ÖZ YURDUNDA SÜRGÜN, ÖZ VATANINDA PARYA OLAN SENSİN!
ONUNLA BİRLİKTE SENİN BÜTÜN MUKADDESATIN VE DEĞERLERİN AŞAĞILANDI..
ONUN HİKÂYESİ MİLLETİN HİKÂYESİ..
OYNANAN OYUN ÖYLE BÜYÜK Kİ, BU MİLLET, VAHİDEDDİN’İN ŞAHSINDA KENDİ KENDİSİNE SÖVÜP SAYMAKTA OLDUĞUNU ANLAYAMADI..
ONUN ŞAHSINDA KENDİ YÜZÜNE TÜKÜRDÜĞÜNÜ BİLE İDRAK EDEMEDİ..
VAHİDEDDİN’E SÖVMEKLE, KENDİSİNİ ALDATANLARIN MASKARASI OLDUĞUNU, KENDİSİNE KIS KIS GÜLDÜKLERİNİ FARKEDEMEDİ..
HİÇBİR MİLLETİN TARİHİNDE BU CESAMETTE BİR REZALET VE KEPAZELİK, BU KADAR UTANÇ VERİCİ BİR ALDANMIŞLIK YOK..
*
(MUSTAFA KEMAL’İN İLK MECLİS’TE YAPTIĞI AÇILIŞ KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ – 10)
*
*
Bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde, yalanların efendisi üçkâğıtçı Atatürk‘ün nasıl büyük bir dolandırıcı olduğunu, sadece Vahideddin’i değil bütün bir milleti nasıl tefe koyduğunu gördük.
İstanbul’a gelir gelmez başka yer yokmuş gibi İngiliz işgal güçleri subaylarının kaldığı Pera Palas‘a kapağı atan, buranın müdürü Martin vasıtasıyla hemen İngilizler’le temas kurmaya çalışan, “İngilizler’in yerli işbirlikçi maşalara ve hainlere ihtiyaç duyacaklarını, kendisinin hizmete hazır olduğunu” söyleyen o.
İngiliz İstihbaratı‘nın İstanbul şefi Rahip Robert Frew‘la, biri Martin‘in evinde olmak üzere yalnız başına defalarca gizli kapaklı görüşmeler yapan, daha sonraki süreçte bu görüşmeleri konusunda yalan söyleyip çelişkiye düşen, ve onun istihbaratçı kimliğini örtmeye çalışan, yani resmen bir ajandan beklenecek şekilde hareket eden, yine o.
Vahideddin‘e dalkavukluk yaparak Anadolu genel valiliği anlamına gelen yetkileri alan, milletin önünde Osmanlı Devleti’ne bağlılık ve sadakatten söz ederken geceleyin mahrem çetesine “Devleti yıkacağız” diye konuşan “devlet düşmanı” hain de o.
Osmanlı Devleti’nin resmî kurumlarını ve milleti sürekli aldatan, onlara daima yalan söyleyen o.
Böylece, sözlük anlamı itibariyle “çok yalancı” anlamına gelen “deccal” sıfatını alın teri göz nuruyla, yüzünün akı ve elinin emeğiyle liyakat kesbederek hak eden de o.
Yalancılık, sahtekârlık, utanmazlık, dolandırıcılık, takiyye, ikiyüzlülük, kaypaklık ve döneklik alanlarında rakipsiz.
*
Padişah tarafından Anadolu genel valisi olması anlamına gelen yetkilerle donatılan yalanların efendisi üçkâğıtçı Atatürk‘ün, Erzurum Kongresi sırasında bir gece yalnız kaldıklarında hempaları Mazhar Müfit ile Süreyya‘ya “aralarında kalma” kaydıyla “devleti (Osmanlı Devleti’ni) yıkacağını” söylemiş olduğunu önceki bölümlerde görmüştük.
Padişah’a gönderdiği askerlikten istifa mektubunu ise “Kulları Mustafa Kemal” diye imzalayacak kadar sahtekâr..
Adam işini sağlama bağlıyor.
Gzli ajandası çerçevesinde başarılı olursa Padişah’ı resmen kazığa oturtacak..
Olamazsa, bu defa da, “Padişahım, ben kulunuz her zaman size sadık kaldım, bunu zaten çok iyi biliyorsunuz, çünkü size daima dalkavukluk yapmış, elinizi eteğinizi öpmüş, ayakkabınızı yalamıştım” diyecek.
*
Ulu Yalan’ın Erzurum’da kongre hazırlıklarına başladığı 8 Temmuz 1919 günü Padişah’a gönderdiği “Kulları Mustafa Kemal” imzalı istifa mektubu şöyle:
MABEYN-İ HÜMAYUN CENAB-I MÜLUKÂNE BAŞKİTABET-İ CELİLESİ VASITASIYLA ATABE-İ ULYA-YI HAZRET-İ PADİŞAHÎ’YE (SARAY BAŞKATİPLİĞİ VASITASIYLA PADİŞAHIN YÜKSEK MAKAMINA)
Şimdiye kadar gerek Zat-ı Akdes-i Hümayunlarına (kutsal zatlarına) ve gerek Harbiye Nezareti’ne (Milli Savunma Bakanlığı’na) vaki olan maruzatımda (sunumlarımda) vatan ve milletin ve makam-ı mualla-yı Hilafetin (yüce Hilafet makamının) maruz ve giriftar olduğu avakib-i elîme ve buna karşı mütehassıl alâm ve evza-ı milliyeyi tekmil safahat ve hakikatiyle (uğradığı acı durumları ve buna karşı duyulan elemleri ve milletin aldığı vaziyeti, bütün safhaları ile gerçek olarak) arzettim. Bunu ifa etmekle mukaddesatımın (kutsal inançlarımın) nefs-i acizaneme tahmil eylediği (aciz şahsıma yüklediği) en yüksek ve en vicdani vazifelerden birini yapmış oldum. Âmâl ve teşebbüsat-ı abidanemin (kölece amellerimin ve girişimlerimin) İngilizlerce müdafaa-i vataniyye (vatan savunması) suretinde değil, şekl-i âharda telakki olunmasından naşi (başka şekilde anlaşılmasından dolayı) Hükümet-i Seniyyelerinin müşkil bir vaz-ı tazyik altında kaldığı (altından kalkılması zor bir baskı altına konulduğu) irade ve ifham buyruluyor. Hükümet-i seniyyelerinin ve payitaht-ı saltanat-ı hümayunlarının (yüce hükümetlerinin ve saltanat merkezinin) zaten ne gibi tazyik (baskı) ve şerait-i elîme-i inhisar (acı verici koşullar sınırlaması) altında bulunduğu gerek çâkerlerince (kulunuz kölenizce) ve gerek bütün millet-i necibelerince tamamen malum ve âyan olduğu cihetle, bu tazyik ve inhisarın daha ziyade tevessüüne (genişlemesine) ve bahusus pek büyük revabıt-ı sıdk u ubudiyetle (sadakat ve kulluk bağlarıyla) merbut (bağlı) bulunduğum kalb ü âmâl-i müfşika-i hümayunlarının (majestelerinin şefkatli kalb ve tasarılarının) düçar-ı kelal olmasına (eziyet görmesine) hiçbir vechile razı olmayacağım cihetle yalnız memuriyet-i acizaneme değil, tekmil mübahatını (bütün övünçlerini), vatan ve milletimin ve makam-ı akdes-i hümayunlarının nur-u feyiz ve necatından (kutsal makamlarının feyz ve kurtuluş nurundan) alan pek çok sevdiğim mübarek hayat-ı askeriyeme de veda suretiyle arz-ı fedakâri eylerim (askerlik yaşamıma veda suretiyle özveride bulunduğumu arzederim). Makam-ı Uzma-yı Saltanat ve Hilafetin ve millet-i necibelerinin hayatımın son noktasına kadar daima hâris (koruyucu) ve sadık bir ferdi gibi kalacağımı kemal-i ubudiyetle (tam bir kullukla) arz ve temin eylerim. Silk-i celil-i askerîden (askerlik mesleğinden) istifa ettiğimi Harbiye Nezareti’ne arz ettim. Sıhhat ü afiyet-i Cenab-ı Mülûkaneye (Padişah cenaplarının sıhhıt ve afiyetine) dua ve her türlü afattan masun (belalardan korunmuş) buyurmalarını Cenab-ı Kibriya’dan (Allahu Teala’dan) niyaz eylediğim muhat-ı ilm-i âlî buyruldukta (yüce bilgilerinizin kuşatıcılığına arz ü) ferman.
Kulları
Mustafa Kemal.
Fî 8 Temmuz Sene 1335, Saat 11.40 Gece.
Bu telgraf metnini Ulu Yalan, 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı TBMM açılış konuşmasında milletvekillerinin huzurunda okumuş durumda.
Din istismarının daniskasını yapmış, din istismarcılığında kimsenin erişemeyeceği zirvelere tırmanmış.
“Allah ile aldatma”nın, Allah diyerek aldatmanın kitabını yazmış.
Bu telgrafın TBMM’nin sitesinde yer alan sadeleştirilmiş şekli şöyle:
7 Temnıuz 1919 Erzurum [TBMM sitesindeki orijinal/sadeleştirilmemiş metindeki tarih: 9.7/VII.1335)
Padişah hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtipliği eliyle Padişah hazretlerinin yüce katına.
Şimdiye kadar gerek padişahlık yüce makamına ve gerek Harbiye Nazareti’ne yazdığımı yazılarda vatan ve milletin ve yüce hilafet makamının karşılaştığı üzücü olayları ve buna karşı ortaya çıkan tepkileri ve milli durumu bütün safhaları ve açığı ile ile arz ettim.
Böyle davranmakla kutsal varlığımın bana yüklediği en yüksek ve en vicdani görevlerden birini yapmış oldum. Bendenizin çalışına ve faaliyetlerinin İngilizlerce vatan savunması olarak değil, başka bir şekilde yorumlanması nedeniyle yüce hükümetlerinin ağır baskı altında tutulduğu yazılıyor ve bildiriliyor. Yüce Hükümetiniz ve yüce Saltanat başkentinizin ne gibi baskı ve üzücü şartlar altında bulunduğu gerek benim tarafımdan ve gerekse bütün asil milletimizce tam anlamıyla ve her yönüyle bilinmekte olup bu baskı ve denetimin giderek daha da artması durumunda özellikle büyük sadaketle ve aşırı derecede bağlı bulunduğum müşfik ve yüce amaçlar taşıyan yüreğinizin sıkıntıya düşmesine hiçbir şekilde razı olamayacağım için, yalnız memuriyetime değil, bütün şan ve şerefini, vatan ve milletimin ve kutsal yüce makamınızın feyiz ve asalet nurundan alan ve pek çok sevdiğim kutsal askerlik yaşamıma da veda ederek özveride bulunduğumu arz etmek isterim. (Alkışlar) Yüce saltanat ve hilâfet makamınızın ve asil milletimizin sonuna kadar daima koruyucusu ve sadık bir kulu olarak kalacağımı içten gelen duygularımla arz ve temin ederim. Yüksek askerlik mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye Nezareti’ne bildirdim. Onurlu padişaha sıhhat ve esenlikler diler ve her türlü kötülükten korumasını Cenabı Hak’tan dilerim. Yüce bilgilerinize sunarım.
Kulları
Mustafa KEMAL
Görüldüğü gibi, yağın ve dalkavukluğun bini bir para..
Sadece bir kere değil, iki kere değil, tam beş defa Padişah’ın kulu ve kölesi olduğunu ifade ediyor.
Tabiî ifadeleri baştan sona yalan, riyakârlık, münafıklık, art niyet, takiyye, sahtekârlık, samimiyetsizlik, ikiyüzlülük, döneklik ve kalleşlikten ibaret.
Çünkü, aynı adam, aynı sıralarda, mahrem çetesinin elemanları Mazhar Müfit ile Süreyya‘ya, fırsat bulursa vakti gelince Padişah’ı kazığa oturtulmuşluktan beter edeceğini söylüyor.
*
Adam tam münafık.. Her kalıba girebilen omurgasız bir canlı türü.
Kazığa oturtma planları yaptığı bir adama beş on satırlık bir mesajında beş kere kulluk ve kölelik arz eden bir adamda şahsiyet, şeref ve haysiyetin kırıntısı bile bulunamaz.
İşte ulu yalan Atatürk‘ün gerçek portresi bu..
Böyleyken bir taraftan da utanmadan “Bağımsızlık benim karakterimdir” filan diye palavralarına devam etmiş.
Hayır senin karakterin palavracılık, hilekârlık, sahtekârlık, yalan ve dolan, bükemediğin eli öpmek, çıkar umduğun kapıya secde etmekten ibaret.
*
Bu tür sahtekârlıklarını bir kere yapsa.. Nerdeee!..
Bunları yazıp telgraf çeken bir adamın, Yıldız Sarayı‘nda Padişah’ın huzurunda neler söylemiş olabileceğini varın siz düşünün..
Tüm ipleri ele geçirip diktatör haline gelinceye kadar da bu münafıklığı devam etti.
TBMM’nin açılışında yaptığı milletvekili yemini de bu doğrultudaydı:
“Hilafet ve saltanat ve vatan ve milletin istihlas (kurtulması) ve istiklâlinden (bağımsızlığından) başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.”
*
Osmanlı Devleti’ni yıkmayı kafaya koymuş olan “devlet düşmanı” İngiliz ajanı ulu yalan Atatürk, evet Erzurum Kongresi sırasında gece “mahrem çete”sinin Mazhar Müfit ve Süreyya gibi üyelerine “gizli ajanda“sını anlatan yalanların önderi Mustafa Kemal, gayesine ulaşmak için Padişah Vahideddin’e ve millete yalan üstüne yalan söylüyor, yemin üstüne yemin ediyor, masal anlatıyordu.
Mesela, Mazhar Müfit’in anlattığına göre, Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasını şu dua ile tamamlamış bulunuyordu:
En son olarak niyazım şudur ki, Cenab-ı Vacibül Amal [Allahu Teala] hazretleri, Habib-i Ekremi [Peygamberi] hürmetine bu mübarek vatanın sahip ve müdafii ve diyanet-i celile-i Ahmediyenin (müslümanlığın) ila yevmil-kıyame hâris-i asdakı (kıyamete kadar en sadık koruyucusu) olan millet-i necibemizi ve makam-ı saltanat ve hilafet-i kübrayı masun [korunmuş], ve mukaddesatımızı düşünmekle mükellef olan heyetimizi muvaffak buyursun.”
Mazhar Müfit şunları yazıyor:
Paşa’nın bu nutku salonu yerinden sökecek kadar kuvvetli ve sürekli bir surette alkışlanmıştı. Nutkun sonundaki duayı, padişahlık ve hilafet müessesesi hakkındaki temenniyatı belki garip bulursunuz.
O zaman ben de aynı hissi duymuştum. Hatta, kongre akşamı Paşa’ya:-Paşam, nutkunuzun sonunu müftü efendinin duası gibi bitirdiniz.. Dedim. … güldü ve:
-Maksadını anlıyorum, anlıyorum amma, şimdi vazifemiz halkı, “vatanı ve esir Padişahı kurtarmaya, inandırmaktan ibaret”tir. Cevabını verdi ve.. ilave etti:
-Zamanında hiç bir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiç bir şeye uzaktan yakından tevessül etmemek başlıca dikkatimizi teşkil etmelidir.
Paşa, muhakkak ki haklı idi. Ve milletin psikolojisi ancak bu tarzda çalışmayı emrediyordu. Yalnız Erzurum kongresinde değil, onu takip eden uzun ve malum safhalar içinde dahi Padişah ve Halifeye dua etmek, onun esaretten kurtalmasını dilemek bir zaruret ve hatta muvaffakıyet şartı bulunuyordu.
(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. 1, 3. b., AnkaraTürk Tarih Kurumu, 1988, s. 85.)
Evet, vazifesi vatanı kurtarmak değil..
O, Vahideddin‘in kafasındaki mesele..
Ajan Atatürk‘ün İngiliz efendilerinden aldığı vazife, kendisinin halkı (asıl niyeti mevcut devleti yıkmak, millete ihanet etmek olduğu halde), “vatanı ve esir Padişahı kurtarmaya çalıştığına inandırmaktan ibaret”ti.
Bunu da gayet güzel başardı.
*
Evet, asıl gayesi devleti korumak ve vatanı kurtarmak değildi, devleti yıkmaktı.
Toprak için de zaten İngilizler garanti vermişlerdi.
Yunanlılar Aydın civarında Milne Hattı‘nda bekleyecekler, ajanları Atatürk yeni bir devlet kurmak suretiyle Osmanlı Devleti’nin vatanını gasbedince, Yunan ile ajanları Atatürk arasında barış yaptıracaklardı.
(Ancak, Falih Rıfkı’nın Çankaya‘sında anlattığı gibi, Venizelos’u devre dışı bırakan Kral Konstantin, İngilizler’in taksimine razı olmadı, bir Türk-Yunan savaşı patlak verdi.)
*
Mazhar Müfit’in sözünü ettiği “milletin psikolojisi” de gösteriyor ki, o gün için millî irade demek, Osmanlı Devleti’nin bekası demekti.
Milletin egemenliği/hakimiyeti demek, milleti temsil eden saltanat ve hilafet makamının korunması demekti.
Millî irade lafını dilinden düşürmeyen ulu yalan Atatürk ise, bir millî irade dolandırıcısıydı.
Takiyyeci bir düzenbaz, bir millî irade gaspçısıydı.
*
Ulu yalan Atatürk, aslında, üç beş tane kafa dengi arkadaşı dışında kimse tarafından sevilen biri değildi.
İttihatçılar da ondan hoşlanmıyorlardı.
Falih Rıfkı bu hususta şunu söylemektedir:
“İttihatçıların daha Selânik’te iken vurdukları damga üstündedir: ‘Haris’dir [hırslıdır], hiçbir rütbe ve makamla doymaz [açgözlüdür, kanaatkârlık bilmez]. İnsanca yaşamayı, eğlenmeyi ve içmeyi sevdiği için o devir anlayışına göre ‘sefih’tir. Ve durmadan tenkit ettiği ve İttihatçıların tutumunu beğenmediği için ‘uzlaşılmaz’ bir adamdır.”
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 20.)
Falih Rıfkı bunu, eserinin bir başka yerinde de tekrarlar, İttihatçıların ona, “sarhoş, ahlâksız ve haris [hâris değil harîs}” damgasını vurmuş olduklarını söyler (Atay, a.g.e, s. 158).
Kısacası, ulu yalan Atatürk’ün özellikleri (İttihatçılar’a göre) şunlar: Hırs/ihtiras, gözü doymazlık, sefihlik, ayyaşlık, ahlâksızlık.
Adamın meziyetleri bunlar.
İttihatçılar adamı iyi tanımışlar. Tanıyamayan ve hem kendisinin hem de milletin başına bela eden ise, Vahideddin.
Bunun nedeni de, diğer meziyetleri: Dalkavukluk, yağcılık, yalancılık, takiyye, dolandırıcılık, utanmazlık, yüzsüzlük, din istismarı, sahtekârlık, “Allah ile aldatma“, riyakârlık, münafıklık.
*
Bu yüzden, olağanüstü yetkilerle (resmen ve fiilen tam yetkili Anadolu genel valisi olarak) Anadolu’ya gönderilmesinin ardındaki sihirli değnek, Vahideddin’in bastonundan başka birşey değildi.
Mareşal Ahmet İzzet Paşa bu gerçeği şöyle dile getiriyor:
… bu memuriyet resmî hükümetin değil, Padişah‘ın düşüncesinin ürünü ve tedbirinin eseridir. Babıali ve Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Saray’dan aldıkları işaretle bunu uygulamaya koymuşlardır.
(Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C. 2, İstanbul: Nehir Y., 1993, s. 214.)
Nitekim, ulu yalan Atatürk’ün münafık karakterini ordudaki samimi müslüman subaylardan öğrenen Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Padişah Vahideddin’e “Bu adamı göndermekten vazgeçin, başka birini gönderin” dediği zaman aldığı cevap “suizancılık”tan ibaret olmuştur.
Şeyhülislam’ın Mısır’da bir sohbet sırasında bu konuyla ilgili anılarını dinleyen merhum Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar‘ının ikinci cildinde, Vahideddin’in Şeyhülislam’ın saatler süren ısrarına rağmen Nuh deyip peygamber demediğini, ona şöyle karşılık verdiğini aktarmaktadır:
[Mustafa Kemal’i] Yanlış anlıyorsunuz, suizan ediyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesâim [ortak çalışmışlığım] oldu; fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Efendim orduda bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen insan… Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ…
Güveniyordu.
Fikri ve zihni sağlam, samimi ve dürüst bir adam zannediyordu.
Kendisini anlayan bir dert ortağı kabul ediyordu.
“Sözünün eri, mert, kalleşliği karakterine yakıştırmayacak şahsiyetli bir adam gönder” diyen Şeyhülislam’a güvenmedi, Ulu Yalan’a güvendi.. Sonuç ortada.
*
Ulu Yalan’ın Vahideddin ölünceye kadar onun aleyhinde hakaretamiz ve aşağılayıcı bir beyanatta bulunmadığını görüyoruz.
Çünkü, Vahideddin onun kendisini kafalamak için neler söylediğini, nasıl el etek öpüp ayakkabı yaladığını anlatabilirdi.
Ölünce, meydanı boş buldu, Nutuk‘unda Vahideddin için ağzına geleni söyledi.. Ne soysuzluğu kaldı, ne alçaklığı, ne hainliği, ne adiliği..
Bunları Vahideddin sağken söyleyemezdi, çünü onun izzetinefsine dokunur ve Ulu Yalan‘ın kendisine geçmişte nasıl dalkavukluk yaptığını ayrıntılarıyla anlatabilir, onu ele güne kepaze edebilirdi.
Ne yazık ki Vahideddin hatıralarını yazmadı, çünkü, Sadrazam Mareşal İzzet Paşa’nın söylediği gibi, muhtemelen, en güvendiği, en çok torpil geçip kolladığı yaveri tarafından bu kadar kolay aldatılmış olmanın utancıyla bunu yapamadı. Arlandı.
*
Ahmet İzzet Paşa, Vahideddin ile ulu yalan Atatürk’ün psikolojisi hakkında şunları söylüyor:
Fakat bu gerçeğin [Ulu Yalan’ı memleketi kurtarmak için Anadolu’ya olağanüstü yetkilerle gönderenin Padişah olduğunun] gizlenmesi, M. Kemal Paşa’ca olduğu kadar, sinsi Padişah’ca da gerekliydi. (Mustafa Kemal) Paşa, büründüğü esrarlı kisveye, gelecek için beslediği emeller ve hayallere uymaması yönünden (yüzünden) Saray’a bağlılığını gizlemek, memur ve mensubu olduğu hükümdara karşı işlediği iğfal (aldatma), sözünden cayma, küfran-ı nimet gibi basitlikleri halkın gözünden saklamak, hiç olmazsa hafifletmek istiyor, Padişah da ne şekilde olursa olsun, bir kimse tarafından aldatılmış olmayı (aldatıldığını itiraf etmeyi) kibrine yediremiyor, bir yandan da yabancılarca el altından [onlara] oyun yapmak istediğinin anlaşılmasından korkuyordu.”
(Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C. 2, İstanbul: Nehir Y., 1993, s. 214.)
Din istismarcılığı mesleğinin harika çocuğu, milleti “Allah ile aldatma“nın şampiyonu Selanikli Ulu Yalan’ı İttihatçılar’ın hangi meziyetleriyle tanıdığını görmüştük:
Hırs/ihtiras (açgözlülük), gözü doymazlık, sefihlik, ayyaşlık, ahlâksızlık.
Ahmet İzzet Paşa bunlara şu meziyetleri de ekliyor: Esrarlı kisveye bürünerek milleti aldatmak, bağlantılarını gizleyerek olduğundan farklı görünme riyakârlığı, geleceğe dönük şahsî emeller besleme çıkarcılığı, “kulunuz, köleniz, bendeniz, çâkeriniz” diyerek yağ çektiği Padişah’ı aldatma kalleşliği, sözünden dönerek tükürdüğünü yalama düşüklüğü, küfran-ı nimette bulunup kendisine ekmek veren eli ısırması..
Velhasıl, İzzet Paşa’ya göre ulu yalan Atatürk, adamdan sayılmaması gereken basit bir fırıldak.
*
Vahideddin ile Atatürk arasındaki (İzzet Paşa’nın dikkat çektiği) durum, şimdi İngiliz devleti ve milleti ile Türk devleti ve milleti arasında yaşanıyor.
İngilizler, ulu yalan Atatürk ile olan gizli ilişkilerini dikkatlerden kaçırmak, Türk milletine, Türk milletinin maneviyat ve mukaddesatına karşı onun eliyle işledikleri iğfal ve tecavüz cinayetlerini saklamak için, Ulu Yalan sanki kendilerinin eski düşmanıymış da İstiklâl Harbi tiyatrosundan sonra barışmışlar gibi centilmenlik rolü oynuyor.
Türk devleti ve milleti de, İngiliz ajanı Atatürk tarafından dolandırılıp bunca yıl aldatılmış olduğunu itiraf etmeyi (gerçekte içi boş bir balondan ibaret olan) gurur ve kibirine yediremiyor.
*
Yoksa, aradan bunca yıl geçtikten, hadiselerin oturup düşünmeye fırsat vermeyen başdöndürücü fırtınası dindikten sonra, bu işlerden anlayan tarihçi, istihbaratçı ve siyasetçilerin sakin kafayla düşünüp İngiliz’den yemiş olduğumuz büyük kazığın farkına varmamaları mümkün değil.
Türk milleti ve devleti, “Eşekten düşmeseydim, düşürülmeseydim bile inecektim” diyerek ya da “Acımadı kiii, acımadı kii” diye seslenerek şeref ve haysiyetini koruyamayacağını, bunun maskaralığı karakter haline getirmek anlamına geleceğini artık görmelidir.
Bu millet ve devlet, ulu yalan Atatürk putunu sırtından atmadıkça şeref ve haysiyetini kurtaramayacağı gibi, Allahu Teala’nın yardımına mazhar da olamaz.
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Ve dönüş ancak Allah’adır.” (Nur, 24/42)
*
(Devamı için bakınız: