“ALLAHU TEALA GELECEĞİ YAZDIYSA BİLİR, YAZMADIYSA BİLMEZ” DİYEN KAFASIZLAR, MUTEZİLE “AKIL(SIZLIĞ)”I İLE YOLA ÇIKIYOR, CEBRİYECİLİK LİMANINDA DEMİR ATIYORLAR

 

Metin DOĞAN

 

Kendilerini çok “akıllı” sanan ve Kur’an‘ı iyi anladıklarını ileri süren kafasız birilerinin, “Allahu Teala, geleceği bilmez” dediklerini görüyoruz.

Konu aslında açıktır. Allahu Teala herşeyi bilir ve herşey nasıl olacaksa o şekilde zaten yazılmıştır.

Buna karşı bazı tiplerin, “Allah, geleceği yazmışsa bilir, yazmamışsa bilmez” diyerek kafadan bir “yazma-yazmama” ayrımı uydurduklarını görüyoruz. “O (Şeytan; insan ve cin şeytanları), size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” (Bakara, 2/169)

Âl-i İmran Suresi’nin 186’ncı ayetinin meali şöyle: “Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.”

Böylece, istikbali bilen Allahu Teala, gelecekten haber veriyor. Şayet Ehl-i Kitap ve müşriklerden birçok üzücü sözler işitilmesinin nedeni, bunu Allahu Teala’nın yazması ise, bu takdirde, o üzücü sözleri söyleyenlerin bunu kader gereği yapmak zorunda oldukları sonucu çıkar. Böylece, Mutezile kafası ile yola çıkan kafasızlar, onun tam zıddı olan Cebriye mezhebinde karar kılmış oluyorlar.

Kafasızlık böyle birşeydir, insan neyi savunduğunun bile farkında olmaz.

Maide Suresi’nin 13’üncü ayetinin meali ise şöyle: “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat’ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.”

Burada da gelecekle ilgili bir haber verilmekte, pek azı hariç Yahudiler’den daima bir ihanet görüleceği bildirilmektedir.

Şayet bu ihanetleri yazmadıysa, kafasızların görüşüne göre, Allahu Teala’nın bunları bilmemesi gerekiyor. Bildiğine göre, yazmış.. Bu durumda da, Yahudiler’in ihaneti, Allahu Teala’nın yazmış olmasından kaynaklanan zorunlu bir fiile dönüşüyor. Görüldüğü gibi, Mutezile kafası(zlığı) yine Cebriyecilik limanında demir atmaktadır.

Kehf Suresi’ndeki Hızır kıssasına bakalım.. Allahu Teala’nın kendi katından ilim verdiği zat (Hızır a.s.) akil-baliğ olmamış çocuğu öldürüyor ve gerekçe olarak da, onun, ileride ana babasını da saptıracak bir kâfir olacağı bilgisini gösteriyor.

Ve Hızır a.s., Hz. Musa’ya, bunu kendiliğinden yapmadığını, Allahu Teala’nın emri doğrultusunda çocuğu öldürdüğünü açıklıyor.

Allahu Teala o çocuğun büyüyünce şakî olacağını yazmadan bilmiyorduysa, bunu yazmış olması ve çocuğun büyüyüp yazının gereğini yapması gerekirdi.

Bilmesi, yazmasına bağlıysa, bunun yazılı olması ve gerçekleşmesi lazım gelirdi.

Ancak, söz konusu çocuk büyümeden öldüğüne göre, büyüyüp kâfir olması, yazılmamış demektir.

Yazılmamış olduğuna göre de, Allahu Teala’nın, geri zekâlı sapıklara göre, çocuğun büyüklük hali hakkında bilgisinin bulunmaması gerekiyor.

Konuyla ilgili olarak İmam Gazzalî’nin yazdıklarına bakalım:

“… Aklın, iki yönünden birine delalet ettiği hiçbir şeyde tearuzun yeri yoktur. Zira aklî delillerin neshi ve birbirini yalanlaması imkânsızdır. Eğer akla aykırı sem‘î (işitilen, naklî) bir delil varid olmuşsa, ya mütevatir değildir (rivayet edenlerin sayısı bakımından, haberin doğruluğundan şüphe duyulmayacak kadar güçlü bir rivayet değildir) ve böylece sahih olmadığı bilinir ya da mütevatirdir ve tevil edilir. Her iki durumda da tearuz (çelişme) söz konusu olmaz. Akıl deliline aykırı olarak, hata ve tevile ihtimali bulunmayan mütevatir bir nassın bulunması mümkün değildir; çünkü akıl delili nesh ve butlanı kabul etmez.

“…

“ ‘O, her şeyi bilendir (ve hüve bi kulli şey’in alîm)’ (Bakara, 2/29) ayetini ele alacak olursak; akıl bu ayetin umum olduğuna delalet etmektedir ve … ‘Sizi denemeliyiz (sınamalıyız) ki, içinizden kimlerin mücahid ve sabreden olduğunu bilelim’ (Muhammed, 47/31) ayeti de bu ayete muarız değildir [Yani Allahu Teala, gelecekte olacak şeyler de dahil her şeyi bilir]; zira bu ayetin anlamı ‘Allah, mücahedeyi (cihadı) olmuş ve gerçekleşmiş olarak bilmektedir’ şeklinde olup, ezelde O’nun bilgisi, daha gerçekleşmeden önce, mücahedenin gerçekleşmesine tealluk etmekle vasıflanamaz [Yani Allahu Teala’nın bilgisi, olayın gerçekleşmesine bağlı değildir].” (Gazzâlî, Mustasfâ – İslâm Hukuk Metodolojisi, C. 2, çev. Yunus Apaydın, İstanbul: Klasik, 2006, s. 145.)

HEM MÜSLÜMANLIK TASLAYIP HEM DE KEYFİNCE YAŞAMAK İSTEYEN, MÜSLÜMANLIKLARINI LAİK EFENDİLERİNİN GÖZ YUMDUĞU SINIRLAR İÇİNDE TUTMAYA ÖZEN GÖSTEREN, BU YÜZDEN “İSLAMCI DEĞİL MÜSLÜMAN” OLDUĞUNU İKİDE BİR İFADE EDEREK KÜRESEL VE YEREL DİN-DIŞI GÜÇ ODAKLARINA “BAKIN BİZİM DİNDARLIĞIMIZ SİZİN İSTEDİĞİNİZ GİBİ” MESAJINI VEREN BİR TOPLUM, HELE BİR DE KİMSE ELİNİ TUTMAZKEN ZEKÂT VERMEYİ BİLE TERK EDERSE, HABER VERİLENLER BAŞINA GELİR (KÂFİR ZEKÂTLA MÜKELLEF DEĞİLDİR, ONUN CEZASI AHİRET’E KALABİLİR, FAKAT HEM MÜSLÜMANLIK TASLAYIP HEM DE KEYFİNCE YAŞAMAK İSTERSEN BU DÜNYADA DA CEZASI GELİR)

Türkiye'nin büyük bir bölümünde sıcaklıklar doğal afet seviyesine geldi

Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anh- rivayet etmiştir:

Rasûlullâh –sallâllâhu aleyhi ve elem- bize yönelerek şöyle buyurdu:

“Ey Muhacirler cemâati!

Beş şey vardır ki, onlarla mübtelâ olacağınız zaman Ben sizlerin o şeylere erişmenizden Allah’a sığınırım. Onlar şunlardır:

Bir milletin içinde zina, fuhuş ortaya çıkıp nihayet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlaka içlerinde taun hastalığı ve onlardan önce gelip-geçmiş milletlerde vuku bulmamış hastalıklar yayılır.

Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve başlarındaki hükümdarların zulmü ile cezalandırılırlar.

Mallarının zekâtını vermekten kaçan her millet mutlaka yağmurdan menedilir (kuraklık cezası ile cezalandırılır) ve hayvanları olmasa (Allah hayvanlara acımasa) onlara yağmur yağdırmaz.

Allah’ın ahdini (emirlerini) ve Rasûl’ün sünnetini (Şeriat’i) terk eden her milletin başına mutlaka Allah kendilerinden olmayan düşmanı musallat eder ve düşman o milletin elindeki avucundakilerin bir kısmını alır.

İmamları (liderleri, devlet adamları) Allah’ın Kitabı ile amel etmeyip Allah’ın indirdiği hükümlerden işlerine geleni (istismar edebildiklerini) seçtikçe Allah onların hesabını kendi aralarında görür (birbirlerine düşerler, farklı partiler/gruplar/cemaatler/etnisiteler/klikler/örgütler/ideolojiler birbirlerini yerler).”

(İbn-i Mâce, Fiten, 22)

*

Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor:

“Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- birgün “Ümmetim onbeş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belanın gelmesi vâcip olur!” buyurmuşlardı.

“Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?” diye sordular. Sallallâhu aleyhi ve sellem- saydı: Ganimet (millî servet, birileri arasında dolaşıp) tedavül eden bir metâ haline geldiğinde, emaneti (emanet olan vazifeleri, yetkileri, imkânları) ganimet kıldıkları zaman; zekâtı ceza telâkki ettikleri zaman; kişi annesinin hukukuna riayet etmeyip, kadınına itaat ettiği; babasından uzaklaşıp ahbabına yaklaştığı; mescidlerde (nutuklar atılıp propagandalar yapılarak) sesler yükseldiği; kavme, onların en rezili (erzel) baş olduğu; kişiye zararı dokunmasın diye hürmet edildiği; içkiler (serbestçe) içildiği; ipek (haram bilinmeyip erkekler tarafından) giyildiği; çeşitli adlar altında şarkıcı kadınlar ve çalgı aletleri edinildiği; bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakaret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı (zelzeleyi), yere batışı (hasfı) veya suret değiştirmeyi (meshi) veya gökten taş yağmasını (kazfi) bekleyin.”

(Tirmizî, Fiten 38/2210)

12 EYLÜL DARBESİ ÖNCESİNDE MHP VE LİDERİ TÜRKEŞ, SÖZDE DEVLETİ KORUMAK İÇİN MÜCADELE VERİYORDU. DARBE İLE BİRLİKTE TUTUKLANDILAR, HAPSEDİLDİLER, YARGILANDILAR, BAZILARI İŞKENCE GÖRDÜ. VE TÜRKEŞ, “BİZ HAPİSTEYİZ, FİKRİMİZ İKTİDARDA” DEDİ. ŞİMDİ FETHULLAH GÜLEN, TÜRKİYE’NİN İSRAİL POLİTİKASINA BAKIP, “BİZ SÜRGÜNDEYİZ, FİKRİMİZ İKTİDARDA” DER Mİ BİLMİYORUM.

DERİN OYUNLAR İŞTE BÖYLE BİRŞEYDİR..

ABD VE STRATEJİK ORTAĞI AB, 28 ŞUBAT’TA KEMALİSTLER ELİYLE İSLAMÎ CAMİAYI BASKI ALTINA ALDI, SONRA DA KURTARICI GİBİ MEYDANA ÇIKTILAR.. BÖYLECE FETHULLAH GÜLEN, KENDİSİNİ ABD’NİN KUCAĞINDA BULDU.. MİLLÎ GÖRÜŞÇÜLER DE GÖMLEK ÇIKARIP “AB’Cİ” OLDULAR.. ES’AD COŞAN HOCA AVRUPA’DA DOLAŞMAK VE SONUNDA AVUSTRALYA’YA YERLEŞMEK ZORUNDA KALDI..

BÖYLECE ABD VE AB’NİN OYUNU TUTMUŞ OLDU.. KEMALİSTLERE BUNUN İÇİN SOPA ATTIRMIŞLARDI, KURTARICI GİBİ MEYDANA ÇIKIP (FETHULLAH GÜLEN ÖRNEĞİNDE OLDUĞU GİBİ) “DEVŞİRMEK” YA DA SİZİ (ESAD EFENDİ ÖRNEĞİNDE OLDUĞU GİBİ) SÖZDE KURTARICILARLA AYNI FOTOĞRAF KARESİNDE GÖSTERMEK İÇİN.. ARSLAN BULUT’UN, ESAD EFENDİ İÇİN “DIŞ BAĞLANTILARI SORU İŞARETLERİNE YOL AÇIYORDU” DEMESİ CEHALETİNDEN KAYNAKLANMIYOR.. ERBAKAN YURTDIŞINA ÇIKMADI/ÇIKAMADI, KEMALİSTLERDEN SOPA YEMEYE DEVAM ETTİ. (TAYYİP ERDOĞAN’IN SİYASÎ YASAĞINI KALDIRIP ÖNÜNÜ AÇANLAR, HEM REFAH, HEM DE FAZİLET PARTİSİ KAPATILARAK KANATLARI KESİLEN ERBAKAN’I “TRİLYON DAVASI” İLE SÜRÜNDÜRDÜ, HAPİS KORKUSU İLE YAŞATTILAR. ERBAKAN’IN PRATİK VE PRAGMATİK TALEBESİ ERDOĞAN ŞİMDİ “KÜRESEL SİSTEM”LE İLİŞKİLERİNİ İSRAİL ÜZERİNDEN RESTORE ETMEYE ÇALIŞIYOR.)

BATI, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA DA BENZER BİR OYUNU SAHNEYE KOYMUŞTU..

EVET, BATI, BÖYLESİ OYUNLARLA SİZİ YA “DEVŞİRİR”, YA DA AYNI FOTOĞRAF KARESİNDE GÖSTERİR.. MESELA SON PADİŞAH VAHDEDDİN’İN DRAMI BUDUR.. DEVŞİRİLEMEDİ, FAKAT ALGI OPERASYONU İLE İNGİLİZLER’LE AYNI FOTOĞRAF KARESİNDE GÖSTERİLDİ..

BATI’NIN İZİNDEN GİDEN SÖZDE “YERLİ VE MİLLÎ DERİN ODAK” DA AYNI TAKTİKLERİ UYGULUYOR.. SİZİ ÖNCE, MASKELİ AJANLARI VASITASIYLA ZOR DURUMA DÜŞÜRÜRLER, SONRA BAŞKA ADAMLARI KURTARICI GİBİ YAKLAŞIR VE “DEVŞİRME” OLMANIZ İÇİN GÜYA SAMİMİ TELKİNLERDE BULUNURLAR.. KABUL ETMESENİZ BİLE, ONLARLA AYNI FOTOĞRAF KARESİNDE GÖSTERMEK SURETİYLE SİZİ İTİBARSIZLAŞTIRIRLAR, MÜNAFIK VE MASKELİ HAİN AJANLARINI İSE “GÜVENİLİR ADAM” GİBİ GÖSTERİRLER

Neden İsrail ile normalleşme gerçekleşiyor?

Yakın dönemde İsrail ile Türkiye arasındaki normalleşmenin emareleri bölgeyle alakalı politikaların nasıl olacağını gösteriyor.

  • 14.05.2016 13:29
Neden İsrail ile normalleşme gerçekleşiyor?

Verda Özer bugünkü yazısında İsrail ile Türkiye ilişkilerinin normalleşme sürecini ve kazanımları yazdı. Özer,

… Irak ve Suriye gittikçe daha çok İran’ın yörüngesine giriyor. İran ise zaten ABD’nin ortağı olma yolunda hızla ilerliyor. İşte bu koşullar da İran’ı baş düşmanı gören İsrail’i ve bölgedeki baş rakibi gören Türkiye’yi buluşturuyor.

Tüm bunların üstüne, ABD bölgede son derece pasif. Bu da iki ülkeye “bari başımızın çaresine biz bakalım” dedirtiyor. Shai Cohen’in “Suriye’de eninde sonunda istihbarat paylaşımını arttırmaktan ve operasyonel işbirliğinden kaçamayız” sözü de işte bu ihtiyaçtan doğuyor.

Bu denklemde ise sadece Türkiye ve İsrail yok. Mısır ve Suudi Arabistan da merkezinde.

Malum, Türkiye Suriye’ye yönelik politikasında Katar ve Suudi Arabistan’la tamamen eşgüdümlü hareket ediyor. Şu anda bölgedeki en yakın müttefikleri bu iki ülke.

İsrail de henüz açıkça olmasa da, perde arkasında Suudlarla gittikçe daha yakınlaşıyor. Bunun arkasında da, iki ülkenin de baş hasmının İran olması yatıyor. Hatta Panama Belgeleri’ne göre Suudi Arabistan Kralı Selman, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun seçim kampanyası için geçen yıl 80 milyon dolar vermiş.

İSRAİL-MISIR-SUUDİ ARABİSTAN. VE TÜRKİYE?

Zaten Selman’ın son Mısır ziyaretinde Mısır Devlet Başkanı Sisi’den kopardığı 2 adanın arkasında da aslında İsrail-Suudi yakınlaşması yatıyor. Şöyle ki: 1950’den beri Mısır’ın elinde bulunan Tiran ve Sanafir adaları, daha önceleri Suudların himayesindeydi.

Adaların yeniden Suudi Arabistan’a teslim edilmesi için de iki ülke altı yıldır görüşüyordu.  Ancak İsrail karşı çıkıyordu. “Adalar Suudlara geçerse Kızıldeniz’e açılamam” endişesiyle. Dolayısıyla bu son anlaşma Mısır ve Suudi Arabistan’dan ziyade, aslında İsrail ve Suudi Arabistan’ın uzlaşması.

Zaten İsrail Savunma Bakanı Moshe Yaalon da daha sonra Suudi Arabistan, Mısır, İsrail ve ABD’nin bu konuda anlaştığını açıkladı. Mısır ve Suudi Arabistan arasındaki dostluk ise zaten Suudların Sisi’nin darbesine verdikleri destekle zirve yapmıştı.

İşte bu da İsrail-Suudi Arabistan-Mısır arasında bir ittifakın oluştuğuna işaret ediyor. Bu denklem de Türkiye ve Mısır’ın çıkarlarını da büyük oranda örtüştürüyor. Bu da iki ülke arasındaki buzların da yavaş yavaş çözüleceğine işaret ediyor.

ORTA YOL

Tüm bunların yanında, işin bir de “duygusal” tarafı var. Son yıllarda İsrail’in Doğu Akdeniz havzasında bulduğu doğal gaz rezervleri, Türkiye ve İsrail’i enerji işbirliğine itiyor. Zira İsrail gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak boru hattı, iki ülkenin de cebini epey dolduracak potansiyelde.

Tüm bunların ötesinde ise, Şii-Sünni çatışmasıyla iki cepheye ayrılmış bölgede, bu çatışmaya doğrudan taraf olmayan bölge güçleriyle ilişkilerimizi geliştirmemiz elzem. Bu kümede ise sadece 3 aktör kaldı: İsrail, Mısır ve Irak Kürdistanı.

İşte bu resim de Türkiye ve İsrail’i bir orta yol bulmaya itmiş görünüyor. Shai Cohen’in mülakatımızda verdiği bilgilerden de bunu anlıyoruz: İki tarafın kırmızı çizgisi baki. Yani Hamas ve Gazze. Belli ki İsrail Gazze’nin yeniden inşası için Türkiye’ye özel bir rol verecek.

ANKARA ÇOK DAHA FAZLASINI KAZANACAK

İsrail’in bu konuda sağlayacağı kolaylıklara karşı da, Türkiye de Hamas konusunda belli ki daha hassas davranacak. Yani iki tarafın hassasiyeti de karşılıklı olarak büyük ölçüde giderilecek. Kaldı ki Hamas için ambargonun kalkması, Türkiye’de faaliyetlerini sürdürmesinden çok daha hayati önemde.

İşte bu envanterin kontrolü bittiğinde de, Ankara normalleşmeyle kaybettiğinden çok daha fazlasını kazanacak gibi görünüyor.

(http://www.haber7.com/gazeteler/haber/1948486-neden-israil-ile-normallesme-gerceklesiyor)

DİYOR Kİ: “YAHU ALACAKSANIZ BUYRUN DEYİN. ALMAYACAKSANIZ BİZE DEYİN Kİ; BOŞUNA UĞRAŞMAYIN ALMAYACAĞIZ SİZİ.” TAMAM DA FRANSIZ DIŞİŞLERİ BAKANI BİLE ALINMAYACAĞIMIZI AÇIKÇA SÖYLEMİŞ. ANLAMAMAK İÇİN DİRENMİŞSİN.. “BUNA BENZER ÇOK HATIRALARIMIZ VAR” DİYEN DE SENSİN.. HERHALDE ŞÖYLE DEMEK GEREKİYOR: “TERÖRİSTLER KADAR ONURLU VE GURURLU OLMAZSAK BÖYLE ‘ŞAHSİYETSİZ DIŞ POLİTİKA’ YÜRÜTÜRÜZ.”

Erdoğan: 3 gün dayanamadın bak

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Tüm Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (TÜMSİAD) tarafından düzenlenen Geleneksek İftar Programı’nda flaş açıkamalarda bulundu.

24 Haziran 2016 Cuma 23:54

Erdoğan: 3 gün dayanamadın bak
 Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Tüm Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (TÜMSİAD) Geleneksel İftar Programı’na katıldı. Erdoğan burada yaptığı konuşmada Avrupa Birliği’ne sert sözlerle yüklendi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan İngiltere’deki referandumun sonuçlarını değerlendirerek, “Öncelikle demokrasiye, milli iradeye saygıyı esas alan bir siyasi anlayışın mensupları olarak referandum sonuçlarının İngiliz halkı için hayırlı olmasını diliyorum. Tüm dünya ile birlikte biz de referandum sonucunun evet olarak çıkmasını bekliyorduk. Ama sonuç bu şekilde tecelli etti. İngiliz halkının verdiği bu kararı İngiltere ve Avrupa Birliği için yeni bir dönemin başlangıcı olarak görüyorum” değerlendirmesinde bulundu.
 
Erdoğan, AB’nin bir süredir kendi değerlerine aykırı pozisyona düştüğüne dikkat çekerek sözlerini şöyle sürdürdü;
“AB uzun süredir Türkiye’nin üyeliği meselesi başta olmak üzere pek çok konuda kendi değerlerine aykırı düşen bir pozisyona sürüklenmişti. Kriterleri karşılama konusunda bizimle mukayese edilemeyecek pek çok ülkeyi hızla üyeliğe kabul eden AB’nin Türkiye ile ilgili çifte standartı artık gizlenemeyecek bir hale gelmiştir. Bize engel üstüne engel koydular. 53 yıldır bizi kapılarında beklettiler. Hala bekletiyorlar. Nedir? Gerekçeniz ne?
Bir zaman bir Fransız Dışişleri Bakanı; Somali ile ilgili bir toplantıda; ara verince çıktık. Ahmet Bey o zaman Dışişleri Bakanı; Başbakanım. Ve o Dışişleri Bakanı ile üçlü görüşüyoruz. Dedi ki; ‘Sizi AB’ye almazlar.‘ ‘Niye?’ dedim.
Durdu durdu… ‘Müslümansınız’ dedi. ‘Bunu biliyoruz da biz insanız‘ dedim.
‘Ordakiler nasıl insansa biz de insanız. Birbirimizden farkımız mı var? Bunca zaman geçti. Eee bize başında deseydiniz, siz Müslümansınız, boşuna uğraşmayın. Sizi almayacağız. Bizi niye böyle oyaladınız.’
Hayır diyemediler’ dedi. Onun için bu süreç böyle geldi.
NATO’ya nasıl oldu da aldınız?‘ dedim. Ne dedi biliyor musunuz? Çok enteresan…
Orada bir yanlışlık oldu‘ dedi.
Buna benzer çok hatıralarımız var. Bunlarla bütün müzakerelerde hep şunu söylemişimdir. Yahu alacaksanız buyrun deyin. Almayacaksanız bize deyin ki; boşuna uğraşmayın almayacağız sizi. Bizi de yormayın siz de yorulmayın. Ama hep aldattılar. Dürüst davranmadılar.
Buyrun İngiltere ne dedi. 3000 yılına kadar Türkiye giremez dedi. Şimde ne oldu. Hadi buyur bakalım. 3 gün bile dayanamadın bak. Biz AB’yi önemsedik. Bu yolda bir gayret ortaya koyduk. Ama hep bizi oyaladınız.”
*Erdoğan: Teröristler kadar gururlu, onurlu olmazsak...

Erdoğan: Teröristler kadar gururlu, onurlu olmazsak…

24 Haziran 2016, 18:10 15758 İzlenme

 Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kanaat önderleriyle bir araya geldiği iftarda yaptığı konuşmada “Mezhepçilik ve ırkçılığın arkasından terör gelir. Mezhepler dinimiz değil yoldur. Asla teröre taviz veremeyiz.Teröristler kadar bizler gururlu, onurlu olmazsak onların karşısına dikilmezsek bilesiniz ki bu ülkede büyük bir kırılma olur. Operasyonlarımız kararlılıkla devam ediyor, edecek. Yaşadığımız coğrafya özellikle de terör olaylarının yoğun olduğu bölgeler, 1400 yıldır semalarından ezan sesinin  eksik olmadığı İslam beldeleridir. Bu bölgelerde benim Kürt kardeşlerim İslam medeniyetinin yılmaz savunucuları olmuş geri adım atmamışlardır” diye konuştu.

İLGİLİ LİTERATÜRE BAKILDIĞINDA, ABD’NİN SON DÖNEMDE “KAMU DİPLOMASİSİ” KAVRAMI ETRAFINDA ÖZELLİKLE İSLAM DÜNYASINI HEDEFE KOYDUĞU GÖRÜLÜR.. STRATEJİLERİNİN TEMELİNİ, “DİN OLARAK İSLAM”I BENİMSEDİKLERİNİ SÖYLEDİKLERİ İŞBİRLİKÇİLERİ, KENDİ POLİTİKALARINA KARŞI OLAN VE “DİNİ İDEOLOJİYE DÖNÜŞTÜREN İSLAMCILAR” OLARAK ETİKETLEDİKLERİ KESİME KARŞI CEPHEYE SÜRME OLUŞTURUYOR

“İSLAM VE İSLAMCILIK” (ISLAM-ISLAMISM) AYRIMINI ÜRETMİŞ OLANLAR BATILILAR..

BU, EMPERYAL “BÖL VE YÖNET” TAKTİĞİNİN BİR PARÇASI..

BATILILAR, ÖNCE, İSLAM’I NEYSE O OLARAK BENİMSEYİP YAŞATMAK İSTEYENLERİ “ISLAMIST” (İSLAMCI) OLARAK ADLANDIRIYOR, KENDİ HRİSTİYANLIK’TAN ALINMA “DİN” TANIMLARINI DEVREYE SOKARAK, “BİZ DİN OLARAK İSLAM’A KARŞI DEĞİLİZ, MÜSLÜMANLARA SAYGI DUYUYORUZ, FAKAT İSLAMCILIK BİR DİN DEĞİL, İDEOLOJİ” DİYORLAR..

ARDINDAN DA, “DİN OLARAK İSLAM”I BENİMSEYENLERİN KENDİLERİYLE BİRLİKTE “İSLAMCILAR”LA MÜCADELE ETMELERİ GEREKTİĞİNİ “BUYURUYORLAR”..

YANİ HEDEFLERİ, MAŞA VARKEN ELLERİNİ YAKMAMAK, DERENİN TAŞI İLE DERENİN KUŞUNU VURMAK..

BATILI AKADEMİSYENLER KONUYA ÖZETLE BU ŞEKİLDE BAKIYORLAR, FAKAT BUNLAR ASLINDA DEVLETLERİN RESMÎ POLİTİKALARI VE GİZLİ SERVİSLER İÇİN ENTELEKTÜEL TEÇHİZAT HAZIRLAYAN KİŞİLER..

BİZDE İSLAM İLE İSLAMCILIĞI AYIRARAK TARTIŞANLARIN BÜTÜN SÖYLEMLERİ, BATILI AKADEMİSYENLERİN KİTAPLARINDAKİ YAKLAŞIMIN KOPYASI DURUMUNDA..

Yanlış zeminde İslamcılık tartışılmaz

Akif Emre

23 Haziran 2016

İslamcılık meselesine her şeyden önce dini düşünüş, bakış açısının hayatın tüm alanlarıına dair kuşatıcı tavrı ve teklifi olarak bakılması gerekir….

İslamcılık tartışmalarında yapılan önemli yaklaşım hataları bugünü anlamamıza engel oluyor. Bunlardan birisi dinin bu ülke için ne anlama geldiğini tespit sadedinde yapılan yanlıştır. İkinci olarak da İslamcılıktan ne anlaşılması gerektiğine dair yapılan bilinçli marjinalleştirici açıklama biçimleri..

Türkiye bağlamında toplum ve devlet ilişkilerinde dinin yerinin ne olacağı sorusunumerkeze alan yaklaşım meselenin özünü ıskalamaya mahkumdur.

İslamcılık meselesini devleti merkeze alarakİslamı değişken bir fonksiyona indirgeyen bu açıklama tarzı olanca teorik ve üst bir dil kurma iddialarına rağmen her şeyden önce eksik ve en önemlisi yanıltıcıdır.

Sistemi şekillendiren muhteva, resmi ideoloji ne olursa olsun [devleti] mutlaklaştıran, birsabite olarak merkeze alansağ-muhafazakar açıklama biçimi İslam/cılık düşüncesini dolayısıyla İslami oluşumları/ hareketleri devlet içinde bir paranteze alır. Bu hareketlerin devletin dinle kurduğu ilişkilere göreanlam kazanabileceği, meşruiyetini de sistemi tahkim ettiği orandakazandığı bir düzlemde ele almaya yatkındır. Oysa tüm iddiaları bir tarafa İslamcıların en büyük alamet-i farikası din ve dini düşüncenin siyasal boyutu, siyasete dair iddialarıdır.

İslam’ı bütünsel bir sistem olarak siyasal tekliflerini ihmal eden, yok sayan seküler-resmi zevat ile sağ muhfazakar aydınlar; İslamcılığı da Kemalizmin dini hayata müdahalelerini restore eden, toplumla devlet arasında katalizör işlevine indirgemeye hayli meyyaldir.

Türkiye’de varoluşsal bir mesele olarak “dinin anlamı nedir“ sorusu her zaman önemlidir. “İslam’ın devletle ilişkileri nasıl düzenlenmelidir” sorusuyla başlayan tartışmanın zemini ise tamamen farklıdır. İslam ve İslamcılık meselesine kafa yoruyor gibi olup da İslam’ı Kemalist paradigma içinde bir alt düzleme indirgemek temel bir yaklaşım yanlışlığıdır. En azından İslamcılığın iddiaları ve tecrübesi açısından yanıltıcı bir o kadar meselenin anlaşılmamasının temel nedenidir.

Kemalist uygulamalardan şikayetçi ama İslamcıların tezleriyle mesafeli ve rahatsız olanlarınbiraz Kemalizmin biraz da İslamcıları taviz vermeye davet eden yaklaşımlar devleti merkeze alan, resmi ideolojiyi bir şekilde meşrulaştıran bir açıklama biçimine dönüşüyor.

Modern seküler bir siyaset örgütlenmesi olarak devleti referans alanmuhafazakar renk, sosyal ve kültürel bir realite olarak gördüğü Müslümanlık’ın siyaset ilişkisini deformeetmeye götüren bir zemini döşediği fark edilmiyor. Bu noktasa zaten İslamcılıkla barışması imkansız siyasa biçimleri kolaylıkla sahaya sürülebiliyor.

İslamcıların muhalif özelliği temelde dini bakış açısından siyasetten toplum tasavvuruna değin kendi tezlerinden kaynaklanır. Cumhuriyet döneminde pek çok ismi önemli kılan husus, tüm iniş ve çıkışlarıyla birlikte muktedirilere karşı öfkeleri, mücadeleleri olduğu kadar muhalif oluşlarıdır. Diğer tarafta bu geleneğe eklenmek istenen kimi isimlerin İslamın siyaset tasavvurunu dışarda bırakan söylemleri nedeniyle de İslamcılık akımının dışında kalır.

İslamcılar için dini bakış açısını dışlayan siyaset öneren bir düşünürün İslamcılık soyağacında yeri olabilir mi?

İslamcılık tartışmalarında entelektüel düzeyde adeta bilinçli bir marjinalleştirme stratejisidevreye giriyor. İslamcılık akımını ortaya çıkaran tarihsel, siyasal şartlar ve aktüel gerçekler gözardı edilerek İslam’a rağmen öne çıkarılan sekter bir tanım devreye sokuluyor. İslamcılık, içinde belli din anlayışından ziyade farklı anlayış, kavrayış, tecrübelerin toplamında hayata dini bakışın rengini verdiği bir bütün olarak da tanımlanabilir. İslamcılığı marjinalize etmek, bu topraklardan beslenen yerli duruşunu iptal etmek de ancak belli bir anlayışa sıkıştırmakla olabilir.

Hem tanımı ve tasavvuru hem devlet-siyaset ilişkisinde dini düşünüşü yedeğe alantanımlamalar İslamcılığın entelektüel olarak da siyasal olarak da anlaşılmasının önünde engeldir.

 

 

BATILI GÖZÜYLE İSLAM VE İSLAMCILIK

 

Dr. Seyfi Say

 

Baştan söyleyelim: Türkiye’deki İslamcılık karşıtlığı ve İslamcılık eleştirisi gerçekte oryantalist bakış açısının ürünüdür.

Nasıl “modernist ilahiyatçılar” ilhamlarını Batılılar’dan almışlarsa, kendilerini Ehl-i Sünnet savunucusu zanneden “ne yaptığını bilmez” taife de, bazı konularda Batılılar’ın izinde yürümektedirler.

Bunların savunageldikleri, “İslam bir dindir, ideoloji değildir” safsatasını icat edenler de Batılılar’dır.

Batılılar, Müslümanlar arasındaki geleneksel fay hatlarının (Şiîlik-Sünnîlik, sufîlik-Vehhabîlik vs.) yeterli olmadığını gördükleri için, bu defa İslam-İslamcılık çatışmasını (ya da kültürel İslam – siyasal İslam karşıtlığını) icat etmiş bulunuyorlar.

John Calvert, İslamcılık (Islamism) kavramıyla neyi kastettiklerini şöyle açıklamaktadır:

 

“Batılı gözlemciler, çağdaş dönem İslamî diriliş olgusuna işaret etmek üzere bir dizi tabir kullandılar: Bunların en yaygın olanlarından biri İslamî köktendinciliktir. Diğer terimler ise siyasal İslam, İslamî dirilişçilik, İslamî radikalizm ve (daha tartışmalı biçimde) İslamo-faşizmdir. Her ne kadar bu terimlerin hepsi de söz konusu olgunun bir yüzünü aydınlatmakta başarılıysa da, hiçbiri manayı tam yansıtmamaktadır. Daha iyi bir terim, bilim adamları ve gazeteciler tarafından giderek artan biçimde benimsenen İslamcılık’tır (Islamism). İslamcı oluşumlar, diğer modern dönem izm’lerinde, mesela komünizm ve faşizmde görüldüğü gibi, dünya sorunlarının hepsine çözüm sunma iddiasında bulunan dogmatik bir bakış açısına sahiptirler…. Bununla birlikte, bizim İslamcılar olarak adlandırdığımız insanlar, kendilerini tanıtmak için bu adlandırmaya başvurmazlar.” (John Calvert, Islamism: A Documentary and Reference Guide, Westport, CT, 2008, s. 1)

 

Donnald K. Emmerson ise, İslamcılığı şöyle tanımlamaktadır:

 

“İslamcılık nedir? İyi bir tanım, İslam ve Müslümanlar üzerine bilimsel araştırmalar yapan çok tanınmış bir isim, James Piscatori tarafından yapılandır: İslamcılar, İslamî hedefler listesi olarak gördükleri şeyi hayata geçirme amaçlı siyasal faaliyete kendilerini adamış müslümanlardır.” (Donnald K. Emmerson, “Inclusive Islamism: The Utility of Diversity”, Islamism: Contested Perspectives on Political Islam içinde (17-32), ed. Richard C. Martin ve Abbas Barzegar, Stanford, 2010, s. 27.)

 

Bernard Platzdasch ise, İslamcılığı, “siyasal bir ideoloji olarak anlaşılan ve sunulan İslam” olarak tanımlamaktadır. Bu düşüncesini şu şekilde temellendirmektedir:

 

“İslamcılığın temel gündemi, devlet için, Şeriat’in (İslamî yasaların) yürürlüğe konulması ve İslamî ilkelerin yüceltilmesi yolunda aktif hale gelmektir. Bazı İslamcılar, nihai hedef olarak uluslarüstü bir hilafetin yeniden kurulmasını savunmaktadırlar.” (Bernard Platzdasch, Islamism in Indonesia: Politics in the Emerging Democracy, Pasir Panjand, 2009, s. xvi.)

 

Emmerson’un ifadeleri, Batılılar’ın “müslüman” (müslim) kelimesini Kur’an’daki (bir başka deyişle İslam’a göre ifade ettiği anlam çerçevesinde) anlamadıklarını ortaya koymaktadır. Onların din tanımı da, Hz. İsa’nın tebliğiyle fazla bir ilgisi kalmamış bulunan Hristiyanlığa aittir. Nitekim Max Farrar, bir “İngiliz araştırma raporu”nun İslamcılığı şu şekilde tanımladığını ifade etmektedir:

 

“Anahtar ilkeleri şunları içeren bir siyasal ideolojidir: İslam’ın bir din değil, bütüncül bir sosyo-politik sistem olduğu inancı, ilahî devlet yasası olarak Şeriat (İslam) hukukunun savunulması, Müslümanlar’ın ümmet olarak bilinen uluslarüstü topluluğununsiyasal bir blok olarak birleşmesi gerektiği inancı.” (Max Farrar, “Islamism and Terror”, Islam in the West: Key Issues in Multiculturalism içinde (216-238), ed. Max Farrar, Simon Robinson,Yasmin Valli ve Paul Wetherly, s. 217.)

 

Yani Batılılar, İslam’ın bir din, İslamcılığın ise bir ideoloji olduğunu söylerken, Kur’an ve Sünnet’e göre bir İslam tasavvurunu değil, Hristiyanlığın din anlayışı çerçevesindeki bir İslam tasavvurunu dile getirmektedirler.

Peter R. Demant’ın konuyla ilgili kitabının “İslam, İslamcılığa Karşı” (Islam versus Islamism) başlığını taşıyor olması nedensiz değildir. Batılılar, Hristiyanlığa değil, Kur’an‘a ve Sünnet’e dayanan bir İslam tasavvurunu benimseyenleri İslamcılar (ya da siyasal İslam veya İslamî köktendincilik yanlıları) olarak adlandırırken, İslam ülkelerindeki yerli işbirlikçilerini ya da gafilleri, onlara karşı “İslamcı olmayan müslüman” olarak cepheye sürmeye çalıştırmaktadırlar. Batı’nın İslam’a karşı yürüttüğü psikolojik savaşın enstrümanlarından birini bu İslam-İslamcılık ayrımı oluştururken, uluslararası ilişkiler alanında Batı’nın safında ya da etkisi altında bulunan rejimler de, kendi halklarına karşı aynı enstrümanları kullanmaktadırlar. Bu çerçevede kimileri Batı’da üretilmiş böylesi ayrımları gündemde tutmak için örtülü biçimde istihdam edilirken, kimileri de ya cahilliğinden, ya özenti sonucu ya da gaflet ürünü olarak bu ayrımlar çerçevesinde düşünmeye başlamaktadır. Mesela, son dönemde Mümtazer Türköne’nin başlattığı İslamcılık tartışması çerçevesinde birilerinin yer aldıkları saflara bakıldığında, onların tercihlerinin ardındaki temel saikleri anlamak mümkün olmaktadır.Zaman Gazetesi yazarlarından Cemaat mensubu olanların bu tartışmada İslamcılık karşıtı cephede yer almış bulunmaları şaşırtıcı değildir.

Demant’ın şu ifadeleri, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir:

 

“İlkin kavram kargaşasından kurtulalım. İslam ve İslamcı terimleri dine ve onun yarattığı kültüre işaret ederler; Müslüman terimi ise sosyolojik olguya işaret etmektedir: Kültür ile kimliğini belirleyen inanan insan ya da şahıstır. İslam kelimesi ayrıca, İslam’ın baskın din haline geldiği coğrafya ve uygarlık bölgelerini de ifade eder. Ancak, her ne kadar Pakistan müslüman nüfus çoğunluğuna sahipse de, bunun kaçınılmaz sonucu olarak İslamî bir devlet olmak zorunda değildir. İslamcılık ve İslamcı, “siyasal İslam”ın radikal dinî hareketlerini ifade eder. Onun çok bilinen bir eşanlamlı karşılığı olan İslamî köktendincilik tabiri de kabul görmüş durumdadır.” (Peter R. Demant, Islam versus Islamism, Westport, CT, 2006, s. xxii.)

 

Demant’ın müslüman tanımının Kur’an’ın müslüman tanımı olmadığı açıktır. O, bununla, tıpkı Olivier Roy’un yaptığı gibi, İslam’a göre “olması gereken”i değil, yaşayan kültür çerçevesinde “olan”ı (olguyu) ifade etmeye çalışmaktadır. Yani onun müslüman tanımı,fıkhî ya da itikadî değil, sosyolojik bir tanımdır. Böyle olmakla birlikte, aynı Demant, “İslamcılık, dini ideolojiye dönüştürmektedir” de diyebilmektedir (A.g.e., s. 180.) Kısacası, İslam’ın bir din, İslamcılığın ise bir ideoloji olduğunu “keşfeden” yandan çarklı Ehl-i Sünnet fedaileri, hele de türbeler vs. söz konusu olduğunda Sünnet’ten kolayca yan çiziyorlarsa da, Demant gibi Batılılar’la aynı yerde durmaktan nedense “gocunmuyorlar”. Böylece, sürekli eleştirdikleri reformist ve modernist ilahiyatçılarla, Batılılar’ın din anlayışlarından etkilenme bakımından ortak bir çizgiyi yakalamayı başarmış bulunuyorlar.

Konuya dönersek, Demant’ın müslüman tanımı çerçevesinde, mesela Aziz Nesin, İslam kültür havzasında yetişmiş ve nüfus cüzdanında “Dini: İslam” yazmasına itirazda bulunmamış biri olarak, müslümandır. Daha iyi anlaşılması için, Kemal Gürüz’le ilgili olarak Yeni Şafak’ta yayınlanmış şu haberi hatırlatmak faydalı olur:

 

“Eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz, “Ben sosyolojik olarak Müslüman‘ım. Müslüman bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Müslüman adetlerine göre defin yapılacak” dedi. Gürüz, Yeditepe Üniversitesi Kayışdağı Yerleşimi’nde düzenlenen “Dünyada ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişimi” konulu konferansta kendisine “Müslüman mısınız?” diye soranlar olduğunu kaydederek, “Ben sosyolojik olarak Müslüman’ım. Müslüman bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Müslüman adetlerine göre defin yapılacak. Arada ne olduğu beni ilgilendirir. Değiştiremeyeceğim tek şey, Türk’lüğümdür benim” dedi. Gürüz, “YÖK’te yapılmak istenen değişiklikle Türk yükseköğrenim sistemi tahrip edilmek üzeredir” dedi.” (http://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/nisan/29/gkisa.html)

 

Sonuç olarak, Batılılar’ın yaptığı İslam-İslamcı ayrımı, siyasal bir ayrımdır. Yapacakları siyasal ve sosyolojik analizler için ihtiyaç duydukları kavramsal araçları üretirken böylesi ayrımları tedavüle sokmaktadırlar. (Nitekim, bir siyaset bilimi ders kitabında İslamcılık şu şekilde tanımlanmaktadır: İslamcılık, en genel anlamıyla, Batı karşıtı ve modernleşmeye muhalif bir ideolojidir…. Yönetimin yapısı için İslam hukukunu temel olarak savunan bir ideolojidir.” Bkz.Lowell Barrington, Michael J. Bosia ve Kathleen Bruhn, Comparative Politics: Structure and Choice, Boston, 2010, s. 135.)

İslam’a karşı psikolojik savaş yürüten birtakım (CIA gibi) mihrakların da kendi faaliyetleri çerçevesinde akademisyenlerin çalışmalarından ve kavramsal çerçevelerinden yararlandıkları şüphesizdir. Bizim, (maalesef bu tabiri kullanmak zorundayım) kafasız yazarlarımız ise, Batı’nın şuurlu ya da şuursuz kültür ajanları olarak böylesi ayrımları İslam dünyasına taşımaktadırlar.

 

(http://beyanname.blogcu.com/batili-gozuyle-islam-ve-islamcilik/13413711)

ENDERUN TERAVİHİ DERKEN…

BUNLARINKİ EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT MEZHEBİ DEĞİL.. BUNLAR, MEZHEP OLARAK EHL-İ OSMANLI.. ATALARININ MEZHEBİNDELER (OSMANLI’YI ZEVK U SEFAYA İNDİRGEMEK DE, NÜMUNE-İ İMTİSAL KABUL ETMEK DE DOĞRU DEĞİLDİR)

 

Hasan SAĞLAM

 

Yeni Şafak Gazetesi’nin genç yazarlarından biri, Nurettin Yıldız’ı bahane ederek din dersi vermeye kalkışmış..

Yazısı şöyle:

 

Yazık oluyor bize hocam

 İsmail Kılıçarslan

21 Haziran 2016

Nurettin Yıldız Hoca’nın Itri hakkında verdiği vaazı dinlerken aklıma Selahattin Yusuf’un o cümleleri geldi. Osmanlı kültür ve medeniyetini konuştuğumuz bir televizyon programında tam tamına şöyle cümleler kurmuştu Selahattin: ‘Allah göstermesin, Süleymaniye Camii yıkılsa ve geriye hiçbir planı kalmasa biz bu mabedi Itri’nin Tekbir bestesinden ve Yahya Kemal’in ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ şiirinden hareketle yeniden, mükemmelen inşa edebiliriz.’

Söz konusu vaaza Nurettin Hoca, bence nefis bir Türk-İslam geleneği olan Enderun Teravihi’ni yerden yere vurarak başlıyor. Hocaya göre bu teravih, Osmanlı padişahları ve şehzadeleri üşenmesin de teravih kılsın diye icat edilmiş. Üstelik müziğin makamlarına da ‘fonksiyon’ diyor hoca, ama bu bahs-i diğer. Bunu söyledikten hemen sonra hoca bu kez de Itri’nin bestelediği salavata ‘bidat’ diyor. Yine hocaya göre ‘müziğin katılmadığı yere şeytan destek vermiyor.’

Bu aşamadan sonra hoca, Efendimiz (sav)’in ashabına sadece bir kere cemaatle teravih kıldırmasının gerekçesini de ‘o muhteşem ibadetin heyecanını, o meleklerle baş başa secde ediş anını ashabıyla bile paylaşmak istemedi. Dayanamazsınız, kaldıramazsınız diye korktu’ cümlesiyle izah ediyor. Sonra da altın vuruşu yapıyor: ‘1400 sene sonra ümmeti geldi, müzik notalarıyla teravihi eğlenceye döndürdüler. Bir de Müslümanlara bunu izzet-i ikram olarak sunuyorlar şimdi. Kimin nesiymiş bu? İmam-ı Azam mı böyle teravih kılmış da ritüel uygulamayı yeniden başlatmışsın sen? İmam Ebu Yusuf’u mu böyle gördün sen kılarken? Halid bin Velid’i böyle namaz kılarken mi duymuştun? Hayır efendim. Hilafet makamını hak etmediği halde işgal eden Osmanlı’nın son yeteneksiz padişahlarının zevk-i sefasını ibadet diye bana sunuyorsun. Bu kıldığı, ritüel dediği teravih yüzünden o devletin çöktüğünü niye hatırlatmıyorsun? Sarayında fısk-ı fücurdan vakit bulmuş da uyduruk eğlence iki rekat namaz kılmış diye Osmanlı Sarayı, peygamber sarayı mı? Sen bunu Dolmabahçe Sarayı’nda balo salonunda kılınmış namazdan alıntıladın.’

Şimdi burada, dini ilmi benden fersah fersah ileride bir hoca ile ‘müziğin helalliği, haramlığı’ tartışmasına girmeyeceğim. Sadece, ‘Efendimiz(sav) Medine’yi teşrif ederken Medine halkının çalıp söylediği ‘Talaal bedru aleyna’ isimli kaside müzik midir değil midir? Müzik değilse nedir? Müzikse Efendimiz(sav) bunun çalınıp söylenmesine niçin müsaade etmiştir?’ diye soracağım. Ya da ‘ertesi gün Uhud Savaşı’nda şehit olacak Hanzala’nın düğününde Efendimiz(sav), tef eşliğinde kılıç oyunu oynayan ashabına niçin müdahale etmedi?’ diye soracağım. Ya da, Efendimiz(sav), Hz. Aişe’nin isteği doğrultusunda ona müzikli bir eğlenceyi mübarek omuzlarında izlettirmiş midir, izlettirmemiş midir?’ diye soracağım… Elbette Nurettin Yıldız Hoca, bütün bu soruların cevabını usulünce, gereğince verecektir bana. Bundan hiç şüphem yok.

İzninizle bir mantık yürütmede bulunacağım. Hoca, ilgili vaazı verirken, genel kanaate göre Fransızların icat ettiği, iki yakası olan, bu yakaları birbirlerine tutturmak için bir düğmesi bulunan beyaz, güzel bir gömlek giyiyordu. Şimdi hocanın cümleleri ile sorayım: ‘Hocam. Silsile-i meratıb ile bağlı olduğunuzu bildiğim İmam-ı Azam’ı böyle gömlek giyerken gördünüz? İmam Ebu Yusuf’u mu böyle gömlek giyerken gördünüz siz? Halid bin Velid’in böyle bir gömleği olduğunu mu duymuştunuz?’

Soruların kulak tırmaladığını biliyorum. Hatta kimileriniz ‘böyle soru mu olur’ bile demişsinizdir ki bunda da haklı olursunuz. Lakin ben de aynısını hocamıza soruyorum bu noktada: Itri’nin beste haline getirdiği salavatı şerifeyi ‘çalgısız’ olarak terennüm etmenin nasıl bir zararı var? Teravihte, 4 rekat arasında yine çalgısız olarak Allah sevgisinden, Resulullah aşkından söz eden bir ilahi dinlemenin dine, giydiğiniz gömlekten daha mı çok zararı var? Bu ilahiyi dinleyerek kafirlere mi benziyoruz mesela? Elbette sizin malumunuzdur, gömlek ve pantolon giyerek kafirlere benzediğimiz yönünde çok sayıda fetva verilmiş geçmişte. Nasıl yapacağız sevgili hocam?

Vallahi derdim ne Nurettin Yıldız Hoca’yı yıpratmak, ne de bir çeşit fitne çıkarmak. Derdim, bu ‘verili din dili’nin bizi götürdüğü tuhaf yeri işaret etmeye çalışmak.

Geçenlerde yine yazmıştım. Dinin ürettiği kültürü ‘dinin cüzü’ sayamayacağımızı elbette biliyorum. Ancak, bütünüyle kültürden arındırılmış bir din ihdas etmenin bizi götüreceği yerin katının katısı bir katolisizm olacağını da biliyorum.

Nurettin Yıldız gibi toplumu ve toplulukları etkileme gücü yüksek isimlerin bu meselelere biraz daha kafa yorması gerekmez mi?

Gerekir. Niçin gerekir biliyor musunuz? Sosyal medyada ‘Nurettin Yıldız’ın askerleriyiz’ kampanyası yapan (ki isimlendirmeye katılmasam da çok doğru, amacı çok güzel bir kampanya idi) delikanlıların pek çoğunu şahsen tanıyorum. Playlistlerinde aynı anda Nurettin Yıldız vaazı ile Sagopa şarkıları var. Video paylaşım sitelerinde Nurettin Yıldız vaazı izledikten hemen sonra Arif’in Manchester’a attığı golü yahut Rihanna’nın son klipini izliyorlar. Yani dini Nurettin Hoca’dan, eğlenceyi ve neşeyi seküler alandan devşiriyorlar.

Oysa her zaman söylediğim gibi, İslam kendi içerisinde bağlısına yetecek eğlenceyi de, bundan daha önemli olarak neşeyi de sağlama kabiliyetinde olan bir dindir. Yeter ki kılıç oyunu, Talaal bedru aleyna, Itri, Enderun Teravihi falan elimizden alınmasın. Yoksa sonuç belli: Arama motoruna ‘the funniest fails’ yazıyoruz. Yazık oluyor bize hocam.

(http://www.yenisafak.com/yazarlar/ismailkilicarslan/yazik-oluyor-bize-hocam-2029871)

 

Öncelikle, Nurettin Yıldız’ın Osmanlı padişahlarıyla ilgili ifadelerinin bir ölçüde haksızlık içerdiğini belirtmek gerekiyor. Padişahlar ve şehzadelerin bir bölümü (Avcı Mehmet gibi) her ne kadar zevk u sefadan da nasip almış olsalar da, genelde sıkıntılı ve çileli bir hayat yaşadıklarını (şehzadelerin öldürülme, padişahların tahttan indirilip katledilme korkusu) unutmamak gerekiyor. Pekçoğunun da gerçekten dindar ve iyi insanlar olduklarını kabul etmek durumundayız. Osmanlı padişahları ve şehzadelerini hayırla anmak daha isabetli olur.

Ancak bu, dinî konularda referans olma özelliğini onlara kazandırmaz. Osmanlı tatbikatı şer’î delil mahiyeti taşımaz. Kusurdan hali de değillerdir.

Gelelim yukarıdaki yazıda yer alan saçmalık ve hatalara..

Birincisi, Selahattin Yusuf denilen arkadaşı palavra üretmeyi çok iyi beceriyormuş. Süleymaniye inşa edildiğinde ne Itrî’nin bestesi, ne de Yahya Kemal’in şiiri vardı. Bunlar ortaya çıktıktan sonra ikinci bir Süleymaniye de inşa edilemedi. Söz yaldızlı ve parlak, fakat saçmalığın daniskası..

İkincisi, Enderun teravihi denilen şeyin padişahlar ve şehzadeler için üretildiği doğrudur.. Adı üstünde, Enderun.. Bu teravih şekli Mekke ya da Medine’de, ashab, tabiîn ya da tebe-i tabiîn zamanında ortaya çıkmadı.

Üçüncüsü, müziğin camilerdeki ağırlığının artması, Müslümanlar’ın Hristiyanlar’ı taklidiyle ilişkilidir. Hristiyanlar kiliselerinde önce birtakım ilahiler falan söylemeye başladılar, 16. yüzyıldan itibaren de org gibi çalgı aletlerini kullanır oldular.

Dördüncüsü, her ne kadar Kur’an’ın ve ezanın kendisine özgü bir ahengi, bir musıkisi varsa da, bu boyutun fazla öne çıkarılması bid’attir, günahtır. Nitekim, Osmanlı’nın son dönem müderris ve meşayihinden Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî rh. a., “en çirkin bid’atler” olarak 10 hususu saymakta ve bu çerçevede şunu söylemektedir: “Türkü dinlemek. Kur’an-ı Kerîm okuyuştaki ve zikirdeki teganni de buna dahildir. Raks (dans) etmek ve sağa sola sallanmak.” (Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, çev. A. Kabakçı ve F. Günel, İstanbul: Bedir Y., 2011, s. 179-80, dn. 201. İmam Şatıbî, bid’at konusunu tartıştığı el-i’tisam adlı hacimli kitabında meseleyi enine boyuna ele almaktadır. Aslında türkü söylemek, ibadetle ilişkilendirildiği zaman bid’at haline gelir. Burada türkü kavramını “müzik parçası” olarak anlamak gerekir. İlahiler de sonuçta müzik parçasıdır. Görüldüğü gibi, Gümüşhanevî rh. a., Kur’an ve zikirdeki teganniyi, yani bunların adeta musıki parçası gibi okunup söylenmesini “en çirkin bid’at”lerden biri olarak saymaktadır. İmam Gazalî’nin İhya’da, Allame Aliyyü’l-Kârî’nin de Fıkh-ı Ekber Şerhi’nde belirttiği gibi, çalgılar eşliğinde zikir yapılması ve salavat okunması, içeriği dinî olmayan şarkı-türkü sözlerinin söylenmesinden çok daha büyük günahtır. Bugün bu, ne yazık ki, yaygınlaşmış bulunmaktadır.)

Beşincisi, Yeni Şafak yazarı “Talea’l-bedru aleyna” (Ay doğdu üzerimize) şiiri için, “’Talaal bedru aleyna’ isimli kaside müzik midir değil midir? Müzik değilse nedir? Müzikse Efendimiz(sav) bunun çalınıp söylenmesine niçin müsaade etmiştir?” derken, olayı “söylenmek”ten çıkarıp “çalınıp söylenme” haline getirerek konuyu çarpıtmaktadır.

Altıncısı, tef eşliğinde oynanan kılıç-kalkan oyunu, bir “düğün”ün parçasıdır, “teravih” gibi bir ibadetin değil. Söz konusu yazarın Nurettin Yıldız’ı anlaması için önce dinî bilgisini biraz geliştirmesi gerekiyor. Bu konuları Selahattin Yusuf gibilerin palavralarından öğrenemez.

Yedincisi, “Hocam senin de gömleğinin düğmesi var” lafı, Hoca’nın belki amelinin sözüyle çeliştiğini gösterebilir, fakat sözlerinin yanlış olduğunu göstermek için delil olarak kullanılamaz. Üstelik, bu düğmenin Fransızlarla bir ilgisinin bulunduğundan Nurettin Yıldız’ın belki haberi bile bulunmuyordur.

Sekizincisi, “Teravihte, 4 rekat arasında yine çalgısız olarak Allah sevgisinden, Resulullah aşkından söz eden bir ilahi dinlemenin dine, giydiğiniz gömlekten daha mı çok zararı var?” şeklindeki soruya, Gümüşhanevî’nin “en çirkin bid’atler” sıralaması çerçevesinde cevap aramak gerekir. Giyilen gömlek, kişinin şahsıyla alâkalıdır, zararı dinin bizzat kendisi değil, giyen kişinin dindarlığı için varit olabilir. Camide, namazlar arasında okunan ilahiler ise, teganniye boğulmaları itibariyle bid’at oldukları gibi, camilerde ibadetlerin ifasına ilişkin olarak ihdas edilmiş eklemeler olmaları itibariyle de bid’attir.

Dokuzuncusu, “Bu ilahiyi dinleyerek kafirlere mi benziyoruz mesela?” şeklindeki soru için de, “Evet, en azından Hristiyanlara benziyor, onların izinden gidiyorsun” demek gerekmektedir.

Onuncusu, bu sorunun ardından “Elbette sizin malumunuzdur, gömlek ve pantolon giyerek kafirlere benzediğimiz yönünde çok sayıda fetva verilmiş geçmişte.” diyerek, yaptığınız şeyi aklayamazsınız. Bir insanın kâfirlere benzeyip benzemediğinin anlaşılması aslında fetvaya bağlı değildir. Mesela, şimdi sen fanatik Yahudiler gibi saçlarını örüp fötr şapka giyer ve onlar gibi giyinirsen, kâfirlere benzemiş olursun. Bunun için fetva sorup istemek, ahmaklıktır. Fetva ancak, bu benzemenin “hükmü” konusunda istenir.  Burada fetva istenecek husus, kâfirlere benzeme değil (Çünkü görünen köy kılavuz istemez), “benzemenin hükmü”dür.

Yazarın son cümleleri şöyle: “… İslam kendi içerisinde bağlısına yetecek eğlenceyi de, bundan daha önemli olarak neşeyi de sağlama kabiliyetinde olan bir dindir. Yeter ki kılıç oyunu, Talaal bedru aleyna, Itri, Enderun Teravihi falan elimizden alınmasın.”

Kılıç oyununu elinden alan yok.. Fakat bunu getirip teravih namazının arasına yerleştirip, “Müslümanlar biraz da eğlensin, zaten Peygamberimiz s.a.s. zamanında da vardı” diyerek savunamazsın.

“Talea…”yı elinden alan yok, fakat bunun yetmiş çeşit çalgı aletiyle icra edilmesini mazur gösteremezsin.

Itrî’yi elinden alan yok, fakat “Teganniyi Itrî yaptığında bid’at olmaktan çıkar” diyemezsin.

Enderun teravihini de elinden alan yok, fakat “Enderun teravihi”ni değil, “Sünnet’in teravihini” savunmadıkça Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatten olamazsın.

Kısacası, eğlenceni elinden alan yok, fakat dini eğlence haline getiremezsin.

 

“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması için Kur’an ile nasihat et. O nefis için Allah’tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.”

(En’am, 6/70)

 

 

İSRAİL’LE “ANORMALLEŞME”

*

Posted on 09 Şubat 2014

EVET DAVUTOĞLU, İSRAİL’LE DAHA ÇOOK NORMALLEŞECEKSİNİZ

 

Davut Yolcu

 

Önce şu haberi okuyalım:

 

Davutoğlu, A Haber televizyonunda katıldığı programında gündeme ilişkin soruları yanıtladı. Mavi Marmara saldırısı sonrasında Türkiye’nin bazı talepler ilettiğini belirten Davutoğlu, söz konusu taleplerden birçoğunun yerine getirildiğini, tazminat ve Gazze’ye yönelik kısıtlamaların kaldırılması taleplerinin kaldığını ifade etti.

Geçen yıl özür dilendiğini ve o günden bu yana tazminat için görüşmelerin sürdüğünü anlatan Davutoğlu, son dönemde bu görüşmelerde bir ivme ve yakınlaşmanın söz konusu olduğunu kaydetti. Son görüşmelerde aradaki görüş ayrılıklarının azaldığını söyleyebileceklerine dikkati çeken Davutoğlu, “Tazminat sadece maddi anlamda değil vatandaşlarımızın hukuki haklarının korunması anlamında önemlidir. Nihai bir görüşme için temaslar sürüyor. Tazminatla birlikte bir adım daha atılmış olur hem de Gazze ve Filistin’in bütününe yönelik olarak yardımların ulaştırılması için somut gelişmeler sağlanabilir. Özürle birlikte tarihi bir adım atıldı. Tarihi bir başarı elde edildi. Şimdi tazminatla da önemli bir adım atılacak. Mavi Marmara’dan sonra ilişkilerin normalleşmeye en yakın olduğu dönemi yaşıyoruz” dedi.

http://haber.rotahaber.com/davutoglu-israille-iliskilerimiz-normallesmek-uzere_436159.html

 

Evet, normalleşmeye en yakın olduğunuz dönemdesiniz.

Çünkü, Tayyip bey, “gaza gelip” İslâm dünyasının liderliğine oynamasının onu kısa sürede “topun ağzına” getirdiğini anlamış bulunuyor.

Tayyip bey, sen ki, bir “projenin parçası” olarak, 28 Şubat Süreci’nin bir “ürünü” olarak “piyasaya sürülmüşsün”, bir başka projenin parçası olmadan “İslâm dünyasının lideri” gibi “havaya girebileceğini” mi zannettin?

Seni zamanında, lüzumsuz bir şiir yüzünden “içeriye tıkanlar”, senin ancak bu şekilde, İstanbul belediye başkanlığı ile noktalanacak olan siyasî kariyerinin bir siyasî parti genel başkanlığı ve başbakanlık ile devam edebileceğini hesaplamamışlar mıydı?!

Senin için tutup önce Refah Partisi’ni, ardından Fazilet Partisi’ni ne yaptılar?!

Sonra bir de, “Trilyon davası” ile Erbakan’ı süründürmediler mi?!

Sen de, şiir okuma gazisi bir mağdur kahraman olarak yeni parti kurup iktidara geldin. Siyasî yasaklı iken, senin önündeki bütün bariyerler teker teker kaldırıldı.

Ve sen, yıllarca Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yaptın..

Onları barıştıracağım diye ter döktün.

Sonra bir başka şey oldu.. Bir yol kazası..

*

Aralık 2008’de İsrail’in Gazze’ye yaptığı saldırılar, seni zora soktu. Çünkü, İsrail Başbakanı Ehud Olmert, 22 Aralık 2008’de Ankara’ya gelmiş, Erdoğan ile görüşmüş, İsrail’e döner dönmez de, Gazze’ye saldırmıştı.

O yüzden Erdoğan, 27 Aralık günü şunu söylemek zorunda kalmıştı: “Bu saldırı bize karşı da yapılmış bir saygısızlıktır. Biz, şu veya bu ülke değiliz. Her şeyden önce demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz. Barışı yaygınlaştırmak, onu egemen kılmak için gayret eden bir ülkeyiz. Biz, bu tür girişimler içinde bulunurken, öbür tarafta Filistin’de, zaten adeta bir açık hava hapishanesi içinde bulunan Gazze’deki insanlara karşı yapılan bu hareket, barışa indirilmiş bir darbedir.” 

Evet, Tayyip bey, herhangi bir ülkenin başbakanı değildi. Şu veya bu Şeriat devletini yönetmiyordu. Demokratik, laik bir devletin başbakanıydı, çok önemli adamdı. “Barışı yaygınlaştırmak” için gayret eden bir ülkenin başındaydı.

Olmert, Tayyip beyi öyle bir kündeye getirmişti ki, ortaya şöyle bir görünüm çıkmıştı: Olmert gitti, “kanka”sı Tayyip beye, Gazze’ye yapılacak saldırı konusunda bilgi verdi, onun onayını aldı.

Böylece ortaya, Gazze’yi “satan” bir Tayyip Erdoğan görüntüsü çıkmıştı.

İslâm dünyası, Tayyip beyi lanetlemek için hazır kıta bekliyordu, içerde de Erbakan, bir zamanlar Özal’a yönelttiği “Yahudi hortumluğu” iltifatlarının bin mislini Tayyip için devreye sokmak üzere tetikteydi.

İşte o zaman Tayyip bey, pabucun pahalı olduğunu anladı.

“İsrail uşağı” rolünü reddetmek zorundaydı.

Böylece, İsrail barışı için gayret eden demokratik, laik ülke başbakanı Tayyip bey gitti, yerine “one minute kahramanı” geldi.

Bu kadarını ABD normal karşılamıştı. Ancak, “gaza gelmiş”, neredeyse halife ilan etme noktasına gelmiş “ezik” Arap insanının alkışları karşısında Mısır’a, Tunus’a gidiyor, Arap Baharı’nı fetih turlarına çıkıyordu. Bir taraftan da, Batılı “müttefiklerimize selam” göndererek, “laiklik” türküleri söylüyordu.

Zannediyordu ki, “Bakın, bize verdiğiniz laiklik rolüne sonuna kadar sadığım” demekle, bu “fetih” hülyalarına Batılılar göz yumacaklar?

Tabiî, elin gâvuru “usturuplu” bir şekilde gerekli ikazları yapmıştı. Aralık 2013’te, Amerikan Büyükelçisi, “Şimdi, imparatorluğun yıkılışını izleyeceksiniz” demişti.

Şimdi, bu mesajın “artçı şokları”nı yaşıyoruz.

Reisülküttâb (kâtiplerin başı) Ahmet Davutoğlu bey, “İsrail’le normalleşme”den söz etmeye başladı. 

Bu arada olan, Cemaat’e oldu. Tabiî onlar da, bu arada hak ettiklerini bulmuş, yaptıkları hataların karşılığını almış oldular. “Allah, imhal eder, ihmal etmez.”

(https://tebyin.wordpress.com/2014/02/09/evet-davutoglu-israille-daha-cook-normalleseceksiniz/)

*

Posted on 10 Şubat 2014

TAYYİP BEYİN ADIMLARI İSRAİL’İ KESMEDİ

 

Süleyman Çam

 

Bugün (10 Şubat 2014) internetteki haber sitelerinde yer alan bir haber, Türkiye-İsrail ilişkileriyle ilgili:

 

İsrail sembolik adımlardan fazlasını istiyor
Haaretz gazetesi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Türkiye ve İsrail’in, ilişkilerinin normalleşmesine her zamandan daha yakın olduğu sözlerine dikkat çektiği haberinde “Kudüs, Türkiye ile ilişkilerde normalleşmenin büyükelçilerin Tel Aviv ve Ankara’ya sembolik dönüşlerinden öteye gitmesini istiyor” diye yazıyor. -İsrail’in talepleri arasında bakanlar düzeyindeki toplantıların ve karşılıklı ziyaretlerin yeniden başlamasının bulunduğunu belirten gazeteye göre, İsrail’in, Türkiye’den beklentileri arasında uluslararası forumlarda İsrail’e karşı harekete geçmeyeceği ve medyada İsrail’i sert dille eleştirmeyeceği yönündeki bir taahhüt de var. 10.02.2014 14:00TEL AVİV(ANKA) – Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Türkiye ve İsrail’in ilişkilerin normalleşmesine her zamandan yakın olduğu yönündeki sözleri İsrail medyasında yankı buldu. Haaretz gazetesi, Davutoğlu’nun özel bir televizyon kanalına yaptığı açıklamalarını yansıtırken “Kudüs, Türkiye ile ilişkilerdeki normalleşmenin büyükelçilerin Tel Aviv ve Ankara’ya sembolik dönüşlerinden ötesine gitmesini istiyor” dedi.

Haaretz gazetesi, Türkiye ve İsrail’in dokuz Türk’ün öldürüldüğü Mavi Marmara baskınına ilişkin olarak İsrail’in tazminat tutarı olarak 20 milyon doları önerdiğini anımsattıktan sonra geçen hafta Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun başkanlığındaki bir heyetin Kudüs’e yaptığı ziyaretine dikkat çekerek görüşmelerin, tazminat tutarı ile “Türkiye’nin ilişkileri normalleşmek ve Mavi Marmara baskınında rol alan İsrailli askerler ve subaylar hakkında yasal adımlara son vermek için atayacağı adımlara odaklandığını” öne sürdü.

İsrail’in anlaşmanın bir parçası olarak Türkiye’den var olan davaları iptal eden ve gelecekte bu yönde adımların atılmasını bloke edecek bir yasayı geçirmesini istediğini de söyleyen gazete şu savları da dile getiriyor:

“Kudüs ayrıca Türkiye ile ilişkilerde normalleşmenin büyükelçilerin Tel Aviv ve Ankara’ya sembolik dönüşlerinin ötesine gitmesini istiyor. İsrail, Türkiye ile diplomatik diyaloğun yeniden başlamasını, bakanlar düzeydeki toplantılar, karşılıklı ziyaretler ve diğer adımları da istiyor. İsrail, Türkiye’nin uluslararası forumlarda İsrail’e karşı harekete geçmeyeceği ve medyada İsrail’e yönelik nutukları durduracağı taahhüdünde bulunmasını da bekliyor.”(ANKA)(CN/ÖZK)

http://www.haberx.com/israil_sembolik_adimlardan_fazlasini_istiyor(17,n,11507282,604).aspx

 

Demek ki, İslâm âleminin son umudu, (bazılarına göre) nihayet gelmiş olan Mehdî, büyük kurtarıcı Tayyip bey, İsrail’le ilişkileri eski haline getirmek için el altından elinden geleni yapıyormuş.

Ancak, İsrail tarafı nazlanıyor.. Başka taahhütler peşindeler.

İsrail, Mavi Marmara gemisinde ölenler için 20 milyon dolar mı versin, 30 milyon dolar mı?.. Tartışmanın düzeyi bu!

Arkadaş, isterse 130 milyon dolar versin, Yahudi o parayı senden bir şekilde geri almaz mı?

Hem şu anda, İsrail’le olan ticarî ilişkilerinde bir gerileme var mı?..Yok!..

Hz. Peygamber s.a.s. zamanında Medine’de bir Arap kadını bazı şeyler satmak üzere yahudi kabilesi Kaynukaoğulları’nın pazarına gitmiş, eşyasını satmış, sonra bir kuyumcu dükkânına uğrayıp oturmuştu. Orada bulunan yahudiler, kadından yüzünü açmasını istemişler, o da buna yanaşmamıştı. Kuyumcu, kadının eteğini arkasından beline iliştirmiş, kadın ayağa kalkınca avret mahalli görülmüş, onlar da buna gülüşmüşlerdi. Kadın feryat etmeye başlayınca müslümanlardan biri kılıcını çekerek yahudi kuyumcunun üzerine atılıp onu öldürmüştü. Yahudiler de toplanıp müslümanı şehid etmişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz s.a.s. Kaynukaoğulları’nın oturdukları beldeyi kuşatmış, 15 gün sonra, yurtlarını terk edip gitmelerine izin vermiş, onları sürgün etmişti.

Laik Tayyip bey, doğal olarak, çok başka bir şey yaptı, Türkiye’de İsrail askerlerinin yargılanması için davalar açtırdı. Ve para istedi.

Para, Tayyip bey için önemli.

Mavi Marmara’da, uluslararası sularda dokuz kişi öldürüldü, olay dönüp dolaşıp 20 milyon dolar mı ödensin, 30 milyon dolar mı tartışmasına gelip bağlandı.

Tabiî Tayyip bey diğer taraftan da gitti, Amerikalılar’ın ifadesiyle Arap Baharı’nı “çalmak isteyen” Şeriatçılara karşı gönüllü olarak sefere çıktı, laiklik havarisi olarak Mısır’ı, Tunus’u vs. dolaştı.

Beyefendi İsrail’e, Aralık 2008’de Gazze olayında küsmüştü.. Hepsi bu!..

Yoksa, İslâm ülkelerindeki laiklik konusunda Yahudi’den pek de farklı düşünmüyordu.

Şimdi, küskünlüğü de bir tarafa bırakıyor.

Bizim (bazılarına göre) Mehdî, kahraman Tayyip bey esti gürledi, ve iş İsrail’in nazlanmaları noktasına gelip dayandı.

Ne yapacak şimdi Tayyip bey?

Devam mı edecek?

Hayır!

Onun gücü ancak Fethullah Gülen’in avanesine yeter.

Yunus Emre, “Haramın yenmediği ele girince imiş” der.

Eline haram geçmediği sürece, “Ben harama el sürmem” nutukları atmak kolaydır. İş ki, önüne dünya makamları, mevkileri ve onların getireceği para pul ve imkânlar serildiği zaman sırtını dönebilesin.

“Varsın bankalarda hesaplarım olmasın” diyebilesin.

Tuttun “Hz. Ömer ve Fırat’ın kıyısındaki kuzu” nutukları attın ama, tarihe, neysen o şekilde geçeceksin.

Şimdi, senin MİT’inden, bürokratlarından, yalakalarından, vergi uzmanlarından, maliyecilerinden vs. korkan insanlar sana karşı sessiz kalabilir..

Ya da, zengin ettiğin asalaklar, sana, “Hikmet buyurdunuzzz efenndimizzz” diyebilirler.

Şu anda senin her şeyin hikmettir.

Ama yarın?!

(https://tebyin.wordpress.com/2014/02/10/tayyip-efendinin-adimlari-israilin-nazi/)

*

ERDOĞAN’IN SON ŞARTI

Posted on 12 Şubat 2014

Resim

Resim

NORMALLEŞMEDEN NEYİ ANLIYORSUN?

 

Musa Serdar

 

İsrail’le “normalleşme”nin önünde tek bir engel kalmış: Gazze ablukasının kaldırılması. Bunu da yine İsrail’den öğreniyoruz:

 

Davutoğlu’nun İsraille ilişkilerin düzeleceğini açıklamasının ardından Erdoğan’ın Gazze ablukası son bulmadan İsrail ile normalleşmenin olmayacağını söylemesi İsrail’de yankı buldu.

Mavi Marmara baskınına ilişkin müzakerelerde Türkiye ile İsrail’in anlaşmaya yakın oldukları yönündeki haber ve açıklamaların ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Gazze ablukası son bulmadan İsrail ile normalleşmenin olmayacağını söylemesi İsrail’de yankı buldu.

JERUSALEM POST: “YAKINLAŞMA OLASILIĞI BİR KEZ DAHA UZAKLAŞIYOR”

Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarını, “Erdoğan’dan İsrail’e: Gazze ablukasını kaldırmazsan barışma yok” başlıklı bir haberde Jerusalem Post, “Öyle görünüyor ki bir İsraili-Türk yakınlaşması olasılığı, bir kez daha uzaklaşıyor” yorumunu yapıyor.

Haberde Erdoğan’ın açıklamalarının, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun iki ülkenin ilişkilerini normalleştirmeye her zamankinden yakın oldukları sözlerinden “sadece iki gün” sonra gelmesinin “daha da şaşırtıcı” kıldığını savunuyor.

HAARETZ: “ERDOĞAN GAZZE KONUSUNDA YAZILI PROTOKOL İSTEDİ”

Son günlerde Türkiye ile İsrail arasındaki müzakerelerde ilerleme sağlandığı yönündeki haberleriyle dikkat çeken Haaretz gazetesi de, Başbakan Erdoğan’ın Gazze ablukası kalkmadan İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini kabul etmeyeceğini söylediğini belirterek Erdoğan’ın bir anlaşma imzalamak için İsrail’den Gazze ambargosunun kalkacağının, “yazılı bir protokol”e bağlanmasını istediğine dikkat çekiyor.

http://www.rotahaber.com/mobil/mobildetay.asp?Newsid=436933

 

Ancak, ortada cevap bekleyen bazı sorular var:

Diyelim ki Gazze ablukası kalktı, İsrail’le neyi normalleştireceksiniz?

Diplomatik ilişkilerinizi zaten yine en üst düzeye çıkarmışsınız..

Ticarî ilişkilerinizde herhangi bir gerileme yok..

Savaşta da değilsiniz.

O halde, normal olmayan ne var?

Normalleşmeden neyi anlıyorsunuz?

Tekrar, Davutoğlu’nun Aralık 2008’deki Gazze saldırısının ardından televizyon kameralarının karşısında ağlamaklı bir yüz ifadesiyle yaptığı açıklamada olduğu gibi “gizli diplomasi”nin başlamasını mı?

Davutoğlu, “Bu saldırıyla üç yıllık gizli diplomasi heba oldu” demişti.

Gizli diplomasiden kastı, İsrail ile Suriye’yi işbirliği yapar hale getirmek için kamuoyundan gizlice yürüttükleri çabalardı.

Bu gizli çabalardan daha büyük anormallik olabilir mi?!

Buradan anlaşılıyor ki, Gazze ablukası kalkarsa, İsrail’le ilişkilerimiz tekrar “anormalleşecek”.. Tek bir engel kalmış, Gazze ablukasının kalkması.

(https://tebyin.wordpress.com/2014/02/12/tayyipin-son-sarti/)

DERİN ODAKLARIN HİLELERİNDEN BİRİ, ZİHİNLERİ DALALETE/SAPIKLIĞA YÖNELTMEK İÇİN BATILI TASVİR/ANLATMADIR. SÖZDE MÜCADELE EDİYORMUŞ GİBİ GÖRÜNÜRLER, “BAK HELE BAK, ŞUNUN DEDİĞİNE BAK!” DİYORMUŞ GİBİ YAPIP BATIL FİKİRLERİ AKTARIRLAR. ASIL MAKSATLARI BU FİKİRLERİN BİLGİSİZ, SAF VE MUHAKEMESİ ZAYIF İNSANLARIN ŞUURALTINA YERLEŞMESİNİ SAĞLAMAK, ONLARIN ZİHNİNDE YER ETMESİNİN ÖNÜNÜ AÇMAKTIR.. BUNUN İÇİN BİRİLERİNİ İSTİHDAM EDERLER.. BUNLAR, İLK BAKIŞTA MÜCADELE EDİYOR GİBİ GÖRÜNÜRLER, GERÇEKTE İSE DOLAYLI BİÇİMDE HİZMET EDİYOR, GÜNDEME GETİRİYOR, YAYILMASINI SAĞLIYORLARDIR..

YANLIŞLIĞINI AÇIKLAMADAN, GÖSTERMEDEN BATIL FİKİRLERİ AKTARANLAR YA AHMAK YA DA HAİNDİR

“BUNLARIN YANLIŞLIĞI ZATEN BİLİNİYOR” DENEMEZ. O TAKDİRDE, “BU SÖZLERİN SAHİPLERİNİN SAPIKLIĞI DA ZATEN BİLİNMİYOR MU?!” DEMEK GEREKİR.

ÜSTELİK, ÇOĞU KİŞİ, ONLARIN SAPIK OLDUĞUNU BİLİR, FAKAT SAPIKÇA SÖZLERİNİN ÇOK AZINDAN HABERDARDIR. KISACASI, SONUÇTA HASIL OLAN, SADECE, SAPIKÇA FİKİRLERİN DOLAYLI PROPAGANDASINDAN İBARETTİR.

BU, “SÖZLERİN SAHİPLERİNİ” İTİBARSIZLAŞTIRMAYA ÇALIŞIYOR GİBİ YAPARAK, “İSLAM’I İTİBARSIZLAŞTIRAN SÖZLERİN” YAYILMASINA, GÜNDEME GELMESİNE, REVAÇ BULMASINA HİZMET ETMEKTİR.

AMA, BAZI “GÖREVLİ”LER BUNU YAPMAYA MECBURDUR.

 

“Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.”
Bediüzzaman Said-i Nursî