(İTİKADÎ SOYKIRIMA ENTEGRASYON ADI VERME HOKKABAZLIĞI..
DİNDARLIKTAN SİSTEMDARLIĞA BİR “DAR” YOLCULUK)
*
*
Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan’ın doğrularla yanlışları harmanlayan yazısını tartışıyorduk.
Şunu da söylüyor:
AK Parti dindarları nasıl sisteme entegre ettiyse belki “imkansız pozisyonları ve kimlikleri” seven Kılıçdaroğlu da PKK’lıları, kripto FETÖ’cüleri falan sisteme entegre etmenin derdindedir.
TDK Türkçe Sözlük, “entegre” kelimesinin anlamını tek bir kelimeyle vermiş: “Bütünleşmiş”.
Geçmiş yıllarda Almanya’da “Türkler’in entegrasyonu”ndan söz edilir, birçokları da Alman devletinin niyetinin entegrasyon değil asimilasyon olduğunu söylerdi.
Asimilasyon şöyle tanımlanıyor: “Farklı kökenden gelen azınlıkları veya etnik grupları, bunların kültür birikimlerini, kimliklerini baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etme.”
*
Eşit hak ve sorumluluklara sahip olma kaydıyla gerçekleşen bir birlikteliğe entegrasyon/bütünleşme adı verilebilir.
Eşit hak ve sorumluluklara sahip olma, doğal olarak, farklı kültürel mirasların ve kimliklerin “tanınma”sını içerir.
Saygı bundan daha öte birşeydir, saygıdan değil, “tanıma”dan söz ediyoruz.
Mesela İsrail, Ermenistan, Yunanistan gibi ülkeleri “tanımak” başka birşey, onlara saygı duymak başka birşeydir.
Aynı şekilde Kuzey Irak Kürt Devleti’ni “tanımak” ile ona “saygı” duymak da ayrı şeylerdir.
*
İmdi, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleri bulunan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası dikkate alındığında, dindarların “sistem”e entegrasyonundan söz etmek mümkün değildir.
Ancak asimilasyondan söz edilebilir.
Bu “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez”ciler, Ali Rıza ile Zübeyde’nin oğlunun (Sonradan Atatürk soyadını aldı, şu anda cansız bir ceset durumunda) ilke ve inkılaplar adı verilen icraat ve söylemlerine “gökten inmiş kutsal vahiy” muamelesi yaparken, yerleri ve gökleri, hayatı ve ölümü yaratan Hayy ve Kayyûm Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını ise, “Anlarsınız ya” babından münafıkça bir dille irtica/gercilik olarak nitelendirip aşağılayabiliyor, ve de Müslümanlar’a, dinlerini değiştirmelerini, güncelleştirmelerini tavsiye ediyorlar.
“Sistem“lerine gelince, onun güncellenmesi gerektiğini ağza almak bile affedilmez suç.
Onlara göre, Ali Rıza ile Zübeyde’nin ölmüş çocuğu yanılmaz, haşa Allahu Teala yanılır.
*
Evet, bugünkü anayasa çerçevesinde dindarların “sistem”e entegrasyonundan söz edilemez.
Ancak asimilasyondan bahsedilebilir.
Dindarlar, devletin üç (bazılarına göre dört) unsurundan biri olan halk içinde yer aldıkları için, devletin bir parçası kabul edilebilirler, fakat (gerçekten dindarsalar) “sistem”in bir parçası asla olamazlar.
Firavun’un Mısır’ında İsrailoğulları devletin (ikinci ya da üçüncü sınıf insan olarak) bir parçası durumundaydılar. Fakat Hz. Musa a.s. ve inananlar, “sistem”in parçası değildi.
*
Türkiye’de dindarların sisteme entegrasyonundan söz edilebilmesi için, mesela müslümanın, devlet memuru, asker, milletvekili, bakan, cumhurbaşkanı vs. olduğunda “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık” yemini etme mecburiyetinde olmaması gerekir.
Ayrıca, Şeriat‘i her yerde her zaman (orduda, TBMM’de, yargıda) savunabilme imkânının bulunması, bunun yanı sıra Şeriat hükümlerinin yürürlükte olması için çalışılmasının asla engellenmemesi, bu noktada tam bir hürriyete sahip olunması gerekir.
Yani Şeriatçı (Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını savunan) ile Atatürkçü (Atatürk’ün yapıp ettikleri ile sözlerini benimseyen) eşit hak ve sorumluluklara sahip olduğunda, bir entegrasyondan söz etme imkânı doğabilir.
Türkiye’de olan ise, siyaset sahnesinde İslamî kimliğin yok sayılmasıdır.
Bunun adı asimilasyondur..
İtikadî soykırımdır.
*
Evet, Yeni Şafak yazarı böyle diyor:
AK Parti dindarları nasıl sisteme entegre ettiyse belki “imkansız pozisyonları ve kimlikleri” seven Kılıçdaroğlu da PKK’lıları, kripto FETÖ’cüleri falan sisteme entegre etmenin derdindedir.
Kripto FETÖ‘cülerin entegrasyonundan başlayalım.
Kripto, TDK Türkçe Sözlük‘e göre, “siyasî inancını gizleyen” demek.
Demek ki, Yeni Şafak yazarı, entegrasyondan “siyasî inancın değişmesi“ni anlıyor. Gizlenmesini bile yeterli görmüyor.
Demek ki, “dindarların sisteme entegrasyonu” ile kastettiği şey, “dindar” denilen kesimin siyasî inanç olarak (yürürlükteki Anayasa‘da çerçevesi çizilmiş olan) Kemalist-laik “sistem”i benimsemiş olması..
Bunun Türkçe’si şu, Erdoğan ve partisi, “dindar“ları “siyasî inanç” açısından İslam’dan uzaklaştırmış, “sistemdar” hale getirmiş..
Yeni Şafak yazarı bunu demiş oluyor.
*
Dindarlıktan “din” gitmiş, ama “dar”lığı ziyan etmemişler; o, sistem kafa”dar”lığı halini alarak Atatürkçü entegrasyon valsi için cumhuriyet balosunda boy göstermiş.
Böylesi bir “dindar”lık “sistem” açısından makul ve makbul bir dindarlık olabilir de, İslam açısından nedir?
“Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” (Maide, 5/44) buyuran Allahu Teala katında bu dindarlık ne olabilir?
(Sistem’in sınırlı sorumlu Ehl-i Sünnetçisi, hemen zıplama, Allah’ın indirdiği ile hükmedilmesini önemsiz, zamanı geçmiş ve gereksiz gören, irtica/gercilik vs. diyerek aşağılayan kâfir olur. İnandığı, benimsediği, reddetmediği halde hükmetmeyenler ise zalim ve fasıktırlar. Zalimlik ve fasıklık, senin için avukatlığına soyunulması gereken bir ideal olsa da, herhalde övünülecek şerefli bir haslet değildir.)
*
Gerek FETÖ, gerekse PKK, bu “sistem“in arızalı olduğunu gösteriyor.
Çünkü, her ikisi de bu sistemin ürünü.
Osmanlı’da Kürt isyanları olmadı değil, fakat bunlar hiçbir zaman Kürtçülük isyanı değildi.. Türkmen Celalî isyanlarının Türkçülük isyanı olmaması gibi.
Osmanlı’da hiçbir zaman (dış güçlerle işbirliği yapan) FETÖ benzeri “paralel devlet” yapılanması da olmadı. (Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’den Kadir Mısıroğlu‘na uzanan çizgi, son padişah Vahideddin’in görevlendirdiği Mustafa Kemal’in, Pera Palas’ta, İngiliz işgal güçleriyle Osmanlı’yı tarihe gömüp yeni bir devlet kurmak için anlaştığını savunuyor, bu ayrı bir tartışma konusu).
Evet, 1920’lerde kurulan bu sistem, zaten entegre haldeki toplulukları “entegre edilmesi gereken” topluluklar haline getirebilmiş, ihanet ve bölücülük üretmiş bir sistem.
Ağaç iyi bir ağaçsa niçin zehirli meyveler veriyor?
Bu Atatürkçü sistemin Atatürkçülüğü (Atatürk de ideolojik açıdan Batıcı olduğu için), “sistemci” hale getirmek istediği kitleleri, eşyanın tabiatı gereği, istemeden de olsa Batıcı (Batılılar’ın işbirlikçisi) haline getiriyor.
Türkiye’deki Atatürkçülerin de, Kürtçülerin de, Türkçülerin de, eski dindar yeni simsar sistemdarların da suratlarındaki boyayı kazıyın, altından Batıcılık çıkar.
*
Bu sistem, ya “Geç farkettim taşın sert olduğunu / Su insanı boğar, ateş yakarmış” diyerek Atatürkçülükten vazgeçecek, ya da, tümden helak oluncaya dek, kendi eliyle kendisine zarar vermeye devam edecektir.
Ancak, Türkiye’nin birçok açıdan birer “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” halini almış olan “örgütsel kanser” hastalığından muzdarip kurumlarının kendilerini dönüştürmesi, vizyonlarını yenilemesi mümkün değil gibi görünüyor.
Böyle bir sisteme düşman olarak kendisi yeter, başkası gerekmez.
*
Peygamber Efendimiz s.a.s. öyle yaptığı için, her cuma hutbesinde imamlar Arapça olarak şu duayı da okurlar:
“… ve neûzü billâhi min şürûri enfüsinâ ve min seyyiâti a’mâlinâ…”
“Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden Allah’a sığınırız.”
İnsanın en büyük düşmanı yine kendisidir.. Kendi nefsidir..
Devletlerin ve kurumların en büyük düşmanları da yine kendileridir.
İster bireyler olsun, ister toplumlar, ister kurumlar, ister devletler, kim Allahu Tealanın emir ve yasaklarına aykırı davranıyorsa, heva ve hevesinin emrindedir; kendi kendisine düşmanlık yapıyordur.
Müslüman, din dışı “sistem”lere entegre olmaz, o “sistem”lerin, Allahu Teala’nın emir ve yasaklarına entegre edilmesini ister.
Dindar müslümanları (Nasıl dindarsalar?) tutup din dışı “sistem”lere entegre edenler ise, hem kendilerinin hem de o dindarların gerçek ve en başta gelen düşmanlarıdırlar.