ATATÜRK: İNGİLİZLER’LE ANLAŞMAK LÂZIMDIR..

VAHİDEDDİN: MEMLEKETİ KURTARMAK LÂZIMDIR..

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 8)

*

*

Konumuz, “yalanların efendisi” ulu yalan Atatürk‘ün TBMM’nin açılışı münasebetiyle 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşma..

Bu konuşmada Sait Molla‘dan coşkuyla söz ederken, onu yöneten (İngiliz İstihbaratı‘nın İstanbul şefi) Rahip Robert Frew‘un adını bile anmadığını görmüştük.

Üstelik, Sait Molla’nın Frew’a yazdığı mektuplar elinde olduğu halde.

Ayrıca, İstanbul’dayken bu ajan Frew’la birkaç kez görüşmüş olduğunu, yani Sait Molla ile ortak noktalarının bulunduğunu, aynı taraklarda bezinin olduğunu da öğrenmiştik.

*

Bunun yanı sıra, acemi bir yalancı olmasından değil, yalancılığın doğası izin vermediğinden dolayı kendi kendisini yalanlayan “Frew’la sadece bir kez görüştüm, ikinci bir görüşme talebini kabul etmedim; Frew’la bir iki kez görüştüm; Frew’un benimle niçin görüştüğünü hâlâ anlayabilmiş değilim” gibi aklı başında bir insandan beklenmeyecek çelişkili açıklamalar yaptığına muttali olmuştuk.

Daha kötüsü, 1927’de irat ettiği mahut Nutuk‘unda, İngiliz Gizli Servisi’nin Osmanlı ülkesindeki en üst düzey yöneticisi Frew’u basit bir maceraperest (sergüzeşt-cû) gibi göstererek, İngiliz İstihbaratı’nın uluslararası operasyonlarını macera arayan sıradan bir şahsın kişisel fantezisiymiş gibi yutturmaya çalıştığını öğrenmiştik.

Ve bu ahmaklık görüntüsünün altında, kendisinin de aynı operasyonların bir piyonu (fakat başroldeki piyonu) olduğunu saklamaya yönelik bir kurnazlığın yer aldığını ortaya koymuştuk.

Son olarak da, Padişah Vahideddin’e Anadolu’dan gönderdiği (dalkavukluk, yağcılık, tabasbus, yaltaklanma şaheseri) bir telgraf metni çerçevesinde, Anadolu’da görevlendirilmesi konusu üzerinde durmuştuk.

*

Bir önceki yazıda kaldığımız yerden devam edelim.

Ulu yalan Atatürk, TBMM’nin açılışında yaptığı konuşmada, Padişah Vahideddin’le Yıldız Sarayı’nda yaptığı görüşmeden bahsediyor.

Bu görüşmede aldığı talimat doğrultusunda vatanın kurtuluşu için çalışmakta olduğunu bildiriyor.

Gel gör ki, yedi yıl sonra, kendisini putlaştırmaya hazır köle ruhluların huzurunda irat edeceği meşhur Nutuk‘unda bu görüşmeden (işine gelmediği için) tek bir kelime ile bile bahsetmeyecektir.

Fakat, “sofra”sının müdavimlerinden Falih Rıfkı’ya anlatma gafletinde bulunmuş.

Onun naklettiğine göre, kendisine “Paşa paşa, memleketi kurtarabilirsin!” diyen Padişah’ın bu sözleri üzerine içinden şöyle düşünmüşmüş:

Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim: …

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul: Sena Matbaası, 1980, s. 173)

Vahideddin için, “Bütün yaptıklarından pişman mı idi?” diyor.

Neydi bütün yaptıkları, İngiliz’le mütareke (ateşkes) yapmak mıydı?

Halbuki, Suriye cehpesinde İngiliz’in önünden ardına bakmadan kaçarak Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı açısından yenilgiyle sonuçlanmasına neden olan defolu kahraman ulu yalan Atatürk, bu firarının ardından (veliahtlığından beri samimiyet kurduğu, yaveri olduğu) yeni padişah Vahideddin’e telgraf göndererek İngiliz’le barış yapılmasını (yani İnrgiliz’in karşısında teslim bayrağı çekilmesini) istemiş durumdaydı.

Telgrafın metnini aktaran, samimi arkadaşı Rauf Orbay.. Okuyalım:

Seryaver Hazret-i Şehriyarî Naci Beyefendi’ye [Padişah hazretlerinin başyaveri Naci Beyefendi’ye]

(Gayet mahremdir)

“Talat Paşa Kabinesi’nin [bakanlar kurulunun] mefluç bir halde, Tevfik Paşa Hazretleri’nin de muayyen bir kabine teşkilinde müşkülata maruz bulunmakta olduğunu haber alıyorum. Ordular [savaşma] muharebe kudretinden mahrum ve zaten mevcut kuvvetler müdafaadan aciz bir hale getirilmiştir. Düşman hergün daha müsait ve ezici şartlar ihraz etmektedir. Müttefıkan [Almanlar’la birlikte] olmadığı takdirde münferiden [Osmanlı Devleti olarak tek başına] ve behemehal sulhu takarrur ettirmek [her ne olursa olsun barışı sağlamak] lazımdır. Bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır. … Muhterem Padişahımıza olan sadakat ve merbutiyetim [bağlılığım] ve vatanımın temin-i selameti itibariyle arzederim ki, sadaretin Tevfik Paşa Hazretlerine tevcihi ve müşarünileyhin de esası Fethi [Okyar], Tahsin, Rauf [Orbay], [İsmail]Canbolat, Azmi, Şeyhül’islam Hayri ve acizlerinden [yani Mustafa Kemal] mürekkep bir kabine [oluşan bir bakanlar kurulu] teşkil etmesi zaruridir. … Münasip ise bu zevatın Şevket-meap Efendimize [bu kişilerin Padişah efendimize] arzını rica ederim.”

15 Ekim, 1918

Fahrî Yaver-i Hazret-i Şehriyarî [Padişah hazretlerinin onursal yaveri]

Mustafa Kemal

(Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni -Siyasî Hatıralarım-, C. 1, İstanbul: Emre Y., 1993, s. 71-2.)

Telgrafı 15 Ekim 1918 tarihinde (Samsun’a çıkıştan yedi, evet sadece yedi ay önce) çekmiş..

O sırada Vahideddin, sadece üç (rakamla 3) aylık (yıl değil) padişahtır.

Vahideddin’in “bütün yaptıkları” bu muydu? Ulu yalan defolu kahraman Atatürk‘ün “N’olur İngiliz’e teslim olalım, canımıza tak etti, dayanamıyoruz, şimdi ağlayıp zırlayacağım, höngürt de höngürt” makamından çektiği telgrafına göre hareket etmesi miydi?

*

Evet, utanmaz adam, “Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı?” diye güya kendisine sormuşmuş..

Bunu diyen adam, Kasım 1918’de Minber ve Vakit gazetelerinde, “İngilizler’in her istediğini yapalım, onlarla mutlaka anlaşalım, bizim için onlardan daha hayırhah (hayrımızı isteyen) dost yoktur” şeklinde demeçleri yayınlanmış adam:

“İngilizlerin Osmanlı milletinin hürrryetine ve devletimizin istiklâline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında, yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin, İngilizlerden daha hayırhah (hayrımızı isteyen) bir dost olamayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları (duygulanmaları) pek tabiidir.” (Minber, 17 Kasım 1918)

İngilizler söz konusu olduğunda çok “duygulu” adam vesselam..

Dost canlısı..

“Hükümetimizle mütareke akdeden (ateşkes yapan) devletlerin ve bu devletler namına mütareke şartnamesini yapan Britanya (İngiltere) hükümetinin Osmanlılara karşı olan hüsnüniyetlerinden (iyi niyetlerinden) şüphe etmek istemem. Eğer mezkur şartname ahkamının tatbikatında suitefehhümü mucip olacak (hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlamayı gerektirecek) cihet görülüyorsa bunun sebebini derhal anlamak ve muhatablarımızla (İngilizler’le ve müttefikleriyle) anlaşmak lazımdır. Bittabi bu vazife (görev) hükümetlere terettüb eder (düşer). Benim bildiğime göre hükümetimiz bu babda icab eden teşebbüsatta (girişimlerde) bulunmuş ve bulunmaktadır.” (Vakit, 18 Kasım 1918)

Vahideddin’in “bütün yaptıklarından” bahseden adam (Kendisi gibi bir İngiliz ajanına bu derece güvenmek dışında ne yapmış idiyse?), bunları diyen utanmaz..

İngiliz’le savaşmayalım, ille de barış yapalım diye yırtınan, “Onlarla anlaşmak lâzımdır” diyen şahıs..

(Bu yaptıklarının namussuzluk olduğunu düşünüyor olacak ki, sonradan Kâzım Karabekir’e “Namussuz olalım” diyecektir: Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! … Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz.” Bkz. Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, İstanbul: UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, 1999, s. 84.)

*

Vahideddin buna “Paşa paşa, memleketi kurtarabilirsin!” diyor, bunun için de Van’dan Ankara’ya kadar memlekette istediği gibi at koşturabileceği şekilde olağanüstü yetkiler veriyor, onu adı konulmamış Anadolu genel valisi yapıyor, bu da, Vahideddin’in sözleriyle, içinden (Falih Rıfkı’nın naklettiğine göre) “Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim” diyerek dalga geçiyor.

Evet, biri, medyaya “Muhataplarımızla (İngilizler ve müttefikleriyle) anlaşmak lâzımdır” diyor.

Diğeri “Memleketi kurtarmak lâzımdır” diyerek planlar yapıyor, adam görevlendiriyor.

Sonuç şu: İngilizler’le onların istihbarat şefi Robert Frew vasıtasıyla anlaşan ulu yalan Atatürk, bizzat İngilizler’in eliyle Vahideddin’i vatandan süpürüp attı.

*

Mareşal Ahmet İzzet Paşa olayı şöyle yorumluyor:

“M. Kemal Paşa, istediği kadar Padişah’ın özel memuru olarak bu işe başlamış olduğunu inkâra savaşsın. Benim bu hususta kanaatim sağlamdır. Çünkü kendisine verilen yetki, şimdiye kadar hiçbir faniye nasip olmamış bir genişlikteydi. Kendi teftiş dairesindeki askeri kıt’alardan başka komşu kolordulara ve bütün Anadolu vilayetlerine emri geçerli olacak, memurları istediği gibi görevinden alacak veya tayin edecektir.

Benim bildiğim Babıali (Başbakanlık) bu gibi işlerde, özellikle askerlerin yöneticileri hükmü altına alması meselesinde çok kıskançtır. Hele gurur ve kıskançlığı delilik derecesinde olan (Damat) Ferit Paşa’nın Sadaret (sadrazamlık/başbakanlık) makamında (bile) olmayan yetkileri başkasına bahşetmek istemesi, doğal olmayan bir durumdur. Bu tarihlerde eski politikasının ilkelerini değiştirerek güya halka hoş görünmek ve güven vermek için, Tevfik Paşa’yla benim kabinelerimizin (bakanlar kurulumuzun) seçtiği ve tayin ettirdiği on iki nezaretsiz (bakanlıksız) bakanın katılmasıyla oluşturulan kabinenin içinde ben de vardım. Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişliğe tayinini içine alan ve yetkilerini belirleyen belge görüşülüp tasdik olunmak üzere Vükela Meclisi’ne (Bakanlar Kurulu’na) verildiği tarihten bir hafta on gün önce Paşa fermanını, yetki mektubunu taşıyarak hareket etmiş bulunuyordu.

Bu haller açıkça gösterir ki bu memuriyet resmî hükümetin değil, Padişah‘ın düşüncesinin ürünü ve tedbirinin eseridir. Babıali ve Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Saray’dan aldıkları işaretle bunu uygulamaya koymuşlardır.

Fakat bu gerçeğin gizlenmesi, M. Kemal Paşa’ca olduğu kadar, sinsi Padişah’ca da gerekliydi. (Mustafa Kemal) Paşa, büründüğü esrarlı kisveye, gelecek için beslediği emeller ve hayallere uymaması yönünden (yüzünden) Saray’a bağlılığını gizlemek, memur ve mensubu olduğu hükümdara karşı işlediği iğfal (aldatma), sözünden cayma, küfran-ı nimet gibi basitlikleri halkın gözünden saklamak, hiç olmazsa hafifletmek istiyor, Padişah da ne şekilde olursa olsun, bir kimse tarafından aldatılmış olmayı (aldatıldığını itiraf etmeyi) kibrine yediremiyor, bir yandan da yabancılarca el altından [onlara] oyun yapmak istediğinin anlaşılmasından korkuyordu.

(Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C. 2, İstanbul: Nehir Y., 1993, s. 214.)

Mareşal, ulu yalan Atatürk’ün manevî fotoğrafını çok güzel çekmiş:

Gizli gündem ile, takiyye ile gelecek için emeller ve hayaller kurmak..

Saray tarafından görevlendirildiğini gizlemek için lafları eğip bükerek kıvırmak..

Padişah’ı iğfal edip (gaflete düşürüp) aldatmak..

Sözünden caymak.. (İngilizler’e verdiği sözlerden, onlardan tırstığı için caymadı, cayamadı.)

Küfran-ı nimet.. (Sadece Padişah’a karşı olsa neyse, kendisini Ali Rıza ile Zübeyde’nin çocuğu olarak yaratan Allahu Teala’ya karşı küfran-ı nimette bulundu.)

*

(Devamı için bakınız:

İNGİLİZ’İN AJANLAŞTIRMA SATRANCINDA ATATÜRK “ŞAH” AJAN, SAİT MOLLA DA PİYON MUYDU?

(BİR HİLÂL UĞRUNA NİCE GÜNEŞLER BATAR,

BİR ŞAH UĞRUNA NİCE PİYONLAR FEDA EDİLİR)

*

(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 3)

*

Robert Frew (soldaki “şapka”lı)

*

Konumuzla ilgili ilk iki yazıda, (sonradan Atatürk soyadını alan) Mustafa Kemal’in, İngilizler’in İstanbul’daki casuslarının (kendisini rahip kisvesi altında kamufle eden) şefi Robert Frew ile olan ilişkisini konu edinmiştik.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK, İNGİLİZ İSTİHBARATI’NIN İSTANBUL ŞEFİYLE NE KONUŞMUŞTU? başlıklı birinci yazıda, Mustafa Kemal’in Nutuk‘unda  Frew‘u basit bir maceraperest gibi göstermiş, ajanlık yönünü saklamış olduğuna dikkat çekmiştik..

Aynı ketum ve örtbas edici tutumu, bu kurt istihbaratçı ile yaptığı görüşme hakkında Falih Rıfkı Atay‘a yaptığı açıklamalarda da görüyoruz.

Atay’ın hem bu ajanın, hem görüşmeye aracılık eden kişinin, hem de ilgili devletin (İngiltere’nin) ismini sansürleyip saklamasındaki tuhaflığa da değinmiştik.

ATATÜRK MÜ YALANCI, RAUF ORBAY MI? başlıklı ikinci yazıda ise, İngiliz istihbaratının İstanbul şefi ile sadece bir kez görüştüğünü söyleyen Atatürk’ten farklı olarak, sırdaşı Rauf Orbay‘ın iki üç kez görüşüldüğünü söylemiş olduğunu aktarmıştık.

*

Ne yazık ki sadece Rauf Orbay değil, Cevat Abbas da Atatürk’ü yalancı çıkarıyor.

Önce bu şahsı tanıyalım:

Mehmet Cevat Abbas Gürer (1887, NişOsmanlı İmparatorluğu – 4 Temmuz 1943, Yalova), Türk asker, siyasetçi, Mustafa Kemal Paşa’nın başyaveri, Meclis-i Mebûsan ve TBMM I., II., III., IV. ve V. dönem Bolu milletvekili.

… 13 Aralık 1916’da yüzbaşı oldu. 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın yaverliğine tayin edildi. Savaş süresince yaver olarak Mustafa Kemal Paşa’nın maiyetinde bulundu. Mütarekeden sonra Yıldırım Ordular Grubu’nun lağvı üzerine Harbiye Nezareti emrine verilen Mustafa Kemal Paşa ile birlikte 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi.

… 30 Nisan 1919’da 9. Ordu Müfettişliği’ne atanan Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri olarak Bandırma Vapuru’yla 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı.

Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da bulunduğu … 6 aylık süre içinde kendisine refakat etti. … Mustafa Kemal Paşa’nın dikte ettiği Amasya Genelgesi’ni kaleme aldı. Erzurum’da 8 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten istifası üzerine Erzurum Müstahkem Mevkii Komutanlığı emrine atandı. Sivas Kongresi’nden sonra Heyet-i Temsiliye Başkatipliği’ne getirildi.

Osmanlı Meclis-i Mebûsan’ının son dönemi için 8 Ocak 1920’de yapılan seçimlerde Bolu Milletvekili olarak Meclise katıldı. Meclisin feshi üzerine Ankara’ya gelerek 5 Temmuz 1920’de TBMM Genel Kurulu’na Bolu Milletvekili olarak katıldı.

Evet, İlk Meclis’e giriyor, ardından dört kez daha milletvekili oluyor. Çünkü Atatürk’ten torpilli.

Çünkü, onun yaveri..

Yaver, “devlet başkanı, yüksek rütbeli komutan gibi kimselerin yanında bulunan ve onların komutlarını yazmakla, bu komutları gerektiğinde yerine ulaştırmakla görevli subay, emir subayı” demek oluyor.

Bu Cevat Abbas, Atatürk’ün İngiliz istihbarat şefi Robert Frew ile olan ilişkisi konusunda şunu söylüyor:

Atatürk, İstanbul’da bulunduğu ayların sonlarına doğru İtalya mümesilli [temsilcisi] Kont Sforzia ve Papaz Mister Frew ile de ayrı ayrı ve fasılalı tarihlerde görüşmüştü. Aldığı kanaat acı idi. Ağırdı. Samsun ve İzmir mıntıkalarının bir gün işgal altına alınacağı ve Ermeni yurdu yapılacağı kanaatini bu mülakatlar vermişti.

(Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, Cepheden Meclise Büyük Önder ile 24 Yıl, 5. b., İstanbul: Gürer Yayıncılık, 2007, s. 214.)

Demek ki Atatürk, bu iki adamla ayrı ayrı görüşmüş..

Bunu anladık, ancak bunlarla bir kez görüşmemiş, fasılalı tarihlerde birkaç kez görüşmüş. Eğer bir kez görüşmüş olsaydı, Cevat Abbas’ın “Bunlarla ayrı ayrı görüşmüştü” demekle yetinmesi gerekirdi.

*

Atatürk, bu iki adamla yaptığı görüşmeler sonucunda, Samsun ve İzmir bölgelerinin işgal edileceği kanaatine vardıysa, (Sonradan İtalya dışışleri bakanı olan) Carlo Sforza İtalya için neyse, Frew da İngiltere için odur diye düşünmüş olmalıdır.

Şayet Frew’un sıradan bir rahip ya da bir maceraperest olduğunu düşünseydi, bu görüşmelerden hareketle böylesi bir kanaate varamazdı.

Evet, Atatürk’ün en yakın iki yoldaşı, mahrem dostu, onun, İngiliz istihbaratının İstanbul şefi ile bir defa değil, birkaç kez görüştüğünü söylüyorlar.

Bir Osmanlı paşası, böylesi bir ajanla niçin görüşür?

Ya da şöyle soralım: İngiliz istihbaratının İstanbul şefi, bir Osmanlı paşası ile neyi niçin görüşür?

*

Atatürk’ün bu İngiliz ajanıyla görüşmesini Falih Rıfkı’ya bir defaya mahsus önemsiz bir görüşmeymiş gibi aktarması, ayrıca “Bu zatın, benimle bu görüşmeyi niçin istediğini hâlâ anlamadım” diye konuşması, ister istemez kuşkuya yol açıyor.

Arkadaşlarının söylemiş olduğu gibi birkaç kez görüşmüş olduklarını, ilk görüşmede ondan şüphelendiğini, sonraki görüşmelerinde ise şüphelerinin kesin kanaate dönüştüğünü, kendisine açıkça ya da imalı biçimde işbirliği teklifinde bulunduğunu yahut işbirliği anlamına gelecek şeyler önerdiğini, o nedenle bu adamı tehlikeli biri olarak görüp bir daha görüşmek istemediğini söylese, aklımıza herhangi bir olumsuz düşünce gelmeyecek.

Öyle yapmıyor.

Kendisi hakkında “Amma da saf adammış, bir de kurmay subay, bir paşa olacak.. Düşman bir ülkenin papazının kendisiyle niçin görüştüğünü hâlâ anlayamamışmış, bizim çarıklı erkân-ı harp bir kurnaz köylümüz bile böylesi bir görüşmeden kıllanırdı” diye düşünülmesine ya da “Bu Atatürk bir tek kendisini akıllı, bütün bir milleti de salak mı zannediyor?” şeklinde akla soru işaretleri gelmesine yol açacak biçimde konuşuyor.

*

Falih Rıfkı’ya, bu görüşmesi hakkında, “Canım sıkılmadı değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım” diyor.

Fakat, konuyla ilgili başka beyanları, aslında canının sıkılmamış olduğunu gösteriyor.

Ayrıca, 1926 yılında Falih Rıfkı’ya hatıralarını anlatırken (Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi, 1999, s. 122) ajan Frew ile yalnız bir kez görüştüğünü üstüne basarak söylemişken, bir yıl sonra TBMM’de yaptığı konuşmasında (meşhur Nutuk‘ta), onunla bir iki kez görüşmüş olduğunu itiraf ediyor.

Konuya şöyle girmiş:

Milli mücadeleler esnasında maruz kalmış olduğumuz açık ve gizli müşkülat hakkında esaslı bir fikir edinmeye vesile olacak ve gelecek nesiller için ibret ve uyanıklığı icap ettirecek mahiyette bulunan söz konusu vesikaları aynen bilginize sunmayı münasip görüyorum. Bu vesikalar, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin güya reisi tanınmış bulunan Sait Molla’nın Mister Fru [Frew) namındaki rahibe gönderdiği mektupların suretleridir.

Efendiler, bu mektupların suretlerinin alındığını hisseden Sait Molla’nın, Türkçe İstanbul gazetesinin 8 Teşrinisani [Kasım] 1919 tarihli nüshasında, söz konusu mektuplardan bahisle uzun ve sert bir lisanla bir tekzip yayımlamış olmasına rağmen, hakikati inkar mümkün değildir. Bu mektuplann suretleri, Sait Molla’nın evinden ve mektupların müsveddelerinin yazılı bulunduğu bir defterden aynen kopya edilmiştir.

Şimdi müsaade buyurursanız, bu mektupları tarih sırasıyla arz edeyim: …

(Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, İstanbul: Kaynak Y., 2015, s. 228.)

1919 yılındayız.. Aylardan Kasım..

Bu sırada Mustafa Kemal henüz herhangi bir düşmana tek kurşun bile atmış değildir.

Sivas’tadır.

Ertesi ayın, yani Aralık ayının sonlarında Ankara’ya gidecektir.

Bu arada İngiliz istihbaratının İstanbul’daki şefi Frew, Sait Molla’yı çalıştırmaya başlamış..

Ondan rapor mahiyetinde mektup alıyor. Ancak, bunları “şifrelemesi” gibi birşeyi ondan istemiyor.

Oysa kendisi bu şifre işlerinin uzmanı:

İskoç asıllı olan Papaz Frew; … İngiliz Dışişlerince Hindistan’da görevlendirildi. … Ağustos 1919’da Ege Bölgesinde kendisini “Ordu Papazı Albay Emiling” olarak tanıtan aslında İngiliz casusu olan Papaz Frew; “Yeraltı çalışmaları, entrika, tezvir gibi işlerde uzman olduğu için” … Hindistan’dan Türkiye’ye getirilmişti. “Lloyd George’un Türkiye’ye dikte edeceği antlaşmaların kolaylıkla kabul edilebilmesi için ona, ortam hazırlaması görevini de verdiği söylenmekte idi”. Bkz. Bayar, Ben de Yazdım, C. VII, s.82-85. Tevetoğlu, Papaz Frew’in İngiliz Entelijans Servisi’nin İstanbul Şefi olduğunu ve … bütün İngiliz şifrelerinin Frew’in elinde olduğunu yazmaktadır. Bkz. Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, TTK. Yay., Ankara-1991 , s. 15.

(Doç. Dr. Cemal Güven, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve Görüşmeleri, Konya: Eğitim Yayınevi, 2012, s. 31, dn. 81.)

Bütün şifreler elinde, fakat Sait Molla ile şifresiz çalışıyor.

Belli ki Sait Molla’nınki acemilik.. Peki bununki?..

Ayrıca, bir istihbaratçı olarak, kendisine gönderdiği raporların bir kopyasını saklamaması gerektiğini de söylemiyor. (Aksini söylemiş midir, “Arşiv yap” demiş midir, onu da bilmiyoruz.)

Ve, Molla Sait efendi, adeta gelip birileri kopyasını alsın diye raporların bir suretini noter gibi evinde bulunduruyor. Tapu kaydı tutar gibi bir deftere geçiriyor.

Mustafa Kemal’in anlatımına göre durum bu.

*

Mektupların tarihlerine gelince.. İlki 11 Ekim 1919 tarihli, sonuncusu ise 5 Kasım..

Yani mektup trafiği bir ay (30 gün) bile sürmemiş..

Ve 8 Kasım’da Sait Molla İstanbul gazetesinde bir tekzip yayınlayarak, Mustafa Kemal yanlılarının eline geçen mektupların kendisine ait olmadığını “uzun ve sert bir lisanla” iddia etmiş.

Atatürk, 1927 yılında irat ettiği Nutuk‘unda, bu tarihten (5 Kasım’dan) sonrasına ait bir mektubun suretini okuyamadığına göre, Sait Molla bundan sonra bir ajana yakışır şekilde hareket etmiş olmalı.

Ba’de harâbi’l-Basra… Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra..

Ondan sonra (kendisinin neyine yarayacaktıysa) gizliliğe riayet etmiş olmalı. (Ya da mektup yazmamıştır. Bilmiyoruz.)

*

İmdi, burada şu soruyu sormamız gerekiyor:

İngilizler’in asıl önem verdikleri kişi Sait Molla mıydı, yoksa o, vize verip Anadolu’ya gönderdikleri ajanları Mustafa Kemal‘in gerçek vatansever görünmesi için kullanılmış zavallı bir piyon muydu? (MİT’çi Mehmet Eymür’ün sözünü hatırlayalım: İstihbaratçılık demek, “oyun içinde oyun” kurmak demektir.)

Bir ajan nasıl bu kadar çabuk deşifre olur? Üstelik Ankara’da değil, İstanbul’dayken..

*

Mustafa Sabri Efendi, Osmanlı’nın sondan ikinci şeyhülislamıdır. İslam düşüncesine ve Batı felsefesine tam anlamıyla hâkim, keskin zekâ sahibi büyük bir âlim olduğundan şüphe edilemez. Eserleri ortada.  “Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”

Mustafa Kemal’in Vahideddin tarafından Anadolu’ya gönderilişinin içyüzünü en iyi bilenlerden biridir. Dönemin canlı şahididir.

Mustafa Kemal’i olağanüstü yetkilerle gönderme kararından Vahideddin’i vazgeçirmeye çalışmış fakat suizanda bulunma suçlamasıyla karşılaşmıştır. Ondan şu cevabı almıştır:

Mustafa Kemal’i yanlış anlıyorsunuz, ona suizanda bulunuyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesâim, birlikte çalışmışlığım oldu; fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Ordudaki subaylar arasından bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen bir insan… Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ…

Sonrası malum.. Mustafa Kemal, Vahideddin hakkında şükran-ı nimet ve teşekkür babından şunları söyledi: Şuursuz hain, adi soysuzlaşmış yaratık, alçak…

“Falancayı padişah yapmışlar, önce babasını aşmış” derler, onun gibi birşey.. Karakter meselesi.

Kemal’in sadık bendeleri de, yeni efendilerinin gözüne girmek ve ulufe, makam mevki kapmak için Vahideddin’e demediklerini bırakmadılar. Bu da yine karakter meselesi

O yüzden, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl adlı kitabında şöyle demektedir:

“Sultan Vahideddin’in Mustafa Kemal’e itimâdı kadar dünyada ne kimse kimseye itimâd etmiş, Mustafa Kemal’in Sultan Vahideddin’e hıyaneti kadar da ne kimse kimseye hıyanet etmiştir.”

Şeyhülislam’ın bir İngiliz’den naklettiğine göre, olay şu: Vahideddin, güvendiği yaveri Mustafa Kemal ile İngilizler’e oyun oynamak istemiş, fakat İngilizler Mustafa Kemal ile Vahideddin’i oyuna getirmişlerdir. Böylece Vahideddin tacını tahtını, ordusunu devletini kaybetmiştir.

Prof. Hayettin Karaman’dan dinleyelim:

Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl isimli eserinin dördüncü cildinde (335-336) Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yenik düşen Osmanlı’yı tasfiye etme ve yerine İslam’dan uzaklaşmış yeni bir devlet oluşturma işinin İngiliz ve Fransızlara verildiğini, onların da Mustafa Kemal aracılığı ile bu amacı gerçekleştirdiklerini, ortada kötü bir alış-veriş bulunduğunu, yeni Türkiye’nin İslam’ı ve hilafeti vererek küçük bir toprakta bağımsız bir devlet kurmayı satın aldıklarını kaydettikten sonra (4) numaralı uzun dipnotunda özetle şunları söylüyor:

“Osmanlı zayıflamaya başlayınca Hristiyan ve Haçlı Avrupa devletleri onu İslam’dan uzaklaştırmak için uzun yıllar dayanılmaz baskılar uyguladılar. Osmanlı bu baskılara boyun eğmedi ve Müslüman olarak vefat etti. Söz sahibi olan Haçlı Avrupa bunu Lozan’da gerçekleştirdi. Sultan Vahîdüddîn Mustafa Kemal’i Anadolu’ya “görünüşte ordu müfettişi, ama gizli olan maksadı, Anadolu isyanını idare edip ülkeyi kurtarmak” olarak göndermişti. Onun faaliyeti dört yıl içinde, galip devletlerin izinleriyle İzmir’e girmiş bulunan Yunanlıları oradan, Sultan’ı da ülkesinden çıkarmak oldu. Nitekim bir İngiliz bu sonucu şöyle ifade etmişti: “Sultan İngilizleri Mustafa Kemal ile aldatmak istemişti, ama İngilizler onu bununla tongaya düşürdüler…(s. 248, 336 vd., s. ).

Mustafa Kemal’i Anadolu’ya, ülkeyi düşman istilasından kurtarmak gizli vazifesi ve maksadıyla Sultan Vahdettin’in gönderdiği konusunda son yıllarda hayli belge bulundu ve yazılar yazıldı. Bunlardan biri de Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralar’ında yer alan (2. Cilt, s. 58 vd.) ve M. Sabri Efendi’nin tanıklığına dayanan bilgi ve belgedir:

Padişah’ın Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndereceğini kestirince bir din borcu olarak kendisiyle görüşmek ve buna mani olmak istedim. Çünkü endişelerim vardı. O ana kadar elde ettiğim bilgiler de bu endişelerimi kuvvetlendiriyordu. Miralay Sadık Sabri Bey’in ve arkadaşlarının tahkikatı da bu yöndeydi. Beni ikaz etmişlerdi. ‘Padişahım, eğer bu iş için muhakkak bir paşa gönderilecekse, karar verdiyseniz başka bir paşa bulalım’ demek istedim. O sırada Ferid Paşa yoktu, Sadaret mührü sadrazam vekili olarak bende idi. Padişah’tan müsaade alarak ziyaretlerine gittim… Sonra meseleyi Padişah’a açtım, bahse girdik. Söz uzadı, yemek vakti geldi, saray âdeti üzere yemek yedik, çay geldi içtik, yatsı oldu namaz kıldık. Padişah devamlı şöyle diyordu:

‘Efendi hazretleri, vaziyet belli; ben vatanımı kurtarmak istiyorum, ne pahasına olursa olsun, vatanımın kurtarılmasını istiyorum. Efendi hazretleri anlaşılıyor ki siz, saltanatımın tehlikeye düşeceğinden korkuyorsunuz, onu korumamı istiyorsunuz.

Bunun üzerine: ‘

Efendim, endişem sizin saltanatınız için değildir. Bugün saltanatınızın temsil ettiği dinimiz içindir. Bendeniz, din gider diye korkuyorum. Saltanat giderse yerine bir saltanat daha bulunur, fakat din giderse yerine bir din daha gelemez, benim korktuğum budur. Eğer mutlaka bir zat, bir asker gönderilecekse başka birini araştıralım, bana da bir söz hakkı tanıyın. Siz bu dinin halifesi, ben de şeyhülislamıyım. Din cihetinden sizin kadar ben de mes’ulüm…’ filan dedim.

Baktım Padişah’ın Mustafa Kemal’e tam itimadı var. Bana:

Yanlış anlıyorsunuz, suizan ediyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesâim oldu; fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Efendim orduda bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen insan… Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ…’ dedi…”

Eğer Şeyhülislam’ın İngiliz’den naklettiği söz doğru kabul edilirse (Ki, moda tabirle “büyük resim”e bakıldığında kesin doğru görünüyor), Sait Molla’yı bizzat Frew “satmış” (daha doğrusu kullanmış) olmalıdır. (Büyük resim için bakınız: “ATATÜRK İNGİLİZ AJANI MIYDI?” TARTIŞMASI)

Mustafa Kemal ile bile birkaç kez görüşen Frew, herhalde, sonradan “millî mücadele” saflarına katılan başka adamlarla da görüşmüş, onlardan bazılarını (büyük ihtimalle hepsini) angaje etmeyi başarabilmiş olmalıdır.

Bu durumda Frew, “millî mücadele” saflarındaki bir adamına Sait Molla ile ilgili tüyo vermiş, “Mektuplar yeterli sayıya ulaştı, Mustafa Kemal’i samimi vatansever, onun karşıtlarını da İngiliz işbirlikçisi hain göstermemize yetecek malzeme oluştu. Mustafa Kemal’in elini güçlendirmek için acele etmemiz gerekiyor. Sait’in evine girip kopyaları alın” demiş olmalıdır. (Ya da Mustafa Kemal’le ilk temasını sağlayan Martin gibi bir adamla birilerine haber uçurmuş olabilir.)

Ya da belki Sait’in evinde böyle bir defter yoktu, Frew, bizzat kendi elindeki mektupların kopyasının çıkarılmasını istemiştir.

“Büyük resmi” dikkate aldığımızda, olayın böyle gelişmiş olduğunu düşünebiliriz.

*

Evet, Atatürk, “Bu mektuplann suretleri, Sait Molla’nın evinden ve mektupların müsveddelerinin yazılı bulunduğu bir defterden aynen kopya edilmiştir” diyor.

Bunu 1927 yılında söylediğine göre, onun evine kimin ya da kimlerin girip kopyaladığını, bu operasyonu gerçekleştiren kahramanların kimler olduğunu söylemesi gerekirdi.

Söylemiyor mu, (böyle birileri gerçekte bulunmadığı için) söyleyemiyor mu, bilmiyoruz.

Oysa, onları ödüllendirmese bile, hiç değilse isimlerini tarihin altın sayfalarına emanet ederek onurlandırabilirdi.

*

Halide Edib Adıvar’ın Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı kitabında anlattığına göre, söz konusu mektupları, Sait Molla’nın kâtibi olduğunu söyleyen biri, Ankara’yla temasta olan subaylardan Kemalettin Sami’ye götürüp vermiş.

Sait’in evine girmişler, sanki kendi evleriymiş gibi oturmuşlar, tam 12 tane mektubu ferih fahur, rahat rahat, lüzumsuz ayrıntıları da dahil olmak üzere kopya etmişler. Fotoğraflama gibi birşey de yok, defterden kalem kâğıt ile kopya edilmiş.

İmdi, eğer gayeniz bu adamların yazışmalarına bakarak planlarını öğrenmek ve gerekli tedbirleri almaksa, böylece adamları faka bastırmaksa, onları uyandırmamak, yazışmalarını gelecekte de takip etmek için, defteri yürütmek yerine hissettirmeden kopyalamakla yetinebilirsiniz.

Fakat bu durumda mektupların noktası noktasına, virgülü virgülüne kopya edilmesi anlamsız olur. Bilgileri öz bir şekilde not etmek yeterlidir.

Demek ki, mesele takip meselesi değil.

*

Mustafa Kemal’in okuduğu mektuplara bakıyoruz, müsvedde denilecek durumda değiller, basbayağı mektupların son hali.

Gerçekte böylesi kopyalar, fotoğraflama şeklinde olmadığı için, kesin belge niteliği taşımazlar. Çünkü elinizdeki kopyadaki el yazısı Sait’e değil, sizin kopya çıkaran kendi adamınıza ait.

Böylesi kâğıt parçaları, taraflar inkâr ettiğinde ve siz şahit getiremediğinizde, birilerine komplo kurduğunuzu gösteren belgeler olmaktan öteye gitmez. Çünkü el yazısı size ait.

Bu durumda en azından kopyalamayı yapan kişinin ortaya çıkıp, “Evet böyle bir defter var, ben kopyaladım, defterin özellikleri de şöyle.. Hatta orada bu mektuplar dışında şöyle şeyler de yazılıydı” demesi gerekir.

Sözüne inanılacak birden fazla kişi “Evet, biz de oradaydık, defteri gördük, arkadaşımız falan, o mektupları sayfa sayfa kopyaladı. Sonra da, Mustafa Kemal’e ulaştırılmak üzere filana verdi. Biz şahitiz” dediğinde ise, iddianın inanılırlığı artar.

Atatürk’ün sözlerinde bunlar yok.

*

Böyle bir işe bulaşmış olan Sait Molla’nın bakkal veresiye defteri gibi bir defter tutmuş olması da akla pek yatmıyor.

Mektupları yazmış olabilir, fakat bu tür işlere bulaşmış bir sahtekârın böyle bir defter tutacak kadar bön olması ve tedbirsiz davranması akla yatkın değil.

Çünkü adam Şûra-yı Devlet üyeliği ve Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı (bakan yardımcılığı) gibi görevlerde bulunmuş, böylesi belgelerin önemini bilen eğitimli ve tecrübeli bir bürokrat.

İnsana makul ve anlaşılır gelen tek ihtimal, bu mektupların kopyasının, Mustafa Kemal’in kendisiyle defalarca görüşme bahtiyarlığına erişmiş bulunduğu Rahip Frew tarafından verilmiş olması. (Ancak, istihbaratçıların böylesi teslimat işleri için kullandıkları yöntemler farklıdır. Mesela, bir ajanları,, sözde Ankara sempatizanıymış, onlara hizmet etmek istiyormuş gibi mektupları götürür verir.)

Atatürk’ün söz konusu nutkunun ardından hiç kimsenin çıkıp “Evet, Sait Molla’nın defterindeki mektupları ben kopyaladım (ya da biz kopyaladık)” dememesi, böylesi tarihî öneme sahip olağanüstü bir hizmetin, eşine az rastlanacak bir kontr-espiyonaj harikasının cami avlusuna bırakılmış anası babası belli olmayan sahipsiz bir bebek gibi ortada kalması, Atatürk de dahil olmak üzere hiç kimsenin “Bu hizmeti yapanfalanlardı” diyememesi, olayın içyüzü hakkında tahminde bulunmak için yeterince ipucu veriyor.

*

Atatürk malum Nutuk‘unda Sait Molla’nın mektuplarını tarih sırasıyla okuduktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:

Efendiler, bütün bu gizli tertibat kaynaklarının Rahip Fru’nun [Frew] kafasında toplandığı ve oradan din kardeşlerimiz olacak hainlerin kafalanna zerk edilerek fiiliyata dönüştüğü tahmin olunduğundan, Rahip Fru’nun bir zaman için olsun durmasını ve uzaklaşmasını temine vesile olur düşüncesiyle, bizzat kendisine bir mektup yazdım.

Mektubun iyi anlaşılabilmesi için şu malumatı da ilave edeyim ki, ben, Mister Fru ile İstanbul’da bir iki defa görüşme ve münakaşalarda bulunmuştum.

Nutuk, s. 235-6.

Böylece Atatürk, “Atatürk versus Atatürk” (Atatürk Atatürk’e Karşı) filmini gösterime koymaya başlıyor.

Falih Rıfkı’ya konuşan Atatürk, Rahip Frew ile sadece bir kez konuştuğunu söylüyor.

TBMM’de nutuk atan Atatürk ise, “Falih Rıfkı’ya konuşan Atatürk yalan söylüyor, bir iki defa konuştum” diyor.

Falih Rıfkı’ya konuşan Atatürk “Canım sıkılmadı değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım” diyor.

Nutuk atan Atatürk ise, Falih Rıfkı’ya konuşan Atatürk’ü yalanlayarak “Münakaşalarda bulunmuştum” diyor.

Ayrıca, “Rahip Fru’nun bir zaman için olsun durmasını ve uzaklaşmasını temine vesile olur düşüncesiyle” tutup, Sait Molla gibi, adama mektup yazıyor..

Mektup yazma bakımından aralarında fark yok.

İkisinin de hobisinin Frew’le görüşmek ve mektuplaşmak olduğu anlaşılıyor.

*

Yani, bu zihniyete göre, “bir zaman için olsun durmasını ve uzaklaşmasını temine vesile olur düşüncesiyle” böyle bir düşmanla dostane bir biçimde yazışmak, temas kurmak gayet normal..

Ancak, bu mazeretinin, İngilizler’le temas konusunda İstanbul’daki Padişah ile hükümet erkânı için de geçerli olacağını akıl edemiyor.

Ya da akıl edemiyor numarası yapıyor.

İşine öylesi geliyor. Nalıncı keseri hikâyesi..

*

Atatürk, Nutuk‘unda sözlerini şöyle sürdürüyor:

Fru’ya [Frew] Fransızca olarak gönderdiğim mektubun Türkçesi şudur:

Mister Fru’ya

Zatıalinizle Mösyö Marten aracılığıyla vuku bulan görüşmelerimizin hatırasını memnuniyetle muhafaza etmekteyim.

(Nutuk, s. 235)

Burada bir parantez açalım.

Görüldüğü gibi, İstanbul’dakiler için “din kardeşlerimiz olacak hainler” iltifatında bulunan, dini de durup dururken işin içine katan, İstiklal Harbi yıllarında Allah İslam, din, hilafet, saltanat kelimelerini dilinden düşürmeyen beyzademiz, din kardeşimiz olmayan hain ve zalim düşmana sıra gelince kibarlıktan kırılıyor.

Zatıaliniz (yüce zatınız) diye söze başlıyor.

Sanki İstiklal Harbi’nde Yunan’a, Fransız’a karşı savaşanlar din kardeşlerimiz değildi de, “yahudi ya da hristiyan kardeşlerimiz”di.

Bir başka husus: Atatürk, Frew’la olan görüşmelerinin (görüşme değil, görüşmeler) hatırasını memnuniyetle muhafaza ediyormuş.

Olaya Mustafa Sabri Efendi‘nin verdiği bilgiler çerçevesinde bakılırsa, Atatürk’ün burada söze “şifreli” başlamış olduğunu kabul etmek gerekir.

Yani, “Görüşmelerimizde hani aramızda sır olarak kalacak, bizimle mezara gidecek diye konuştuklarımız var ya, onların hatırasını memnuniyetle muhafaza etmekteyim. Bundan sonra söyleyeceklerim bu çerçevede anlaşılmalıdır” demiş olur.

Atatürk’ün Frew’a mektubu şöyle devam ediyor:

Senelerce memleketimizde ve milletirniz arasında yaşamış olan zatıalinizin, hakkımızda en doğru fikir ve kanaatlerle donanmış bulunacağınızı ümit ederdİm. Halbuki, ne yazık ki, İstanbul muhitinde temasınıza gelen bazı gafil ve menfaatperest kimselerin sizi yanlış istikametlere sevk ettiklerini pek büyük teessüfle anlıyorum. Bunlardan Sait Molla ile tertip ve tatbikine başladığınız, sağlam kaynaklardan haber alınan planın, İngiltere milletinin cidden kınamasına layık bir mahiyette olduğunu arz etmekliğime müsaadenizi rica ederim. …

Bilhassa, sizinle temasa gelen sahtekarlar tarafından Osmanlı Padişahı’nın da müşterek mesai ve meselelerinizde parmağı varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir. Zatıaliniz pekala takdir edersiniz ki, Zat-ı Şahane, gayri mesul ve tarafsız olup, milli irade ve hakimiyetimizin alakalı olacağı hakikatleri değiştirmez ve bozmazlar. … Fakat bu hususta, garipliği itibariyle şunu da arz etmek mecburiyetindeyim ki, zatıalileri ruhani mesleğe mensup iken, siyaset manevralannda, bilhassa boğazlaşmayla neticelenecek vaziyetlerde rolör [rol sahibi] olmak sevdasında bulunmamalıydınız.

Zatıalinizle vuku bulan görüşmelerimde, sizi bu türden bir siyaset adamı olarak değil, insaniyete hizmet eden, adaleti seven, faziletli bir zat kabul etmiştim. Bunda ne kadar aldandığımı son aldığım sağlam malumatın teyit etmekte olduğunu bildirmekle şeref duyarım.

Mustafa Kemal

(Nutuk, s. 235-6)

Buradaki üslubu nezaket mi yoksa laubalilik olarak mı değerlendirmek gerekir, karar vermek zor.

Ancak, konumuz üslup değil..

Görüldüğü gibi Atatürk, “Bilhassa, sizinle temasa gelen sahtekarlar tarafından Osmanlı Padişahı’nın da müşterek mesai ve meselelerinizde parmağı varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir diyor.

Asıl tehlikeli olan bu ifade.

Sivas’ta oturduğu yerden bunu nasıl biliyor?

Senin anlatımına göre, bu adam sonuçta bir papaz.. Bir “ruhanî”.. İngiliz işgal güçlerinin “resmî” bir görevlisi değil..

Sonradan işgal güçleriyle gelmiş de değil..

Savaş yılları da dahil senelerdir memleketimizde iznimizle yaşamış.

Sahtekârlar olarak adlandırılan birileri niçin kalkıp da bu adamın ayağına gitsinler?..

Madem ayağına gidiyorlar, gidebiliyorlar, baş sahtekâr Sait Molla neden yanına gidip şifahen, sözlü olarak bilgi vermemiş de mektup yollamış.

“Sahtekâr” Osmanlı devlet erkânı niçin sıradan bir papazı muhatap alsın?..

*

Eğer bu adamla temas kuranlar sahtekâr sıfatını hak ediyorlarsa, o zaman aynaya bakman gerekir.

Çünkü bu adamla temas kuran, ayağına gidenlerden biri, belki de birincisi sensin.

Üstelik, bu mektubunla bile bunu “görüşmelerimiz, görüşmelerim” (mülakatlarımız, mülakatlarım) diyerek itiraf ediyorsun.

Evet, birtakım sahtekârların “Bilhassa, sizinle temasa gelen sahtekarlar tarafından Osmanlı Padişahı’nın da müşterek mesai ve meselelerinizde parmağı varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir demeni gerektirecek şekilde hareket ettiklerini sana kim haber vermişti?

O sahtekârlar mı, yoksa bizzat Frew mu?

*

Sonra, durup dururken böyle bir cümle kurman nerden icap ediyor?

Buna, amiyane tabirle “Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek” derler.

Ya da şöyle söyleyelim, birilerinin aklına “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” fehvasınca şüphe düşürmek için saf ayağına yatarak ya da suret-i haktan gelerek milletin zihnine nifak tohumu ekme derler.

Bir de tutmuş “Zat-ı Şahane, gayri mesul ve tarafsız olup…” diyor.

Bunu, Zat-ı Şahane’yi (Padişah’ı) İngilizler’in şerrinden korumak için mi söylüyorsun, yoksa milletin gözünden düşürmek, “Bakın, Padişah milletinden taraf bile olamıyor, tarafsız” demek için mi?

Neden Frew’a, malum kibarlığınla bile olsa, “Devletinizin işgalci güçlerinin Zat-ı Şahane’ye orada ne tür baskılar yaptığından habersiz olmadığımızı zatıalilerinizin dikkatlerine arzetmeme lütfen müsaade buyurunuz” gibi birşey demiyorsun?

Bu kadarını olsun söyleyemeyecek kadar korkak mısın?

*

Evet, Frew’a, Zatıalinizle vuku bulan görüşmelerimde, sizi … insaniyete hizmet eden, adaleti seven, faziletli bir zat kabul etmiştim” diyor.

Diyebiliyor.

Bir ihtimal yalan söylüyor.. Adam yalancı.. Su içer gibi yalan söyleyebiliyor.

Diğer bir ihtimal, doğruyu söylüyor olması.. Bu durumda da ona, “Bu baş ajanın hangi meziyetlerine, hangi faaliyetlerine baktın da onu insaniyete hizmet eden, adaleti seven, faziletli bir zat kabul ettin?” sorusunu yöneltmemiz gerekir.

Sait Molla da Frew’u herhalde ancak böyle kabul etmiştir: İnsaniyete hizmet eden, adaleti seven, faziletli bir zat.

Zatıalileri..

*

İşin ilginç tarafı şu ki, Atatürk’ün Nutuk‘ta ballandıra ballandıra anlattığı bu mektubun gönderilip gönderilmediğini bile bilmiyoruz.

Okuyalım:

Hüsrev Gerede, hatıralarında 4 Kasım 1919’da Mustafa Kemal’in papaza oldukça alaylı biçimde bir mektup yazıp Ahmet Rüstem Bey’e Fransızcaya çevirttirip, gönderdiğini ve mektubun çok etkili olacağının sanıldığını yazar, daha sonra Heyet-i Temsiliye’nin 16 Kasım 1919 günü yapılan toplantısında ise Mustafa Kemal Paşa’nın Papaz Frew’a yazdığı Fransızca mektubun da gönderilmesinin ertelenmesine karar verildiğini yazmaktadır. Bkz. Gerede, Hüsrev Gerede’nin Anıları, s. 107-108, 1 14; Heyet-i Temsiliye’nin 16 Kasım 1919 günü yapılan toplantısında İstanbul’daki milliyetçilerin takibata uğramamaları için yazılan mektubun gönderilmemesine karar verilmiştir.

(Güven, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve Görüşmeleri, s. 34, dn. 95.)

Heyet-i Temsiliye, bu mektubu, İstanbul’daki Millî Mücadele yanlıları için tehlikeli görmüş.

Nedense Mustafa Kemal görmemiş. Oturup yazmış.

Ne lüzum varsa tutup bir de Fransızca’ya tercüme ettirmiş. Sait Molla’nın mektuplarının Türkçe olduğunu bildiği halde.

*

Asıl konumuz, Atatürk’ün 24 Nisan 1920 tarihinde TBMM’de yaptığı açılış konuşması..

Devam edeceğiz inşaallah.

*

(Devamı için bakınız: