mevki, şöhret ve servet için siyaset yaptıklarını itiraf ve ikrar etmiş oluyorlardı.

Aynı zamanda da dindar olduklarını söylüyorlardı.

*

Peki, dindar oldukları halde kendilerinde neden din adına ya da din için siyaset yapmalarını sağlayacak bir aşk-i İslamiyet ve hamiyet-i diniye yoktu?

Din istismarı yapmadıklarını söylüyorlardı fakat dindarlık istismarı yapıyorlardı.

Dindar olduklarını gözümüze sokuyorlardı.

Böylece, dolaylı olarak (dertlerinin din olmadığı kendi ikrarlarıyla sabit olduğu için) din istismarı yapmış oluyorlardı.

*

Ve, başkalarının kendilerini dindar ve dine hizmet eden insanlar olarak görmelerini, bu noktadan asla eleştirmemelerini istiyorlardı.

Yani, din adına ya da din için siyaset yapmıyorlar, fakat “İstemez, yan cebime koy!” kabilinden, onların din için ya da dinin yararına siyaset yaptıklarının kabul edilmesini istiyorlardı.

Daha açık bir ifadeyle, külfetsiz nimet, zahmetsiz hasat peşindeydiler.

Devekuşu politikası güdüyorlardı.. Uçmaları istenilince deve, yük taşımaları istenilince de kuş oluyorlardı.

Onları din açısından sorguladığınızda, “Biz din adına ortaya çıkmadık ki…” diyorlardı..

Bunlar din adına ortaya çıkmadılar.. Aslında dertleri din değil” dediğinizde de, buna razı olmuyor, onların “kerameti kendinden menkul” “dindar”lıklarının öne çıkarılmasını, kutsanmasını ve onaylanmasını istiyorlardı.

*

Onları din adına eleştiremezdiniz.. Tam aksine, sizin kendi dindarlığınızı onlarınkine endekslemeniz gerekiyordu..

Din adına ortaya çıkmadıklarını söyledikleri halde, dini kendi tekellerine alıyor, kendilerine din adına hesap sorulmamasını sağlayacak şekilde, kendi “dindarlık”larını herkese “standart” olarak kabul ettirmek istiyorlardı.

Yola, “Din adına siyaset yapmıyoruz” diyerek çıkmışlardı. Fakat dönüp dolaşıp, “Aslında dinin, tam da kendilerinin uyguladığı siyaseti gerektirdiğini” söyleme noktasına geldiler. (Siyasal Nurculuk da aynı hastalığa yakalanmakta gecikmedi. Salgın çünkü.)

Birtakım ilahiyatçı, fıkıhçı vs. bilinen TSE damgalı isimler, bin dereden su getirerek bu iddianın doğruluğunu kabul ettirme çabası içine girdiler.

Hz. Ömer’in ifadesiyle, yaşadıkları gibi inanmaya başladılar.

İlkesiz, dönek, kaypak ve fırıldak yaşamları, inançları haline geldi.

Manzara bundan ibaret..