KEMALİST VE ATATÜRKÇÜLER, “BİLGİ SAHİBİ OLMADAN FİKİR SAHİBİ OLAN” UKALALARDIR.. BUNUN DA ÖTESİNDE, KAFALARI ÇALIŞMAZ

“Hac, Kâbe’den faydalanan Mekkelilerin Müslümanlığını sağlamak için konmuştur ve bu döviz çağında Hicaz dışındaki hiçbir yabancı Müslüman halkı buna zorlanamaz. Namaz şekli de iskemle olmayan entarili bir halkın yaşayışına uygundur. Pantolon, etek ve hele başkasının ayağı değen yere yüz değdirmeyi yasak eden hijyen devrinde yürüyemez. Cenaze namazını neden ayakta kılıyoruz? Camiin dışında olduğu için! Bugünkü hijyen anlayışına göre camiin içi ile dışı arasında fark yoktur.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya IV, Cumhuriyet Gazetesi Yayını, s. 28)

 

MUSTAFA KEMAL’İN “EN AKILLI” ADAMI FALİH RIFKI’NIN DÜZEYİ İŞTE BU!

HACCI SADECE EKONOMİK GETİRİYE BAĞLIYOR. HALBUKİ, MEKKE’NİN FETHİNİN ARDINDAN, TEVBE SURESİ İLE MÜŞRİKLERİN HAC YAPMASI YASAKLANDI. VE O GÜN, MÜŞRİKLER DAHA KALABALIKTI. BUGÜN DE GAYRİMÜSLİMLERİN MEKKE’Yİ ZİYARETİ YASAKTIR.

HACCIN SAYISIZ HİKMETLERİ VARDIR. BİRİSİ ŞUDUR: FARKLI BELDELERDEKİ İSLAM TOPLUMLARININ MADDÎ DURUMU MÜSAİT OLANLARI HAYATLARINDA BİR DEFA GİTMEK SURETİYLE, KENDİ YEREL DİNDARLIKLARININ SAĞLAMASINI YAPMIŞ OLURLAR. GİDEMEYEN FAKİRLER DE ONLARDAN ÖĞRENMELERİ GEREKENLERİ ÖĞRENİRLER. MESELA, SULTAN ABDÜLHAMİD’İN GÜNEY AFRİKA’YA GÖNDERDİĞİ BİR EBUBEKİR EFENDİ VAR; GÜNEY AFRİKA MÜSLÜMANLARINDAN BİR VEYA İKİ KİŞİ, HER NASILSA HAC YAPMA İMKÂNI BULUYOR VE KENDİ ÜLKELERİNDE DİNİN BOZULMUŞ, TANINMAZ HALE GELMİŞ OLDUĞUNU FARK EDİYOR. BUNUN ÜZERİNE İNGİLİZ VALİSİNDEN, MÜSLÜMANLARIN HALİFESİNE BAŞVURULARAK KENDİLERİNE HOCA GÖNDERİLMESİNİ İSTİYORLAR.

İKİNCİ BİR HİKMET, MÜSLÜMANLARIN BÖYLECE SEYAHATE, FARKLI COĞRAFYALARI TANIMAYA, MİLLETLER ARASI İLİŞKİLER GELİŞTİRMEYE, DİNAMİZME YÖNELTİLMİŞ OLMASI. BUNUN TİCARÎ, KÜLTÜREL, SOSYAL PEKÇOK HAYIRLI SONUÇLARININ OLACAĞI AÇIKTIR.

ATATÜRK’ÜN UŞAĞI YA DA HAS ADAMI FALİH RIFKI, İSKEMLE YOKLUĞUNU DA ÖNEMLİ BULMUŞ.. ARABİSTAN GİBİ SUYUN PEK AZ OLDUĞU BİR YERDE BEŞ VAKİT NAMAZ İÇİN ABDEST ŞARTINI GETİREN, İNSANLARA GUSLÜ ÖĞRETEN, YEMEKTEN ÖNCE VE SONRA EL YIKAMAYI TAVSİYE EDEN, MİSVAK VE DİŞ TEMİZLİĞİNİ GETİREN PEYGAMBER EFENDİMİZ S.A.S., ALLAHU TEALA’NIN EMRİYLE DEĞİL DE PRATİK GAYELER ÇERÇEVESİNDE TALİMATLAR VERMİŞ OLSAYDI, İSKEMLE EMRİ ABDESTTEN DAHA KOLAY OLURDU. İSKEMLEYİ BİR DEFA EDİNİRSİNİZ, ABDEST GÜNDE BEŞ DEFA.. SANKİ O DEVİRDE İSKEMLE YOKTU, BASİT VE SAĞLAM BİR İSKEMLE YA DA TABURE YAPMAK MÜMKÜN DEĞİLDİ.

CENAZE NAMAZI LAFI DA BİR BAŞKA CEHALET ÖRNEĞİ.. CENAZE NAMAZINI CAMİDE DE KILSANIZ AYAKTA KILARSINIZ. AYAKTA KILINMASI, CENAZEYE VE/VEYA TABUTA TAZİMDE BULUNMA VEHMİNİ ORTADAN KALDIRIR.

HİJYENE GELİNCE.. LOKANTAYA GİTTİĞİN ZAMAN, KİM BİLİR KİMLERİN AĞZINDAN GEÇMİŞ OLAN KAŞIK VE ÇATALI KULLANMIYOR MUSUN?! ÇAY BARDAKLARI TEK KULLANIMLIK MI?! YIKANDIĞI ZAMAN TEMİZ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORSUN AMA TEMİZLİK BAŞKA BİRŞEY, MİKROPLARIN OLMAMASI BAŞKA BİRŞEYDİR.

*

BU ŞABAN ALİ DÜZGÜN ADLI İLAHİYATÇI PROF’U, ALİ AYTAÇ ŞENOL’UN DA YAZDIĞI HABERLOTUS.COM’DAN TANIYORUZ

(İlahiyatçı prof. Şaban Ali Düzgün..)

(Darü’l-harb palavraymış…)

(Haberlotus.com‘un has adamı, bir zamanlar bunu yazmış: “Gerçek alimler, konformist bir tutum takınarak iktidara meşruiyet kazandırmak ve hakikati siyasal erke bağlı/bağımlı hale getirmektense, bu sürecin dışında kalmayı tercih etmişlerdir.”)

*

Gerçek millî damar sahaya çıkıyor…

18.06.2016 00:01
Ahmet TAKAN

Bilmiyorum, takip edip etmediğinizi!.. Sizin oralardan duyulup duyulmadığını!.. Bir süredir Ankara’da “millî damar” tartışmasıdır gidiyor. Tartışma da değil aslında. Yıllardır, gizliden, derinden(!) giden itiş kakış ucundan azıcık açığa döküldü. Kapışmanın tırnak içindeki adına bakmayın!.. Öyle, sizin bizim anladığımız millilikle uzaktan yakından ilgisi yok. Tamamen iktidar içine yuvalanmış çıkar çetelerinin pay kavgasından ibaret. Ortaya dökülen isimlere falan da girmeyeceğim. “Yeni Türkiye”de kurulması hazırlıkları yapılan yeni düzende, devletin etkin noktalarında pay, koltuk kapmak için birbirlerini yiyorlar. Eski güzel günlerde (!) tatlı tatlı (!) itişirlerdi, dışarıdakilere pek çaktırılmazdı. Devran değiştiği için iş biraz açığa döküldü diyorum. Çünkü; içerideki kavgaları, ihbar mektuplarını, özel iftar salonlarında üretilen dedikoduları, sahurlara kadar yapılan istişareler, saray hamleleri daha  ortalığa dökülmedi. Karşılıklı tehditler, şantajlar gırla gidiyor….

… kafasında ufacık soru işareti olabilecekler için belge konuşturalım. Geçtiğimiz günlerde (bir Cuma sohbeti) Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün ve Emniyet KOM Daire Başkanı  ile tüm şube müdürlerinin de katıldığı bir toplantı düzenlenir. Muhterem hoca, sarayabağlılık vaazı ettiği toplantıda bir takım gözdağları vermiş. Gerisini, adını açıklamayacağımyetkilinin gönderdiği mektuptan aktaracağım;

Dinler tarihinden yola çıkarak başladı konuşmasına hoca. Efendimizin (s.a.v) veda hutbesine 100.000 kişinin katıldığı ancak cenazesinin 13 sahabe tarafından kaldırıldığından bahsetti. Yani, İslam’da tefrikanın olmasının mukadder olduğundan bahsetti. Halifeler döneminden örnekler verdi. Hz. Osman’ın akrabalarını devlet kadrolarında değerlendirmesi sonucu olarak da şehit edilmesini anlattı. Sonra İslam ve demokrasi üzerinde durdu. Akabinde mevzuyu, Emniyet içindeki yapılanmalara getirdi. Diğer cemaatlerin de bir gün  paralel gibi güçlenmesiyle aynı problemlerin yaşanabileceğinden bahsetti. Tayyip Erdoğan ile yaptığı bir görüşmede kendisine‘ben de bilmiyor muyum bu cemaatlerin, tarikatların beni neden desteklediklerini, bir tarafından bürokrasiyi nasıl tırtıkladıklarını biliyorum’ demiş. Dolayısıyla dini cemaatlerin yapılarını devletin çizdiği sınırlarda kalır ise problem oluşmayacağı, aksi halde aynı cemaatin başına gelenler gibi olacağından bahsetti. Bolca paralel kötülemesi yaptıktan sonra işi son dönemde emniyette sivrildiği söylenen yapılara getirdi. İsim vermeden (millî damar ve KÖZ kavgasına vurgu yaparak) emniyette hiç bir yapıya müsaade edilemeyeceğini önemli olanın Ulü’l Emr olan Cumhurbaşkanına ittiba olduğunu söyledi. Herkese gaz verdi, yürüdüğünüz yolda devam edin, doğru yoldasınız demeye getirdi… 2 saat kadar sürdü konuşması. Daire başkanı, yardımcıları, şube müdürlerinin hepsi ve 25 kadar da amir kadrosundan kişi katıldı. Memur katılımı yoktu….

(http://www.yenicaggazetesi.com.tr/gercek-milli-damar-sahaya-cikiyor-38581yy.htm)

GIYBETTEN KAÇMAK BAŞKA BİRŞEY, LANETLİ NEME LAZIMCILIK BAŞKA BİRŞEYDİR

GÜNAHI GÜNAH OLARAK KABUL ETMEYEN, HATTA ONUNLA ÖVÜNEN KİŞİLER HAKKINDA KONUŞMAK GIYBET DEĞİLDİR..

SURET-İ HAKTAN GÖRÜNÜP İNSANLARI SAPIKLIĞA SEVK EDENLER HAKKINDA KONUŞMAK DA GIYBET DEĞİLDİR. TAM AKSİNE, BUNLAR HAKKINDA SUSMAK, LANETE UĞRAMAYA SEBEPTİR..

YİNE, ÂDET İLE İBADETİ BİRBİRİNE KARIŞTIRAN, SÜNNET’E BİD’AT MUAMELESİ YAPIP BİD’ATLERİ SÜNNET HALİNE GETİREN SAPIKLARIN DURUMU HAKKINDA BİLGİ VERMEK DE GIYBET DEĞİLDİR..

EN TEHLİKELİ VE ZARARLI SAPIKLAR İSE, GERÇEKTE BİD’AT EHLİ OLDUKLARI HALDE EHL-İ SÜNNET’İ SAVUNUYORMUŞ GİBİ YAPANLARDIR.

GEÇMİŞTE HADÎS ÂLİMLERİ CERH VE TA’DİL DENİLEN UYGULAMA ÇERÇEVESİNDE HADÎS RAVİLERİNİN DURUMLARINI YAZMIŞLARDIR. MESELA YALANCIYSA YALANCI OLDUĞUNU BİLDİRMİŞLERDİR. “BANA FALANIN RİVAYET ETTİĞİNE, ONUN DA FALANDAN DUYDUĞUNA GÖRE, FALAN KİŞİ RESULULLAH S.A.S.’İN ŞÖYLE DEDİĞİNİ SÖYLEMİŞTİR” DİYEN KİŞİNİN DURUMUNUN BİLİNMESİ GEREKİR. BÖYLESİ, KÖYÜNDE ÇİFTÇİLİK YAPAN ADAM GİBİ DEĞİLDİR. AYNI ŞEKİLDE, GERÇEKTE İLİM BAKIMINDAN BOMBOŞ OLDUĞU HALDE ÇENE KUVVETİYLE KALEME SARILAN TİPLER DİNÎ KONULARDA ÇAM ÜSTÜNE ÇAM DEVİRDİKLERİNDE BUNA SEYİRCİ KALINAMAZ. HELE DE, KENDİ UYDURMASI BİRTAKIM ZIRVALARI EHL-İ SÜNNET’E MAL EDEREK ORTAYA SÜREN MUZIR TİPLERE HİÇ MÜSAMAHA GÖSTERMEMEK GEREKİR. “İŞTE EHL-İ SÜNNET’İN MUTEBER KİTAPLARI, SENİN SÖYLEDİĞİN ZIRVA HANİ NEREDE?” DEMEK GEREKİR. ANCAK, BU TİPLER KURNAZ MI KURNAZDIR. HİÇBİR ZAMAN İLMÎ BİR CEVAP VEREMEDİKLERİ İÇİN YA “LÜTFEN GIYBET YAPMAYALIM, BÜYÜKLERİMİZE SAYGILI KÜÇÜKLERİMİZE ŞEFKATLİ OLALIM” DİYEREK DİN İSTİSMARI VE DİNÎ HASSASİYET SÖMÜRÜSÜ YAPAR VE ELEŞTİRİLERDEN KURTULMAYA ÇALIŞIRLAR YA DA ŞİRRETLİK YOLUNA SAPIP ARTIK USTALAŞMIŞ OLDUKLARI SİNSİ YÖNTEMLERLE HAKARET EDİP İŞİ ÇIĞIRINDAN ÇIKARTIRLAR.

*

HADÎSLER

Facirin hâlini anlatmaktan çekinmeyin ki halk, onun zararından korunsun.” [Taberanî]

Hayasızdan bahsetmek gıybet olmaz.” [İbni Adiy]

Dine bid’at karıştıranları gıybet etmek günah olmaz.” [İbni Ebi’d-Dünya]

“Bid’at yayılınca, hakkı bilen, bilgisini açıklasın! Hakkı yani doğruyu bildiği hâlde gizleyene lânet olsun! [Hatîb]

“Bid’atler yayılıp, sonrakiler öncekilere lânet edince,
doğruyu bilenler herkese söylesin! Söylemeyip gizleyen, Allah’ın indirdiği Kur’an’ı gizlemiş olur.”[İbni Asakir]

“Ortalık karıştığı, yalanlar yazıldığı, âdetler ibadetlere karıştırıldığı ve ashabıma dil uzatıldığı zaman, doğruyu bilenler herkese bildirsin! Allahu teâlânın, meleklerin ve bütün insanların lâneti, doğruyu bilip de, gücü yettiği hâlde bildirmeyene olsun.” [Ebu Nuaym, Deylemî]

 

MİT, SOLCULARIN VE ÜMMETÇİLİK KARŞITI ULUSALCILARIN AİLE ŞİRKETİ Mİ? BABALARININ ÇİFTLİĞİ Mİ? FARKLI DÜNYA GÖRÜŞÜNE SAHİP VATANDAŞLAR DA ONLARIN MARABALARI, PİS İŞLER İÇİN KULLANDIKLARI PASPASLAR MI?

Posted on 25 Temmuz 2013

“TAKİPÇİ” MİT VE “SAYGIN” DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI TÜRKİYE’NİN İKİ GÜZİDE AİLE ŞİRKETİ Mİ?

Ali KAYA

 

Üniversitede Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Kamu Yönetimi bölümünde öğrenciyken, “kamu yönetimi”nin bir “bilim” olduğunu öğretmişlerdi bize.
Yani “kamu yönetimi” dediğimiz devlet idaresi, “bilimsel” usul ve ilkelere göre yürütülmeliydi.
Bu “bilimsel” usul ve ilkeler ise, demokratik ülkelerde fırsat eşitliğinin egemen olması gerektiğini, devlet görevlerine atananların belirli zümrelerin ya da çıkar gruplarının üyeleri arasından seçilmesinin yanlış olacağını söylüyordu.
Ancak, bu bilimsel vaazların çizdiği mutluluk verici tabloya rağmen, biz öğrenciler, hayatın gerçeklerinin biraz farklı olduğunu biliyorduk.
Mesela, Anadolu’nun “köylü”leri olarak aramızda, Dışişleri Bakanlığı’nda çalışma şansını yakalayabileceğini düşünen bir hayalperest bulunmuyordu.
Gerçekten de, benim tanıdığım insanlar arasında, böylesi bir şansı yakalayabilen birine henüz rastlamış değilim.
Ancak, son dönemde, ülkemizdeki “seçkin azınlık”ın dışındaki bazı isimlerin de, tek tük de olsa, büyükelçi olmaya başladıklarını gördük.
Fakat bunlar, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde “eğitilen” kişiler değildi. Dışardan atanan, uzman ya da teknokrat denilebilecek kişiler.

MİT’e gelince…
MİT’in eski bir mensubu, Yılmaz Tekin, açıkça, “Kamuoyunda haklı olarak (aile şirketi) diye tanımlanan teşkilatın, anlık kadro ihtiyacına binaen yaptığı ufak alımlar, bugün için yerini 700 kişilik gibi toplu alımlara bırakmış durumdadır” diyor. (Tempo, Sayı: 622, 1999; http://yilmaztekin.org/documents/78.html.)

Yani Yılmaz Tekin, MİT’in kamuoyunda aile şirketi olarak tanımlanmasını haklı buluyor.
Böylece MİT’in, bir “aile şirketi” kabul edilebileceğini, bu kurumu “içerden” tanıyan birinden öğrenmiş oluyoruz.
Tekin, “ajan”larla ilgili olarak, “Ajanlığı filmlerdeki öykülerle kıyaslamak asla mümkün değil. Filmlerde hayal unsuru ön planda. Uygulamada hiçbir benzer yönü yok. Bir şey hariç; zeki olmak, zamanlamayı iyi yapmak ve ileriyi görebilmek” diyor. (Enis Tayman’ın röportajı, Tempo, Ağustos 2007; http://www.milliyet.com.tr/2007/08/24/son/sontur01.asp)

MİT’teki “aile üyeleri”nin ortak özellikleri böylece ortaya çıkmış oluyor: İleriyi görebilmek.
Nitekim ben, istihbaratçının zeki, zamanlamayı iyi yapan ve aynı zamanda ileriyi görebilenini severim.
Zekiler, ve aynı zamanda zamanlamayı iyi yapıyorlar ve ileriyi de görebiliyorlar. (Bazılarına göre, bunun en bilinen kanıtlarından biri, Apo’yu keşfetmiş ve PKK’yı kurmasına vesile olmuş bulunmaları; zamanlamayı çok iyi yapmış ve geleceği çok iyi görmüşler.)
Yılmaz Tekin’in açıklamalarından, bu “aile şirketi”nin zeki, zamanlamayı iyi yapan ve geleceği gören üyelerinin “eleman” alırken nelere dikkat ettiklerini de öğreniyoruz.
Nötr bir kişiyi bulmanız ihtimali ne kadar zayıf ise, Silahlı Kuvvetler’in yaptığı gibi,zararlı personelin görevden uzaklaştırılması ihtimali de o kadar kuvvetlidir” diyor.

Yani, “aile mensupları”nın ideolojik bakımdan “nötr” olmaları ihtimali zayıfmış. Ancak, “zararlı personelin görevden uzaklaştırılması ihtimali” o kadar kuvvetliymiş. Silahlı Kuvvetler’in yaptığı gibi..
Böylece, verilen örnek ya da yapılan benzetme üzerinden, “zararlı” olmanın ne anlama geldiğini çözme imkânını buluyoruz.

Yılmaz Tekin, daha anlaşılır olsun diye şu açıklamayı yapıyor: “Bugün, bence milliyetçiliği, ‘Ümmetçilik’ olarak sahneye koymak isteyenlerin haricinde, bütün herkesin eşit şansa sahip olduğunu söylemek mümkün. Sol tandanslı bir parti sayılan CHP’den gelen ailemizin –sanki o devir subaylarının %99’u İnönü’cü, yani CHP’li değillermiş gibi– bir ferdi olarak bana bu fırsatı verdiklerine göre, öyle bir sorun yok demektir.”
Böylece, MİT elemanlarının, sol tandanslı CHP zihniyetine sahip olanlardan ve milliyetçiliği “ümmetçilik” olarak yorumlamayanlardan oluştuğunu öğreniyoruz.
Milliyetçiler.. Ama bunun, “bozkurtçuluk” ya da ulusalcılık türünden bir milliyetçilik olması gerekiyor. Ümmetçilikle bir ilgisi zinhar bulunmamalı.

Kimse sizden, siyasal görüş ya da ideoloji bakımından nötr (tarafsız) olmanızı istemiyor..

Ancak, İslamcılıktan ya da ümmetçilikten taraf olamazsınız..

Böyle olursanız, tıpkı TSK’da olduğu gibi, “zararlı” ilan edilir ve kapı önüne konulursunuz.

Fakat, dilediğiniz gibi solcu olabilirsiniz.. Milliyetçilik de serbest, yeter ki içinde İslâmî bir çeşni bulunmasın, ümmetçilik içermesin. Kuru kafatascılık ve ırkçılık, bozkurt putperestliği olsun..
Tekin, MİT’e girişle ilgili olarak kendisine yöneltilen, “Hangi partiden olmak gerekiyordu?”şeklindeki soruya da şöyle cevap vermiş:

“İşin ilginç yanı tabii ki aydınlık bir parti, CHP’den olanlar tercih ediliyordu. Bu bir kıstas değil tabii, ama en azından Atatürkçü bir partiyi, demokratik bir partiyi, bağnaz tutkuları olmayan bir partiyi seçeceksiniz. Ama siyasal bağlantı başka.” (Esquire, Ekim 2005; http://yilmaztekin.org/documents/82.html)
Gerçekten “ilginç bir yan”.. Aydınlık olacaksınız, bağnaz tutkularınız bulunmayacak..

Evet, avcıların olduğu yerde, av da bulunmalı. Bu aydınlık insanların işi “takip” olduğuna göre, takip ettikleri birileri de bulunmalı.
Genellikle CHP’li ailelerden gelen bu aydınlık, bağnaz tutkuları olmayan görevlilerin takip ettikleri çevreler kimler olabilir?.
Buraya kadar aktarılanlardan, milliyetçiliği ümmetçilik olarak yorumlayan ve bozkurtçuluğa cephe alanlar ile, hiç milliyetçilikten bahsetmeyip doğrudan ümmetçi olanların “hedef kitle”yi oluşturduğunu, bunların aydınlık kabul edilmediklerini, bağnaz tutkuları olan kesimler olarak “zararlı” ilan edildiklerini tahmin etmek zor değil.
Nitekim Yılmaz Tekin, “Neye göre seçiliyordu takip edilecek isimler?” şeklindeki soruya, yukarıdaki “zararlı, aydınlık, bağnaz” tabirlerini anlaşılır hale getirecek şekilde, şöyle cevap veriyor:
“Zararlı akımlarla bağlantıları olma ihtimaline göre. Bunlar da öncelikle komünizm, irtica ve bölücülüktü. Türkiye’nin son 50 yılında korkulan şeyler bunlardı zaten. Bu konularda öne çıkmış, sivrilmiş; düşüncelerini topluma yaymak isteyen kişiler mutlak surette bir noktada takip altına alınırlardı. İlle de fiziki takip olması gerekmiyor. Hiç olmasa, adlarına birer dosya açılırdı. Nereye gitseler, ne yapsalar, kimlerle ilişki kursalar, işlenirdi o dosyaya.” (Aktüel, Sayı: 36, 29 Aralık 2004/4 Ocak 2005; http://yilmaztekin.org/documents/80.html)

Komünizm yakın zamanda mevta oldu, ölüp gitti, “bölücülük” ise daha yeni, “çözüm süreci”ne bağlandı.

Yılmaz Tekin’den birşeyi daha öğreniyoruz: Takip edilen kişilerin “çevre”lerinin de takip edildiğini.
Takip edilen kişilerin etrafındaki herkes araştırmanın kapsamı içinde mi oluyordu?” sorusuna şöyle veriyor:
“Tabii. Ama her biri için bir önem derecesi vardı. Öne çıkanlar, ortada kalanlar, geri planda kalanlar sınıflandırılıp ona göre değerlendirilirdi.” (A.y.)

Yani, hayatınızın bir döneminde, “takip edilen” bir kişinin çevresinde yer almışsanız, “araştırmanın kapsamı içinde” artık bir yer kapmışsınız demektir.
Üstelik bu takip, öyle böyle değil, ölümden sonra bile devam eden bir takip. Ölmekle bile yakanızı kurtaramıyorsunuz. Ellerinden gelse, mezarda, hatta ahirette bile peşinizi bırakmayacaklar:

Aktüel: MİT’in hedefteki isimleri takibi ne kadar sürüyordu? Ölene kadar mı?
Yılmaz Tekin: Evet.
Aktüel: Ölünce dosyası rafa mı kalkıyordu?
Yılmaz Tekin: Kalkmaz. Çünkü bu kişiler belli düşüncelerin temsilcileri. Bayrağı devir alanlara ya da o dosya içinde yer alan isimlerden öne çıkanlara ek dosyalar açılır ve takip devam eder. (A.y.)

“Nasıl yapılıyordu takip? Gerekirse, en yakınına kadar sızılıp birebir temas kurulduğu oluyor muydu?” sorusuna ise, Tekin şöyle cevap veriyor:
“Deşifre olmaktan çekindikleri için, MİT mensupları mecbur kalmadıkça, yakın takibe kesinlikle girmez. MİT mensuplarının kullandıkları kişiler; ajanlar, dost kişiler, mutemetler (itimat ettiğiniz, güven duyduğunuz kişiler) bu işleri yapar.”

(Bu dost kişiler ve mutemetler, muhtemelen, böylesi işlere ilk bulaştıklarında, kendini “önemli adam” kabul etme duygusu ile “ikiyüzlülük ve kalleşlik yapmautancı arasında gidip geleceklerdir. Bir süre sonra, asla sorgulama iznine sahip bulunmadıkları, köle gibi sadakatle hizmet etmek zorunda kaldıkları efendilerini sevmeye başlayacaklardır. Zaten, “Benim babaannemin dayısının oğlunun damadının komşusu da imam, ben de dine saygı duyuyorum. Milliyetçiyim, vatan ve millet için çalışıyorum” dememiş midir o efendi?! Evet belki bir kişiye kalleşlik yapmış olacaktır ama, bütün bir millete, vatana ve ülkeye hizmet etmevardır işin ucunda. Zaten takip edilen kişinin bir sürü kusuru günahı vardır. Bir de tutup yalnız kendisi iyiymiş, başkaları kötüymüş gibi konuşup durmaktadır. Böylesi laflarla “dolmuşa bindirilen” sözde mutemet/güvenilir, özde hain/kalleş muhbir, bir süre sonra, “Madem ben rahatça ikiyüzlülük, karaktersizlik ve kişiliksizlik yapabiliyorum, bu adam neden yapmıyor, bunun da yapması, benim gibi olması lâzım” şeklindeki şeytanî bir dürtüye kendisini kaptırır. Artık onu, yeni efendisi bile zapt etmekte güçlük çekmeye başlar. Böylesi muhbirlerden bazıları da, MİT’in “zararlı” personeli ayıklama konusundaki maharetini bir yana bırakarak, kendisini yönlendiren ajanların “motivasyon” amaçlı Demirelvari vaazlarına kendisini kaptırır,MİT’e hayranlık duymaya başlar. İçindeki “zararlı”lara göz yummayan MİT’in, dışardaki “aşırı zararlı”lara karşı “az zararlı”ları “kullanabileceğini”, böylece onları kendisi için faydalı, “aşırı zararlı”lar içinse zararlı hale getirebileceğini, rotayı belirleme ve dümene geçme şansı bulunmayan muhbir tayfaların gemide sadece miçoluk ve hizmetçilik yapabileceğini unutur.)

Yani takip ediliyorsanız, birincisi etrafınıza ajanlar yerleştirilebilir, ikincisi dostlarınız muhbir olarak istihdam edilebilir, üçüncüsü mutemet (itimat ettiğiniz) kişiler -yine muhbir olarak- devreye sokulabilir.

(Tabiî bunlar, MİT mensubu olduğu bilinen bir kişinin açıklamaları. Ayrıca, ajan olduğu iddia olunan kişilere dayandırılan “itiraf”lar da var. Böylesi “ajan itirafı” olarak sunulan açıklamalardan birine göre, “takip” edilen kişilere yaklaşılırken, “Kişiliğin şekillendiği aile, bölge ve arkadaş yapısı tahlil edilir. Arayışları, ilgi alanları, yaşadığı sorunlar, ilişkileri tespit edilerek bunlar üzerinden nasıl bir yaklaşımın esas alınacağı belirlenir”. Bunun ardından irtibat ve diyalog aşamasına geçilir. Bu merhalede kullanılan taktiklerden “bazıları”nın şunlar olduğu ileri sürülüyor: a) “Takip” edilen şahıs, zaafları kullanılarak bir hata ya da suça yöneltilir. Bu kabahat ona karşı kullanılır, şantaj ve tehdide maruz kalır. Sonra da yardım amacıyla el uzatılır ve minnettar hale getirilen şahıs denetim altına alınır. Yani tipik “fil terbiyesi” yöntemi. Siyah elbiseli adamlar “fil”i çukura düşürür, beyaz elbiseliler de kurtarır, adam borçlu duruma getirilir. b) Hedef şahıs sıkı bir takibe alınır ve planlanmış tesadüfler”le tanışıklık sağlanır, dostluk kurulur. Yavaş yavaş, adım adım, sabırla neticeye gidilir. c) Bazen aracılar devreye sokulur. “Bu konuda ev arkadaşı, iş arkadaşı, okul arkadaşı, çocukları, kardeşleri vb. aracılığı ile hem kişiyi onların bakış açısından tanıma hem de onlar üzerinden baskı uygulayarak kendine bağlama yöntemi de en fazla sonuç alan yöntemlerden biridir.” Evet, gerekli görülürse iş bu safhaya bile vardırılabilir. d) “Dert ortağı” rolü ile kara gün dostu olarak ortaya çıkmakkarşılıksız, hasbî, kayıtsız-şartsız yardım etmek, “bu şekilde kişiyi baskı altına alarak koşullandırmak”. e) Kadınların kullanılması da diğer bir önemli taktiktir.” Bu seçeneğin oldukça geniş bir manevra alanı sunduğu görülüyor. Bakınız:http://www.gunzileli.com/2013/01/11/bir-ihtimal-daha-var%E2%80%A6/;http://www.diyarbakirhaber.gen.tr/haber-1266-Pkk-ye-sizan-Ajandan-Ilginc-Itiraflar.html)

MİT mensupları ise, mecbur kalmadıkça ya da mecburiyet hissetmedikçe, sahaya inmezler. Tekin’in tabiriyle, ajanlarını ve muhbirlerini “sevk ve idare” etmekle yetinirler.(Bkz. Enis Tayman’ın röportajı, Tempo, Ağustos 2007; http://www.milliyet.com.tr/2007/08/24/son/sontur01.asp. Mesela bir program için Ankara’ya gitmişsinizdir. Sizi evinde misafir eden “mutemet”, yani itimat ettiğiniz, güven duyduğunuz kişi, ısrarla bir gün daha kalmanızı, ertesi gün akşam için bir yere yemeğe davet edildiğinizi, davete icabetin ve insanların gönlünü yapmanın çok sevaplı olduğunu söyler. Doğal olarak, size ziyafet verme “inceliği”ni gösteren kişi ile diğer misafirlerini daha önceden tanımamaktasınızdır. Muhtemelen de ev sahibi, Yenimahalle’ye yakın bir semtte oturmaktadır. Daha önce hiç karşılaşmadığınız ve bir daha da karşılaşma şansını yakalayamayacağınız bu kişiler arasındaki “abi” pozisyonunda biri size zekâsı, zamanlama yeteneği ve ileriyi görme meziyeti çerçevesinde ilginç sorular yöneltebilir. Aynı mutemet kişi, şayet bu “abi” pozisyonundaki kişiye “hoşa gitmeyen” cevaplar vermişseniz, ilerde size bu defa “kabalık”lar yapacak, hakaret dolu mesajlar gönderecektir. Çünkü, zekâsının, zamanlama yeteneğinin ve geleceği görme kabiliyetinin hep istediği gibi çalıştığını görmeye alışmış bulunan “ağır abi” başarısızlığı kabul edebilecek biri değildir, işin peşini asla bırakmayacaktır.)

Tekin, “Takip edilenlerin işyerlerindeki üstleri, çevresindekiler bilgilendiriliyor muydu?” şeklindeki soruya ise şöyle cevap veriyor:
“Bu, istihbarat tekniğine aykırı. O izleme faaliyeti deşifre olur, biter. İzlediğiniz kişiyi kontrol altında tutmanız için, kontrollü bir şekilde çalışmasına imkân vermeniz lazım.” (Aktüel, Sayı: 36, 29 Aralık 2004/4 Ocak 2005; http://yilmaztekin.org/documents/80.html)

Yani izleyeceksiniz ama, izlediğiniz belli olmayacak, bu yönde herhangi bir emare bulunmayacak. Dışardan bakan, ortada hiçbir takip ya da izleme yok zannedecek. (MİT’i bir tarafa bırakıp genel olarak dünyadaki gizli servisler için konuşmak gerekirse, takip edilen kişilere belli olmayacak şekilde sunulan başka hizmetler de vardır. Mesela, onların “Uzatma dünya sürgünümü benim” diye şiir söyledikleri varsayılarak birtakım doğal kazalaryaşamaları, zehirli maddelere maruz kalmaları sağlanabilir.)

Tekin, ayrıca şunları da söylüyor:

Aktüel: Takip edilmesi kararlaştırılan isimlerle ilgili görüş ayrılığı oluyor muydu MİT’in içinde?
Yılmaz Tekin: Yok. Ama faaliyetle ilgili toplanan bilgilerin değerlendirilme aşamasında, o değerlendirmeyi yapan kişiler kendi görüşlerini bildirir ve yorumlarını yaparlar.
Aktüel: Takip eden kişinin insafına kalırdı yani o kişinin akıbeti?
Yılmaz Tekin: İnsafına demeyelim ama değerlendirmeyi yapan kişinin bilgi ve görgüsüne, olayların gidişatını gözlemekteki yeteneğine kalır. (A.y.)

Böylece, MİT içinde, takip edilmesi kararlaştırılan kişilerin takibiyle ilgili görüş ayrılığı olmadığını (veya olamayacağını) anlamış oluyoruz.

Bununla birlikte, Tekin’e göre, bu, takip edilen kişinin durumunun, takip eden istihbarat görevlisinin insafına kalması anlamına gelmiyor. Onun bilgi ve görgüsüne, olayların gidişatını gözlemedeki yeteneğine kalıyor. Burada insaf duyguları değil, yetenek iş görüyor. Artık bunu, insafsız bir “bilgi, görgü ve olayların gidişatını gözleme yeteneği” olarak mı anlamak lâzım, yoksa başka bir şey olarak mı, takdiri okurlara bırakalım.

Tekin, “Takip, bugün de sıklıkla kullanılan bir yöntem mi?” şeklindeki soruya ise şu cevabı veriyor:
Sürekli devam eder. ‘Biz bu işi bıraktık’ demek doğru olmaz. Çünkü buna gereksinim vardır. Bunun engellenmesi, zararlı faaliyet gösterenlere kıyak yapmaktır. Bundan kastım aydınlar değil. Ama günümüzde o kadar farklı ve tehlikeli akımlar, örgütlenmeler var ki.”

Doğal olarak, “aydın” olma; özellikle, “zararlı” olmayan (ümmetçiliği dışlayan) milliyetçi ve CHP çizgisindeki sol tandanslı kesimlere özgü bir vasıf..

Bu aydınlarla aynı hassasiyetleri taşıyan MİT görevlileri ise, insafları değilse bile, bilgi, görgü ve olayların gidişatını gözleme yetenekleri çerçevesinde kimin ne kadar tehlikeli ve zararlı olduğuna karar veriyorlar.

Tabiî ki bir de, takip edilmek bir yana, “işbirliği” içinde olan “aydın”lar var. Yılmaz Tekin, bunlardan birinin “Türkçe ibadet” tutkunu Cemal Kutay olduğunu açıklıyor (Beyefendiler için, “zararsızlık” böyle birşey. Boz olsun olmasınlar, kurtlar için ise, çobanlar “zararlı” kimselerdir).“Sakıncalı hiçbir şeyi yoktu” diyor, “Ne sağdaydı, ne solda… Üstelik milliyetçiliğin özünde bir kişiydi. Ayrıca kitaplarındaki bütün o bilgilere nasıl ulaşmış olabilir kendisi?” (Adamın sakıncalı hiçbir şeyi yok.. Çünkü, namazın, Allahu Teala’nın emrettiği şekilde kılınmasına karşı..)

Tekin, yönelttiği bu sorunun cevabını da veriyor: “ ‘Pusudaki İhanet’ adlı kitabında kendi anlatıyor. Vakti zamanında, o zamanki Milli Emniyet Hizmetleri Başkanı Ali Şükrü Ögel çağırmış kendisini. ‘Ben Stalin’in Ajanıydım’ adlı birkitap vermiş, ‘Al bunları yaz, memlekete hayırlı olur’ demiş.”

Ancak bu, Kutay’ın “MİT’in personeli” olması anlamına gelmiyor. Kendisine yöneltilen “Peki o zamanki MİT’le organik bir ilişkisi var mıydı Kutay’ın?” şeklindeki soruya Tekin, şöyle cevap veriyor:
“Hayır. Bildiğim kadarıyla, belge ve doküman açısından MİT tarafından desteklenen biriydi. Zaten böyle bir işlem de var MİT’in içinde.” (Mehmet Eymür de, “MİT için çalışan gazetecilerin çok olduğu muhakkak bilgisini veriyor. Bkz. http://www.samanyoluhaber.com/gundem/Mehmet-Eymurden-cok-konusulacak-itiraflar/763430/)

Röportaj şöyle devam ediyor:

Aktüel: Nasıl bir işlem?
Yılmaz Tekin: Psikolojik karşı savunma… Topluma ulaştırılmak istenen fikirler bazı tanıdık yazarlara, aydınlara, gazetecilere veriliyordu ve onlara mal ediliyordu.
Aktüel: Geçtiğimiz aylarda çıkan bir kitap, ABD’de bazı edebiyatçılarla CIA arasındaki ilişkiyi anlatıyordu… Türkiye’de de böyle bir durum oldu mu?
Yılmaz Tekin: MİT tarafından seçilmiş insanlar mutlaka vardı ama isim vermek sakıncalı. Deşifre olur, zora girerler. İlla edebiyatçı olması da gerekmiyor. Düşünce üreten herkes olabilir. Bu iş çoğunlukla gazeteciler ve üzerinden yapılmıştır. MİT’e davet edilmiştir, tanışılmıştır, iyi ilişkiler kurulmuştur. (A.y.)

Deşifre olmasınlar, zora girmesinler..

Doğal olarak zekâ, zamanlama becerisi ve geleceği görme yeteneği bunu gerektiriyor.

Bazı fikirler topluma empoze edilmek istendiğinde, bunlar birtakım yazar, edebiyatçı vs. geçinen kişilere “mal ediliyor“.

(Mesela siz, “Ya hu bu İslamcı bilinen vatandaş durup dururken neden Atatürkçü ya da laiklik yanlısı yazılar yazmaya, kitaplar üretmeye, köşe yazıları döşenmeye başladı ki? Hangi dağda hangi kurt öldü?” diye düşünüp duruyorsanız, başka ihtimalleri de hesaba katmanız gerekebilir. Ya da, bir zamane tarikat şeyhi, Menemen olayı bahane edilerek zehirli iğneyle öldürülen Esad Erbilî için “Onun otuz defa tekrar dirilmesini ve elli defa yeniden zehirlenmesini isterdim. İsmet İnönü altı yaşında hafız olmuştur biliyor musunuz?” diyorsa, durup düşünmek gerekebilir. Ya da bir “lider”, “Atatürk’e takılan lakap bozkurttu. Bozkurtu destekleyelim, bozkurta yol açalım, saygı duruşunda bulunalım” diyorsa, ortaya saçtığı bu cılk hikmetlerin tek nedeni sabahleyin sol tarafından besmelesiz kalkması olmayabilir.)

Ancak, Tekin’den, bu üstün vasıfların (zekâ, zamanlama becerisi ve geleceği görme yeteneği) başka türden sonuçlara da yol açtığını öğreniyoruz.
Mesela, “… teşkilatın başına atanan kişilerin geçici olduğu düşünülerek kendileriyle her bilgi paylaşılmazdı” diyor. (Aksiyon, Sayı: 565, 3 Ekim 2005;http://yilmaztekin.org/documents/81.html)
Yani, “kalıcı” nitelikteki zeki, zamanlamacı ve ileriyi görme ustası istihbaratçılar, en üst kademedeki “geçici” âmirlerine bilgi vermeyebiliyorlar.
Sanki kendileri MİT’e, ve dünyaya “kazık” çakmışlar, hiç emekli olmayacak, hiç ölmeyecekler.
MİT’in başındaki müsteşar geçici, kendisinden bilgi saklanması gereken bir fani.. Kendileri kalıcı..

Eh, “aile şirketi” tanımlamasını hak ettiği ileri sürülen bir kurumdan da ancak bu beklenir.
Yasal görevini yapmıyor, âmirine bilgi vermiyor. Yani, salt kendisi için çalışmışoluyor.Resmen suç işliyor, yasaları çiğniyor.

MİT Müsteşarlığı, yasalara göre, doğrudan Başbakanlığa bağlı. Yani MİT’in görevi, öncelikle başbakanları bilgilendirmek, ancak, bir zamanların başbakanı Demirel, “İstihbarat teşkilatı, büyük meselelerde hükümete en son olacak işi söyleyememiştir. Mesela Angola’daki iki kabile birbiriyle çarpışmış, şu kadar Zululu, bu kadar Mululu ölmüş. Onu size her sabah verir. Ama Ankara’da sizin altınızı oymuşlardır, onu haber vermez demek zorunda kalmıştır. (http://www.candundar.com.tr/_v3/index.php#!%23Did=19520)

Siz olsaydınız haber verir miydiniz?
Hükümet geçici.. Darbe olmasa bile geçici.. Siz ise, güzelim vatanımızdaki gül gibi bir kuruma, “aydın” aile üyeleri olarak kazık çakmışsınız, kalıcı durumdasınız.. Niye haber vereceksiniz ki, değil mi ama!..

Tekin, “Yani MİT, asker müsteşarlardan veya bölge başkanlarından bilgi saklar mıydı?” şeklindeki soruya ise şöyle cevap veriyor:

“Elbette gerektiği zaman bilgi verilmezdi. Yani başındaki müsteşardan imtina edilirdi. Kitabımda anlattığım gibi dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Recep Ergun Paşa, bir gün bizim bölgemize geldi. Kaçakçılık faaliyetleri hakkında yapılan bir sunumda sınır bölgesinde görev yapan bir jandarma yüzbaşısının da kaçakçılarla birlikte hareket ettiği söylenince Paşa ayağa kalktı: ‘Topunuzu bir Yüzbaşıya değişmem’ dedi. Tabii orada canı burnunda görev yapan herkes yıkıldı. MİT Müsteşar Yardımcısı kalkmış tanımadığı üstelik Jandarma tarafından da soruşturulan bir ordu mensubunu savunuyor! Olacak iş değil tabii… Bu olay Ankara’ya kadar gitti ve kurumda herkes Paşa’yı ayıpladı. Bunun dışında daha neler yaşandı… Siz böyle bir Müsteşara veya müsteşar yardımcısına bir daha neden bilgi vereceksiniz?” (Aksiyon, Sayı: 565, 3 Ekim 2005;http://yilmaztekin.org/documents/81.html)

Gerektiği zaman bilgi verilmiyor. Bu “gerektiği zaman”ın ne zaman geldiğine karar veren de, memurun kendisi.
Çünkü, zeki, zamanlama yapmayı biliyor ve geleceği görüyor. Üstelik, yukarıdaki faniler gibi geçici de değil, kalıcı.
Öyle ki, Paşa’yı Ankara’da herkes (yani Ankara’daki MİT mensupları) ayıplamış. “Siz böyle bir müsteşara veya müsteşar yardımcısına bir daha neden bilgi vereceksiniz?” demişler.

(Aydınlık, bağnaz tutkulardan uzak bu beyefendiler, son derece hassas insanlar. Başlarındaki adamın bir cümlesi, kırılmalarına, küsmelerine yetmiş. Buna karşılık, TSK’dan ihraç edilen “zararlı” kişilerin kızma ve küsme hakkı yok. Bunlar, “zeki, zamanlamayı bilen ve geleceği gören” tipte insanlar tarafından “zararlı” olarak etiketlenip bütün haklarından mahrum edilerek sokağa bırakıldıkları için teşekkür bile etmeliler. Daha ne istiyorlar, diri diri derileri yüzülmemiş, canlı canlı yakılmamışlar, sadece bütün hakları gasp edilerek kovulmuşlar. Ancak MİT’in, Milli Güvenlik Kurulu’na sunmak üzere hazırladığı “İrticai faaliyetlerin önlenmesine dair tedbirler” başlıklı 25 Şubat 1997 tarihli raporundaki tavsiyelerden biri şöyleydi: “İrticai faaliyetlerinden dolayı YAŞ kararıyla TSK’dan ihraç edilen subaylar, kamu kurum ve kuruluşlarıyla, mahalli idarelerde çalıştırılmamalı.” Yani bunlardan seyyar satıcılık yapamayacak, pazarlarda limon satamayacak olanlar perişan olsunlar, yavaş yavaş, sürünerek ölsünler. Bkz. http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ilicak/2013/02/28/28-subatta-mitin-rolu)

Ama, Apo’yu ve PKK’yı başımıza bela ettiği iddia edilen MİT’in (ki MİT bu iddiayı bugüne kadar yalanlamadı) yol açtığı ileri sürülen can kaybı ve maddî zarar dolayısıyla bir kişi de kalkıp bu kurumu doğru dürüst sorgulamadı, hesaba çekmedi bugüne kadar..

Bilgiyi vermiyorsun, kendine saklıyorsun… O zaman sen ne işe yarıyorsun?..
Mevlana’nın, Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı’na, “Sana çoban ol demişler, kurt oluyorsun. Bekçi ol demişler, hırsız oluyorsun. Seni Rahman yarattı, Şeytan’a kulluk ediyorsun” demiş olduğu anlatılır.
Acaba bugün yaşasaydı, MİT’e ne derdi; “Sana ‘Bilgi topla, hükümeti bilgilendir’ demişler, ondan bilgi saklıyorsun. Seni terör örgütlerini ortadan kaldırmak için kurmuşlar, sen terör örgütü kuranların önünü açmışsın. Sana, ‘Hükümetten gizli işler çevirenleri bul’ demişler, sen kendin gizli iş olmuşsun” der miydi acaba?

(http://tebyin.wordpress.com/2013/07/25/mit-ve-disisleri-bakanligi-birer-aile-sirketi-mi/)

YASİN, 36/19

قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ أَئِن ذُكِّرْتُم بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ مُّسْرِفُونَ ﴿١٩﴾

Kâlû tâirikum meakum, e in zukkirtum, bel entum kavmun musrifûn(musrifûne).

(İnkârcılara) dediler ki: Uğursuzluğunuz sizinle beraberdir (bizden değil, kendinizdendir). Size (gerçekler) hatırlatıldığı için mi (uğursuzluktan söz ediyorsunuz)? Bilakis siz (meşru sınırları aşarak, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyerek) aşırı giden bir toplumsunuz.

28 ŞUBAT’TA MİT’İN ROLÜ VE ESAD COŞAN’IN ÖLÜMÜ

Posted on 27 Haziran 2013

.

Dr. Seyfi Say

 

Yukarıdaki başlıkta yer alan “28 Şubat’ta MİT’in rolü” ifadesi bana ait değil. Nazlı Ilıcak’ın Sabah’ta yayınlanan 28 Şubat 2013 tarihli yazısının başlığında o ifade yer alıyordu.

Ilıcak, söz konusu yazısında, “Brifinglere katılan yüksek yargı mensupları ya da ajitasyon yaratmak amacıyla manşet atan gazeteler, askerin müttefiki gibi görülürken, nedense, MİT bu işten sıyırıverdi” diyor.

Gerçekten de, sıyırıverdi. Hem de tereyağından kıl çeker gibi.

Halbuki, MİT’in vatansever, yurtsever, ülkesine ve milletine bağlı çok değerli bazı çalışanları o süreçte hiç de boş durmamışlardı.

Bunları Ilıcak şöyle sıralıyor:

Önce, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, irtica tehdidi konusunda bilgilendirildi. Eylül 1996’da bu brifingi Demirel’e MİT verdi.”

Buraya dikkat!.. Henüz Eylül 1996’dayız.

28 Şubat 1997 tarihine altı ay var. Altı koca ay..

1990’lı yıllarda Aczmendilik diye bir tarikat kurmayı başaran işçi emeklisi Müslüm Gündüz, Aralık 1996’nın sonunda Fadime ile basılmak için henüz harekete geçmemiş.

Sincan’da Kudüs Gecesi düzenlenmemiş (Bu geceyi düzenleyenler Gezi Parkı eylemcilerinin yanında ağzı süt kokan çocuklar gibi kalıyordu ama olsun. Düşünün, resmî makamlardan izin alarak gece düzenliyorlar. Vay irticacılar vay!)

Henüz, bu muhallebi çocuğu gecesi yüzünden tanklar Sincan sokaklarında yürümemiş..

Eylül 1996’nın, “fırtına öncesi sessizlik” yaşanan günlerindeyiz.

Ancak, MİT uyumuyor. Askerler uyusa bile, MİT uyanık. Askerleri de uyandıracak şekilde acayip teyakkuz halinde.

Ve, sonradan cılkı çıkacak brifingler serisini darbecilerden daha önce akıl ediyor, muhteşem Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e brifing veriyor.

MİT, bunu yapmakla da kalmamış..

Ilıcak’ın ifadelerinden aktaralım: “1 Şubat 1997’de, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, Erbakan ile görüştü. Erbakan’ın konuşmalarını doğrudan Çankaya’ya rapor halinde gönderdi. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği Erbakan’ın ifadelerini değerlendiren bir not kaleme aldı ve Refah Partisi’nin kapatılabileceği hususuna dikkat çekti.”

Görüldüğü gibi, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın görüşmeleri, adeta bir sihirli değnek işlevi görüyor.

Geleceği okumak, öngörmek gibi sıradışı bir yeteneği var. (Zatıalileri, kendisinden önce Bubi Rubinstein gibi oldukça “çağdaş” ve “millî” bir isme sahip bulunan bir şahısla evlilik yapmış olan Filiz Akın’la evlidir.)

MİT Müsteşarı, ülkenin Başbakanı hakkında Cumhurbaşkanı’na rapor sunuyor, ardından Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, MİT’ten aldığı ilhamla, sanki Anayasa Mahkemesi’ymiş gibi, Refah Partisi’nin kapatılabileceğini “öngörüyor”.

Askerler, tank yürütüyor, gürültü patırtı çıkarıyor, MİT ise sessiz ve derinden, ama ayağını yere sağlam basarak gidiyor.

Refah Partisi’nin kapatılacağını, çok önceden, hiç kimsenin aklından bile geçirmediği bir sırada, Cumhurbaşkanlığı’nın anlamasını sağlıyorlar.

Muazzam bir uzak görüşlülük, muhteşem bir öngörü yeteneği, müthiş ve derin bir “hukuk” bilgisi..

Refah Partisi’nin kapanacağını biliyorlar, bildiriyorlar.

Mesele o zamanki hükümetin düşmesi değil arkadaş, sen daha anlamadın mı, Refah Partisi’nin bizzat kendisi buharlaşıyor. Geride hükümet mi kalır!..

Peki MİT, meseleyi bu kadarla bırakmış mıydı?

Ne gezer!. Ilıcak’ı dinleyelim: “21 Şubat’ta MİT, Demirel’e yeni bir brifing verdi. Bütün bu brifingler, Milli Görüş’ü ve Refah Partisi’ni hedef alıyordu.”

MİT çalışmış abi, boş durmamış..

Taa Eylül 1996’da bir brifingle başladığı memleketi kurtarma faaliyetine Şubat 1997’de olağanüstü hız vermiş.

Şubat’ın hemen başında Demirel’e Erbakan’ın konuşmalarıyla ilgili bir “rapor” sunmuşlar, Refah Partisi’nin kapatılmasının gerekebileceğini anlamasını sağlamışlar.

“Durmak yok, yola devam” demişler, 21 Şubat’ta bir brifing daha vermişler.

Bitmiş mi?

Ne gezer! Ilıcak’a tekrar kulak verelim: “Nihayet, MİT, ‘İrticai faaliyetlerin önlenmesine dair tedbirler’ isimli 25 Şubat 1997 tarihli bir rapor yazdı. Rapor, 28 Şubat’taki Milli Güvenlik Kurulu’na sunmak üzere hazırlamıştı.”

Yaa, işte böyle..

MİT, gizli ajanları vasıtasıyla ülkemizdeki sürü sepet grubun, cemaatin, sivil hareketin vesaire rotasını çizmiyor, çizmeye çalışmıyor, aynı zamanda resmî düzeyde de, askerlerin “akıllanması”nı sağlıyordu.

MİT, işi kökünden halletmeye çalışıyor, taa altı ay öncesinden Cumhurbaşkanı ile ağını örmeye başlıyordu.

Cumhurbaşkanlığı’nın Refah Partisi’nin kapatılabileceğini anlamasını sağlayan MİT, aynı şeyi Anayasa Mahkemesi’nin de anlamasını sağlayabilir miydi?..

Anayasa’mıza göre, yargı bağımsızdır. Dolayısıyla, “yasalar çerçevesinde”, MİT’in böyle bir yetkisinin ve etkisinin olamayacağını kabul etmek durumundayız.

Ancak, yargının gelecekte ne yapacağını öngörmek, tahmin etmek, herkeste rastlanmayan bir “hukuk” bilgisiyle uzak görüşlülük sergilemek, “yasalar çerçevesinde” serbest.

Maşaallah MİT’te, ya da MİT’çilerde, ya da en azından etkili ve yetkili bir kısmında, böylesi özel kabiliyetler hiç de eksik değil.

Peki MİT, 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısı için hazırladığı raporda hangi tavsiyelerde bulunmuş?

Ilıcak’ın yazısında bunun da cevabı var.

Okuyalım:

Siyasi Partiler Kanunu değiştirilerek, milletvekilleri, belediye ya da il başkanlarının eylemlerinde, ülkenin bütünlüğüne ya da laik cumhuriyete aykırı bir durum varsa, partiler kapatılmalı.

Daha anlaşılır Türkçe’yle ifade etmek gerekirse, şunu demek istiyorlar: “Bizim laik kabul etmediğimiz insanların sadece seçme hakkı olsun, seçilme hakkı bulunmasın. ‘Demokrasi ne büyük nimet, istediğinizi seçebiliyorsunuz’ diyebilsinler, fakat, ‘Demokrasi bir nimet, özgürce seçilebiliyorsunuz’ diyemesinler. Onlar daima seçen, biz de her daim seçilen olalım. Rol paylaşımı düzgün yapılsın.”

MİT’in bir başka tavsiyesi ise şu olmuş: “İrticai faaliyetlerinden dolayı YAŞ kararıyla TSK’dan ihraç edilen subaylar, kamu kurum ve kuruluşlarıyla, mahalli idarelerde çalıştırılmamalı.

Anlaşılır Türkçe’yle: “Bunlar pazarda çığırtkanlık yapıp limon satmayı beceremez. Böylesi kurumlara da giremezlerse sürünür, açlıktan ölürler. Bunları ordudan kovmak yetmez, peşlerini bırakmayıp ölümden beter bir sefalete mahkum edelim.”

MİT’in tavsiyeleri bunlarla da sınırlı değil. “Din” konusunda da halkımızı bilgilendirmeyi kafasına koymuş. Ilıcak’ın aktardığına göre, MGK’dan şunu istemişler: “Hizbullah ve benzeri terör örgütü mensuplarının eylemleri medyada sergilenmeli, din terörü imajı halkın kafasına yerleştirilmeli.

Evet, din terörü imajı halkın kafasına yerleştirilmeliymiş.

11 Eylül’deki İkiz Kuleler saldırısını, “İslamî terör” kavramını “dünya halkının kafasına” yerleştirmek için CIA ile MOSSAD’ın birlikte tertiplediği söylenir.

Görüldüğü kadarıyla, ülkemizin yüzakı MİT, bu konuda uluslararası çapta bir performans sergilemiş, CIA ve MOSSAD’a fark atmış.

Dört yıl, hatta dört buçuk yıl öncesinden, “din (İslam) terörü” imajını halkın kafasına yerleştirmek için medyayı kullanmayı kararlaştırmışlar.

Bunu, 28 Şubat’ta, Milli Güvenlik Kurulu’na önermişler.

Yani, onlara göre, “din tetörürü imajını halkın kafasına yerleştirmek”, “milli güvenlik” bakımından önemliymiş..

İlginç bir “milli”lik, acayip bir “güvenlik”.. (Millî değil de milli diye yazmaları galiba nedensiz değil.).

Burada, Hizbullah’ın “perde arkası”na hiç girmeyelim.

“Acaba MİT, halkın kafasına din terörü imajının yerleştirilmesi için Hizbullah gibi terör örgütlerinin mevcut olmasını ‘milli güvenlik’ açısından faydalı mı buluyordu?” sorusunu da hiç sormayalım.

Şu işe bakın!

Hizbullah operasyonları taa 2000 yılının Ocak ve Şubat aylarında yapılmış, bu örgüt ülkede o tarihe kadar sellemehüsselam at oynatmaya devam etmişti.  

MİT ise, anlaşıldığı kadarıyla, 1996’da ve 1997’de, Hizbullah’ı değil, ülkenin anayasal hükümetini yıkmak için faaliyet gösteriyordu.

Görünüşe göre, Hizbullah’ın lideri Hüseyin Velioğlu’nun değil, Başbakan Erbakan’ın peşindeydiler.

Hizbullah’ın çökertilmesi değil, Refah Partisi’nin kapatılması için brifing üstüne brifing veriyor, rapor üstüne rapor yazıyorlardı.

Ve bu MİT, yıllar sonra, Ergenekon hakkında doğru dürüst birşey bilmediği yönünde rapor da verecekti.

İşte böyle muazzam bir “milli” teşkilattı MİT..

Din terörü imajını halkın kafasına yerleştirmek için Hizbullah gibi örgütlerin faaliyetlerine umut bağlıyordu..

MİT’in, 28 Şubat MGK’sına bir başka tavsiyesi de şuydu: “İmam Hatip Okullarının açılmasına müsaade edilmemeli.

Emriniz olur!..

Nazlı Ilıcak, sözlerini şöyle sürdürüyor: “MİT raporunda daha birçok tavsiye mevcuttu. Zaten bu rapor 28 Şubat toplantısının temelini teşkil ediyordu. Nitekim, MİT’in istediği gibi birçok tedbir de alındı.

Ve Ilıcak, yazısını şu can alıcı soru ile bağlıyor: “O gün irtica tehlikesi var diye başı çekenler, bugün acaba hâlâ MİT kadrosunda mı?

Evet, bu soru önemli.

Ilıcak’ın yazdıklarından (ki, “Demokrasiye İnce Ayar” adlı kitabında konuyu daha geniş anlatıyor) şu anlaşılıyor:

MİT’in 28 Şubat’taki rolü, askerinkinden daha derin ve köklü..

Şimdi gelelim 28 Şubat’ın bir başka boyutuna..

Bugün biliyoruz ki, 28 Şubat, bir Amerikan projesiydi.

MİT’in görevi ise, gerçekte, dış güçlerin arzuları doğrultusunda ülkenin anayasal hükümetini devirmeye çalışmak değil, bu tür oyunları bozmaktır, bozmak olmalıdır. “Yasalar çerçevesinde” durum budur.

Gel gör ki, kazın ayağı, baktığınız yere göre farklı görünüyor.

Yeni Şafak yazarı Cem Küçük’ün 27 Haziran 2013 tarihli son yazısında yer alan şu satırlar, herhalde MİT-CIA ilişkisi konusunda da derin düşüncelere yol açabilir:

 

… Defalarca kez yazdım, başkaları da. Cengiz Çandar 1997’de ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 8. katındaki toplantıyı yazmasa, 28 Şubat’ın gerçek sebebini asla öğrenemeyecektik. Alan Makovsky ağzından kaçırmasa, Çandar’a Erbakan’ın darbesiz devrileceği kararı aldıklarını söylemese, dünyadan haberimiz olmayacaktı. Üstelik bunun belgesi de yok. Zaten böyle toplantıların resmi evrakı olmaz.

 

Evet, böylesi toplantıların resmî evrakı olmaz. Ancak birileri emeklilik ve yaşlılık günlerinde anılarını yazarsa yaşananlardan haberdar olunur.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın sekizinci katında bir toplantı yapılıyor, halkımızın Amerikalı “gerçek” efendileri Erbakan hükümetinin darbesiz devrileceğini öngörüyorlar ve bu gelişme kelebek etkisiyle ülkemizde bir sürü tantanaya yol açıyor. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda bir kelebek kanat çırpıyor, Türkiye’de fırtına kopuyor.

Bütün “milli” kurum ve kuruluşlarımızda dalgalanmalar, hareketlenmeler yaşanıyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı, kartal gibi kanat çırpsa, fil gibi koşsa, gergedan gibi seyirtse, Ankara’da yaprak kımıldamıyor, fakat, elin Dışişleri Bakanlığı’ndaki kelebeğin kanat çırpması, Türkiye’yi mahvetmeye yetiyor.

Bu arada, kelebeğin kanat çırpması karşısında pek mütehassis olan “milli” çevreler, “yükselen dalga” sayesinde köşeyi dönmeyi de unutmuyorlar.

Ordudan irtica gerekçesiyle ihraç edilenlerin payına sefalet, bunların şansına ise villalar, cipler, yazlıklar, köşkler, kâşaneler, şişkin banka hesapları düşüyor.

Mesela, 11 Şubat 1998 tarihinde Sönmez Köksal’ın yerine geçen ve 11 Haziran 2005 tarihine kadar görevde kalan MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun hakkında dile getirilen iddialara bir göz atalım:

 

MİT PERSONELİNDEN ACI İTİRAFLAR

Uzun yıllar görev yaptığım Milli İstihbarat Teşkilatı bünyesinde meydana gelen, kanun ve ahlak dışı olayların gün yüzüne çıkması, ben ve benim gibi MİT çalışanlarını derinden yaralamakta, seyretmekten öte, elimizden de bir şey gelmemektedir.

Sayın ATASAGUN ve yakın ekibi, şu anda ülkemizin sayılı zenginleri arasına girmişlerdir. Müsteşar ATASAGUN un İstanbul da bulunan gayrı mülkleri, arsaları, 2 adet villası, bankalardaki kabarık döviz hesapları gün yüzüne çıktığında, müsteşarın mal varlığının büyüklüğü daha net anlaşılacaktır.

… Bununla yetinmeyen ATASAGUN ailesinin, nasıl olup ta yurt dışında büyük bir villa yaptırabildiği ise bu zenginliğin son halkasını oluşturmaktadır.

Sayın ATASAGUN, yaptığı icraatlarla teşkilatı, adeta başka servislerin ve devlet içinde illegal bir yapının arka bahçesi haline getirmiştirBilinmeyen yerlerden ve şahıslardan gelen değişik istekler, adeta MİT in işi haline getirilmiş, müsteşar sadece bu işe odaklanmıştır. Müsteşarın, teşkilattan hangi evrakları dışarıya çıkardığı, kimlere verdiği, sır olarak nitelenen arşivleri kimlere açtığı, kimleri dinlemeğe aldırdığı ve dinlenilen şahısların en mahrem hayatlarının, kimlere ve ne için verildiği, en yakınında olmuş bizler için bile artık muamma bir durum haline gelmiştir. Sayın müsteşar bütün illegal işlerini, daha önce olduğu gibi şimdi de, Kaşif KOZİNOĞLU ile yapmaktadır.

İnsan kasabı haline gelmiş (veya getirilmiş) ve yaptıkları bugünlerde tekrar gündeme gelen Yeşil kod adlı Mahmut YILDIRIM ile yakın temasını devam ettiren KOZİNOĞLU, Müsteşarla beraber yürüttükleri illegal işlerde bu tür kanalları da kullanmayı ihmal etmemiştir. KOZİNOĞLU nun, müsteşarın bilgisi dahilinde, birilerinin isteği doğrultusunda nasıl adam harcadıkları, İstanbul yeraltı insanlarıyla nasıl samimi oldukları ve tabii ki püroya olan düşkünlüğü için neler yapamayacağı aşikardır.

… Senkal ATASAGUN, KOZİNOĞLU na karşı ciddi açıklar vermiştir. Bundan dolayı da, KOZİNOĞLU nu görevden el çektirmesi mümkün değildir. Bunun yerine , işinden uzaklaştırıyormuş gibi göstererek, Türkiye de en yüksek maaş alan bürokratların görev yaptığı Japonya ya göndermiş, bu durum, adeta terfi ettirecek kadar KOZİNOĞLU nu sevindirmiştir. Ayrıca, sanık konumunda devam eden davaları bulunan KOZİNOĞLU, Japonya ile olan saat farkından dolayı çıkacak olan bir kararın ulaştırılması adına zaman kazanmış olacak, bu safhada, ilgili kararı veren yargı mensuplarına karşı alınacak kararlarda daha rahat olunacaktır.

… Bu kadar vahim tabloya rağmen, Başbakanımızın, MİT içindeki bu kadar probleme ilgisiz kalması, Şenkal ATASAGUN dan yana bir çizgi izlemesi ise bizleri derin derin düşündüren asıl konudur.

… ATASAGUN ve ekibinin yaptığı kanun dışı faaliyetler, dinlemeler, Yeşil gibi insan ortadan kaldırmalar, teşkilatın paralarının yenmesi, çok büyük zenginlikler, sahte diplomalar, en yakınındaki basın müşaviresiyle bile gönül eğlendirmelerle hayat sürecek kadar pervasızca hareket eden bir üst kademe varken, Başbakanımızın hiçbir şey yokmuş gibi, en uzun kalma rekoruna sahip, çalışmayan, iş üretmeyen, kendi hükümetine bile problemler çıkartan bir müsteşarı görevden almaması veya alamaması altında başka şeyler mi var ?

Başbakanımızın, şahsından veya hükümet üyelerinden kaynaklanan, büyük bir problem veya başka bir ifadeyle açık (veya açıklar), ATASAGUN tarafından, göreve gelir gelmez teşkilat imkanlarıyla öğrenilip acaba dökümante mi edildi? Veya Başbakanımızın bir diyet borcumu söz konusu?

… Teşkilat içinde yapılan dar katılımlı toplantılarda, Sayın Müsteşar, “ Ben istemedikten sonra beni kimse bu makamdan alamaz” demesi ise bu durumun olma ihtimalini güçlendirmektedir.

… Sayın Süleyman Demirel e olan yakınlığı nedeniyle, zamanında Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan ve sonrasında hak etmediği halde konumu gereği, MİT idari Işler Başkanlığına getirilen Arman SUAR ın teşkilatı nasıl dolandırdığı, kadınlara olan düşkünlüğü, teşkilat mensubu bir bayana nasıl beyaz BMW aldığı, 2000 sayfa yolsuzluk dosyasının Demirel tarafından nasıl engellendiği bilinmektedir.

 (http://www.atin.org/ekler/Cunta120205_1.asp)

Bu “acı itiraflar”a bakarak, MİT’in 2005’teki durumu hakkında kabaca bir fikir edinmek mümkün. 28 Şubat Süreci’ndeki “brifing” faaliyetlerinin yerini başka türden çalışmalar almış.

Bu mektupta Atasagun’a yöneltilen “Yeşil gibi insan ortadan kaldırmalar” suçlaması çok önemli.

Gerçekten ilginç.. “Yeşil gibi insan ortadan kaldırmalar”..

Acaba bu “insan ortadan kaldırmalar” sadece ülkemizin Güneydoğu’sunda ya da İstanbul gibi metropollerimizde mi cereyan ediyordu, yoksa Avustralya gibi ülkelere de uzanıyor muydu?

2005 yılında bile, “Yeşil gibi insan ortadan kaldırmalar” ile suçlanabilen bir ekip MİT’i yönetmiş olduğuna göre, bu sorunun akıllara gelmesi yadırganmamalıdır.

Her ne kadar, “Yeşil tipi terör“ün medyada yer bulması ve halkın kafasına yerleştirilmesi, “din terörü” imajının üretilmesi kadar kolay ve risksiz değilse de, medyadaki sızıntı ve kaçakların tümden engellenmesi de mümkün değil.

Durum böyleyken, 2003 yılında, Arslan Bulut bize, “Türk istihbarat kaynakları”na dayanarak, Esad Coşan hocayı CIA’in, İngiliz gizli servisine öldürtmüş olduğunu “öğretiyordu”.

Bu “Türk istihbarat kaynakları”, 28 Şubat’ta Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın sekizinci katında alınan kararları tesadüfen hayata geçirmeye çalışan MİT’in, akla ziyan “irtica ile mücadele tedbirleri“ni 28 Şubat’ta MGK üyelerinin aklına düşüren MİT’in, “din” ile “terör” kavramlarını halkın kafasında özdeş hale getirmeye çalışan MİT’in; irtica denince ilk akla gelen isimlerden Esad Coşan’ın 28 Şubat Süreci’nde ülkesini terk etmek zorunda kalmasında oynadığı role de bir zahmet açıklık getirebilirler mi?

Ordudan atılan subayların yaşadıkları mağduriyetleri yeterli görmeyen, ayrıca bir de belediyeler gibi diğer kamu kurum ve kuruluşlarında çalışmalarının da engellenmesini isteyen MİT’in, Esad Coşan’ın Avustralya’daki yaşamı hakkında ne tür olumlu düşünceleri olabileceği konusunda da bu “Türk istihbarat kaynakları” bizi aydınlatabilirler mi?

Bu sorulara, “resmen” değilse de, “kritik ve analitik” gereği “Türk istihbarat kaynakları”nın cevap vermeleri beklenir.

Çünkü, Esad Coşan’ın ölümüne ilişkin “kritik ve analitik” düşüncelerimizin akış yönünün başka türlü değişmesi mümkün değildir.

Son olarak şunu belirtmeliyim: Nazlı Ilıcak’ın O gün irtica tehlikesi var diye başı çekenler, bugün acaba hâlâ MİT kadrosunda mı?” sorusunun can alıcı bir soru olduğu açıktır.

Ve, bu soruya hayır cevabını veremiyor oluşumuz, en az yukarıdaki “itiraflar” kadar acı bir durumdur..

(https://tebyin.wordpress.com/2013/06/27/28-subatta-mitin-rolu-ve-esad-cosanin-olumu/)

MESELE ERDOĞAN’IN NEYE İNANDIĞI DEĞİL.. ASIL SORUN, ONU ÖNEMSEYEN KİŞİLERİN İSLAM ANLAYIŞININ “DÜZEN”İN İSTEDİĞİ ÇİZGİYE GELİYOR OLMASI

ABDURRAHMAN GİBİ KAŞAR “UÇURTMACI” VE DALKAVUKLAR “ROLLERİNİ” OYNAMASALAR, BİRİLERİ DE “LAİKLİK HAVARİLİK”LERİNİ UNUTUP/UNUTTURUP ADETA PEYGAMBER EDASIYLA NUTUK ATMASALAR, YETMEDİ ALLAHU TEALA İLE “RAHMETİNİN GAZABINI” GEÇMESİ BAHSİNDE ADETA BOY ÖLÇÜŞMEYE KALKIŞMASALAR, BUNLARI HATIRLAMAK GEREKMEYEBİLİRDİ

*

ÜÇ ŞEKİL ARASINDAKİ TEK FARKI BULUN!

(ŞEKİLLERDEN BİRİ ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ EFENDİ,

DİĞERİ ALLÂME ZAHİDÜ’L-KEVSERÎ,

ÜÇÜNCÜSÜ İSLÂM ÂLEMİNİN SON UMUDU TAYYİP ERDOĞAN)

 

Şeyhüslam Mustafa Sabri Efendi’nin laiklik fetvası: 

“Eğer ümmet böyle (lâik) bir hükümeti seçip hoşnutlukla kabullenirse, bana göre kesinlikle dinden çıkarBundan [dinden çıkıldığından] şüphe eden de dinden çıkar. Tevbe edip, dinî hüküm ve dinî yönetime dönmedikleri [dönmek gerektiğini kesin olarak kabul etmedikleri] sürece müslüman sayılmazlar.”

(Şeyhu’l-İslam Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgasının Arka Planı, çev. Oktay Yılmaz, İstanbul: İnsan Y., 2010, s. 176.)

*

Muhammed Zahid el-Kevserî’nin laiklik fetvası:

“Kur’an ve Sünnet nassları, İslâm dininin hem dünya hem de ahiret maslahatlarını câmi olduğuna ve bunların ahkâmına açık bir şekilde delalet etmektedir. Bu itibarla, dini devletten ayırmaya çalışmak açıkça küfürdür.

(Zâhid el-Kevserî, Makalât, s. 453; Ebubekir Sifil, “Makâlâtu’l-Kevserî’nin Değerlendirilmesi”, Muhammed Zahid el-Kevserî: Hayatı – Eserleri – Tesirleri – Sempozyum Bildirileri içinde, İstanbul: Seha N., 1996, s. 167.)

*

Erdoğan’dan Mısır müslümanlarına:

“Laiklik ateizm değil, korkmayın!”

14 Eylül 2011 Çarşamba – 10:02

Arap baharı turunun ilk durağı Mısır’da dev sevgi gösterileriyle karşılanan Başbakan Erdoğan halkı laik rejime devam etmeye çağırdı.Başbakan, özel bir TV kanalına verdiği röportajda, “Mübarek sonrası yeni Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum” dedi

Başbakan Erdoğan, Mısır ziyaretinin ilk gününde ülkenin uydudan yayın yapan özel televizyon kanalı Dream TV’de ülkenin en ünlü kadın talk şov programcısı Mona Shazly’nin konuğu oldu. New York Times’ın “Erdoğan, Mısır’ın Oprah Winfrey’i tarafından kahraman gibi tanıtıldı” diyerek verdiği AK Parti Genel Merkezi’nde yapılan ve banttan yayınlanan röportajda başbakanın özellikle “laiklik” konusunda verdiği mesajlar dikkat çekti. Erdoğan böylece Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesinden sonra Mısır’da yeni anayasanın laik mi yoksa şeriat ilkelerine mi dayanması konusundaki tartışmada safını belli etti. Müslüman Kardeşler, Kasım ayında yapılacak olan genel seçimlerde en yüksek oy oranını alarak yeni anayasayı yazacak olan parlamentoda çoğunluğu ele geçirmek ve şeriat temellerine dayalı bir anayasayı hayata geçirmeyi amaçlıyor.

Ben laik değilim ama…

İşte Erdoğan’ın mesajlarından satır başları:

– Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. (Bir de müslüman olmasını başımıza kakmasa. Kalkmış “kendisine özgü” müslümanlığını laiklik havariliğinde bir silah olarak kullanıyor.)

Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.
(http://www.gazetevatan.com/laiklik-ateizm-degil–korkmayin–399589-gundem/)

28 ŞUBAT’TA “DERİNLER”İN UYDURUK TARİKATININ ŞOVMEN ŞEYHİ MÜSLÜM, KİRLİ VAZİFESİNİ YAPTI, DİRENMEK VE ÖLMEK İSE ESAD EFENDİ’NİN PAŞINA DÜŞTÜ

ESAD COŞAN SUİKASTİ, TAYYİP ERDOĞAN, DEVLET BAHÇELİ VE “TÜRK İSTİHBARAT KAYNAKLARI”

Posted on 19 Haziran 2013

Mehmet Çevik

 

Google’da Muhsin Yazıcıoğlu suikasti yazdığımızda, 3 milyon 100 bin sayfa görüntüleniyor. Buna karşılık Esad/Esat Coşan suikasti ifadesi için görünen belge sayısı 63 bin 300.

Aradaki fark, 49 kat.. Düz hesapla 50 kat..

Üstelik, Coşan’ın vefatı ile Yazıcıoğlu’nun ölümü arasında, sekiz yılı aşkın bir zaman farkı bulunuyor. Yazıcıoğlu suikasti konulu sayfaların sayısı, bir sekiz yıl sonra, muhtemelen çok daha büyük rakamlara ulaşacak. Esad Coşan suikasti ifadesi ise, giderek unutulacak.

Bunun nedenlerinden biri, geçmişte, Esad Coşan’ın ölümünün sıradan bir kaza olmadığını, bunun bir suikast olabileceğini dile getirenlerin sayısının çok az olması. Şimdilerde ise, bu netameli meseleye hiç kimse “doğrudan” bulaşmak istemiyor. Muhtemelen sağlığa zararlı bir konu olduğunu düşünüyorlar.

Bu konudaki şüphelerini dile getiren sayılı isimlerden biri, kendisi de 8 Eylül 2003 tarihinde bir kazaya kurban giden efsane vali Recep Yazıcıoğlu idi (Bakınız:http://yenisafak.com.tr/arsiv/2001/subat/05/gundem.html). Konuyla ilgili kuşkularını seslendiren bir başka isim ise İlhan Kesici‘ydi (Bakınız:http://arsiv.zaman.com.tr/2001/02/05/haberler/haberlerdevam.htm).

Daha sonra, iki yıllık bir “dinlenme”nin ardından, “saz”ı başka tip adamların ellerine aldıkları görülüyor.

Mesela, konuyu ilk kez 2003 yılında “inceleyen” Yeniçağ Gazetesi yazarı Arslan Bulut’un, 2005 yılı Aralık ayında, yine “Türk istihbarat kaynakları”na dayanarak şu ifadeleri yazdığını görüyoruz:

 

Neden Yeni Zelanda ve Avustralya?

 

Basında Başbakan Tayyip Erdoğan”ın 10 günlük Yeni Zelanda ve Avustralya gezisi eleştiriliyor. Eleştiriler, Rahmi Koç”un bu ülkelerle ticaret hacminin küçük oluşunu gündeme getirmesi ve “60 milyon dolar, 80 milyon dolara çıksa ne olur?” tarzındaki sözleri ile başladı ve Başbakan”ın çok gezmesi üzerinde yoğunlaştı. Bu arada, farklı bir değerlendirmeyi, Kanal Türk”te Tuncay Özkan”dan duydum. Özkan, Cüneyt Arcayürek ile birlikte yaptığı programda, “Avustralya”da ne var? Bir koloni var? Kimin kolonisi? Hani trafik kazasında ölen Esat Coşan”ın kolonisi. Peki bu koloniye kim bağlıydı? Korkut Özal” tarzında bir değerlendirmesi vardı.

Özkan, doğru yere nişan almış ama benim bilgilerim çok farklı!

 

* * *

 

Esasen bu meseleyi, 2003 yılında incelemiştim. Özetle şöyleydi:

“Nakşibendi cemaatinin lideri Prof. Dr. Esat Coşan”ın Avustralya”da,CIA”nın daha sonraki Türkiye operasyonları için, İngiliz gizli servisi tarafından trafik kazası süsü verilerek öldürüldüğü tespit edildi

Coşan”ın, Sydney”e 600 kilometre uzaklıktaki Dubbo şehrine giderken bir kaza sonucu öldüğü bildirilmişti. Yapılan araştırmalar sonunda, Coşan”ın aracının önündeki araçta stop lambalarının yanmadığı, bu yüzden şoförün karşıdan gelen araca değil, stop lambaları sönük TIR kamyonuna çarptığı anlaşıldı.

İngiliz gizli servisi, kaza süsü vermek istediği olaylarda daha önce de stop lambası yöntemini kullanmıştı. Olaydan sonra, Coşan”ın cesedi, askeri bir uçaklave İngiliz gizli servisi elemanları tarafından Türkiye”ye getirilmişti.

Coşan, eşinin babası olan Mehmet Zahit Kotku”nun vasiyeti üzerine 1980”de Nakşibendi cemaatinin başına geçmişti. Coşan, bütün eserlerinde ve konuşmalarında,Türk-İslam”cı bir felsefe ile hareket etmiş, ancak dış bağlantıları her zaman soru işareti uyandırmıştı. Coşan, Türkiye”de tutuklanacağını haber aldığı için Haziran 1997”de Avustralya”ya gitmişti…”

 

* * *

 

Meselenin daha önemli boyutu ise şöyleydi:

“Türkiye”deki tarikat ve cemaatler içinde, en önemli grubu oluşturan İskenderpaşa cemaati, Coşan”ın ölümünden sonra tam bir dağınıklık içine girdi. Zaten daha önce de cemaatin başka liderlerine yönelik saldırılar yapılmıştı.

Fethullah Gülen”in talimatıyla başlatılan Abant toplantıları, AKP iktidarının temelini atıyordu. Abant toplantıları, AKP iktidarına birkaç bakan da verecekti. Süleymancılar ise ikiye bölünüyor, bir grup ANAP”ı destekleme kararı alırken, diğerleri AKP”ye geçiyordu.

Strateji, merkez sağın parçalanması ve Genç Parti”ye milliyetçi söylem kullandırarak MHP ve DYP”nin zayıflatılmasına dayanıyordu. ANAP, zaten çökmüştü.
Nurcu cemaatlerden Zehra grubu da DEHAP ve AKP”ye dağılıyor; İsmail Ağa Cemaati, Menzilciler ve Yahyalı Grubu gibi irili ufaklı birçok grup, AKP”yi destekleme kararı alıyordu.

Nakşibendiler AKP”ye katılmaya başlayınca küçük gruplar da dışarda kalmamak için kitleler halinde AKP”ye aktı.

CIA”nın ilk operasyonu, Kemal Derviş”in katılacağı partiyi iktidar yapmaktı. Bu amaçla DSP”yi böldüler. Ecevit”i hastanede aşırı dozda verilen ilaçlarla öldürtmeye çalıştılar. Ecevit, Gülhane askeri hastanesinde kurtarılınca, İsmail Cem hareketi kısır kaldı. CIA, “Türk halkı İsmail Cem-Kemal Derviş”i kabul etmiyor.Radikal İslam”ı tamamen ele geçirerek bir taşla iki kuş vuralım” görüşünde karar kıldı.

Daha il başkanıyken görüşmeye başladıkları Tayyip Erdoğan”ı ABD”ye davet ederek, tek başına iktidar formüllerini sunmaya başladılar.

ABD”de bulunan Fethullah Gülen de devreye girdi ve bütün gücüyle AKP”yi desteklemeye başladı. Coşan, Türk-İslamcı”ydı ve Erbakan ile ayrılıkları, hemkaybolan bir çanta cemaat parası hem de Türlük vurgusu sebebiyle oluşmuştu. Coşan”ın Türk kimliğini dışlayan Tayyip Erdoğan”ın başında bulunduğu bir hareketi desteklemesi söz konusu bile olamazdı. Coşan”ın CIA”nın talebiyle İngiliz gizli servisi MI5 tarafından öldürülmesi, Tayyip Erdoğan”ın önünü açmıştı.”

Bu değerlendirmeler, bana değil,Türk istihbarat kaynaklarına aitti!

 

* * *

 

Coşan, Nakşibendi cemaatinin lideri olarak, kaynağını Ahmet Yesevi”ye kadar dayandırdığı, Türklük vurgusu yüksek bir İslam anlayışını savunuyordu. Diğer taraftan, Coşan, öldürülmeden kısa bir süre önce, 1998 yılında Sağduyu adlı bir gazete kurduruyor ve bu gazetede İslamcı, Milliyetçi ve solcu görüşlerin bir arada seslendirilmesini istiyordu. Sonradan öğrendiğime göre bu gazete, yeni bir partinin zeminini oluşturacaktı. Kısacası AKP olarak ortaya çıkan yapılanmayı, aslında Türk-İslamcı bir çizgide Esat Coşan kuracaktı. Ancak, 28 Şubat süreci, böyle bir yapılanmaya izin vermedi. AKP, yaratılan bu boşlukta tek başına iktidar oldu.

http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=4521

 

Görüldüğü gibi, Arslan Bulut, “Esasen bu meseleyi 2003 yılında incelemiştim diyor.

Esasen, 2003 yılında meseleyi bir başkası daha “incelemişti”: Muharrem Nureddin Coşan.

Şu ilginç tevafuka bakınız ki, internette yer alan İskenderpaşa adlı bir facebook sayfasında, hem Arslan Bulut’un, hem de Nurettin’in ilgili ifadeleri birlikte yer alıyor (Yukarıdaki resim bu facebook hesabından alınmıştır. “Ben Esad Coşan’ın şapkalı, sinekkaydı traşlı ve aynı zamanda rütbesiz er olanını severim” anlayışını yansıttığı görülüyor).

Söz konusu sayfada, 23 Nisan (2013) tarihli bir paylaşımda, önce Nurettin’in, sonra da (“devamı” linki içinde) Bulut’un ifadeleri şu şekilde aktarılmış:

 

“Sevgili liderim, lideriniz Mahmud Esad Coşan rahimehullah iki yıl önce 4 Şubat 2001 Pazar günü müphem bir çarpışma neticesi damadı Ali Yücel Uyarel’le birlikte şehid olmuştu…” (Muharrem Nureddin COŞAN-2003)

******************************************

 

“”Nakşibendi cemaatinin lideri Prof. Dr. Esat Coşan”ın Avustralya”da, CIA”nın daha sonraki Türkiye operasyonları için, İngiliz gizli servisi tarafından trafik kazası süsü verilerek öldürüldüğü tespit edildi

Coşan”ın, Sydney”e 600 kilometre uzaklıktaki Dubbo şehrine giderken bir kaza sonucu öldüğü bildirilmişti. Yapılan araştırmalar sonunda, Coşan”ın aracının önündeki araçta stop lambalarının yanmadığı, bu yüzden şoförün karşıdan gelen araca değil, stop lambaları sönük TIR kamyonuna çarptığı anlaşıldı.

İngiliz gizli servisi, kaza süsü vermek istediği olaylarda daha önce de stop lambası yöntemini kullanmıştı.” (Arslan BULUT- YENİÇAĞ / 2003)

(https://tr-tr.facebook.com/iskender.pasa.tr?hc_location=timeline)

 

İlginç tevafuklar bununla da bitmiyor.

Sözkonusu facebook sayfasında, yine 23 Nisan (2013) tarihinde, Esad Coşan’ın ölümüne ilişkin bir başka paylaşım daha yapılmış.

Bu defa konu, bir linke havale edilmiş: Emin Pazarcı tarafından Muhsin Yazıcıoğlu’nun da işin içine karıştırıldığı Barnabas İncili cinayetleri teorisi aktarılmış. Link şöyle: http://www.habername.com/haber-basbakani-da-oldurmeye-calisan-organizasyon-72313.htm

Her ne kadar mesele, bu rivayetlerin birinde, Tayyip Erdoğan’ın önünün açılması için Esad Coşan’ın dış güçler tarafından öldürülmesi şeklinde sunuluyor, diğerinde de Hristiyanlığın bekası için Coşan’ın yok edilmesi olarak anlatılıyorsa da, katil olarak gösterilen adres aynı.

Kısacası, “Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif”.

Tabiî ki, ikinci teori daha işlevsel: Bir taşla iki, pardon üç kuş birden vurulabiliyor; hem 1980’lerin başbakanı Özal’a Kartal Demirağ tarafından yapılan suikast teşebbüsünü, hem de Coşan ve Yazıcıoğlu “kaza”larını salt dış güçlerin hesabına yazarak kapatabiliyorsunuz.

Ancak, Arslan Bulut’un “Türk istihbarat kaynakları”na dayandırdığı ifadeleri, Esad Coşan’ı 1982 yılından beri tanıyan benim gibilerin kafasındaki soru işaretlerine cevap vermeye yetmiyor.

Öncelikle, “Bu değerlendirmeler, bana değil, Türk istihbarat kaynaklarına aitti” diyen Bulut’un, Türk istihbarat kaynaklarıyla olan bu samimi bilgi alışverişinin mahiyetine dair bizi bilgilendirmesi gerekiyor.

Nasıl oluyor da oluyor bu? Nasıl oluyor da, “Türk istihbarat kaynakları”, bu “değerlendirmeleri”ni gidip Arslan Bulut’la bu minvalde paylaşıyorlar?

Neden, şu değerlendirmelerinin daha inandırıcı ve ikna edici olması için, başka bilgiler de vermiyorlar?

Neden, tek sayfalık bir yazıda “Türk istihbarat kaynakları”nındeğerlendirmeleri eşliğinde bu kadar çok bilgi yanlışı yer alıyor?

Birincisi, Sydney-Dubbo arası 600 km değil, çok daha yakın. Mesafe 400 km’yi bile bulmuyor.

İkincisi, Coşan’ın cenazesi Türkiye’ye “askerî” bir uçakla değil, Singapur Havayolları tarafından getirilmişti. İnternette hâlâ yer alan bir haberde şöyle deniliyor:

 

Coşan’ın cenazesi Eyüp’e defnedilecek

 

Avustralya’da geçirdiği trafik kazasında ölen Esad Coşan ve damadı Ali Yücel Uyarel’in cenazeleri, uçakla Türkiye’ye getirildi. Singapur Havayolları’na ait Boeing 777-200 tipi bir uçakla saat 07.35’de İstanbul’a getirilen cenazeler, 2 ambulansa konularak Yenibosna’daki Hayrünnisa Hastanesi’nin morguna kaldırıldı. Esad Coşan’ı karşılamaya gelen yaklaşık 150 kişiden oluşan grup, cenazelerin ambulansa alınması sırasında tekbir getirdi. Havalimanında basın mensuplarının sorularını cevaplandıran Esad Coşan’ın kardeşi Ragıp Coşan, cenazelerin, iç organlar çıkartılmadan Avusturalya’dan getirildiğini bildirdi.

(http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=-224108)

 

Üçüncüsü, cenazeyi Türkiye’ye getirenler, İstanbul’dan giden bazı cemaat mensupları ile (kalabalık bir grup), Avustralya’da yaşamakta olup da cenazenin defninde yer almak isteyen (çoğunu benim de tanıdığım) bazı şahıslardı. Yoksa, Coşan’ın cenazesinin İngiliz gizli servisi elemanları tarafından Türkiye’ye getirildiğini söyleyen Bulut’a göre, söz konusu servis elemanları bunlarydı? Bütün bunlar olurken, Bulut’un samimi olduğu “Türk istihbarat kaynakları” ne işle meşgullerdi? Ayrıca, şu İngiliz gizli servisi elemanları bu kadar açık ve alenî mi çalışıyorlardı? Ne iş yaptıkları, yaka kartlarında mı yazılıydı?

Dördüncüsü, Bulut’un iddiasının aksine, “Coşan, Türkiye’de tutuklanacağını haber aldığı için Haziran 1997’de Avustralya’ya gitmiş” değildi. Avrupa’ya gitmişti. Daha sonra onun peşinden Avustralya’ya gidip yerleşecek S. G. isimli şahsın Almanya’da misafiri olma bahtsızlığını yaşamaya başlamış bulunuyordu. Ayrıca Türkiye’yi Haziran’da değil, Nisan’da terk etmişti.

Beşincisi, Coşan’ın Erbakan’la olan ihtilafı, kaybolan bir çanta dolusu cemaat parası ve Türklük vurgusundan kaynaklanmıyordu. Asıl tartışma biat, intisap ve hilafet (cihad emirliği) kavramları etrafında dönüyordu. Türklük vurgusunun esamisi bile ortada yoktu. Çantalar dolusu para lafı da, paranın fazlalağını ifade etmek için kullanılmış bir ifadeydi. Ortada cemaate ait olup da kaybolan bir para yoktu. (Bu Türklük vurgusu meraklıları nedense Ahmed-i Yesevî‘den başka isim de bilmezler. Coşan’ın silsilesi Ahmed-i Yesevî’ye değil, Yusuf-u Hemedanî’nin diğer halifesi Abdülhalik-ı Gücdüvanî’ye rh. a. dayanır. Yusuf-u Hemedanî, İbnü’l-Esîr’in İslâm Tarihi‘nde geçtiği gibi, çok iyi Arapça konuşan ve Arapça vaaz eden biriydi. Arslan Bulut’a kötü haber, silsilenin ondan yukarısı Türk değil.)

Altıncısı, “Coşan’ın Türk kimliğini dışlayan Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu bir hareketi desteklemesi söz konusu bile olamazdı” şeklindeki ifade de gerçek dışıdır. Tam aksine, zamanında Tayyip Erdoğan’ı belediye başkanlığıadaylığı için cesaretlendiren ve Erbakan’a bu konuda emrivaki yapmasını sağlayan kişi, Esad Coşan hoca idi. Ayrıca, Türklük vurgusu yüzünden kendisiyle ters düştüğü ileri sürülen Erbakan’ın hükümet kurması için Yazıcıoğlu’nu iknaeden de oydu.

Yedincisi, “1998 yılında Sağduyu adlı bir gazete kurduruyor ve bu gazetede İslamcı, Milliyetçi ve solcu görüşlerin bir arada seslendirilmesini istiyordu” denilen Esad Coşan’ın, böyle bir düşüncesi hiçbir zaman olmamıştır. Bu, ona atılmış bir iftiradır. Böylesi eklektik yaklaşımlar Ekber Şah gibi sapıklara aittir. Esad Coşan, onunla mücadele etmiş bulunan İmam-ı Rabbanî çizgisinde yer almaktadır, silsilesi ona dayanır. Kısacası, benim tanıdığım Esad Coşan, İslam’ın yanı sıra milliyetçiliğin veya solculuğun sözcülüğünün ya da propagandasının yapılması için gazete çıkarmazdı. (“Milliyetçilik Kürt’te, Arap’ta, Arnavut’ta, Çerkez’de, Gürcü’de, Pakistanlı’da, Afganlı’da, Malezyalı’da, İranlı’da kötü, Türk’te iyidir” şeklindeki bir çifte standart, İslam’da yoktur.) Sağduyu Gazetesi’nin yayınlanması için önce genel yayın yönetmeni olarak Mehmet Ocaktan ile anlaşılmış bulunuluyordu. Bu şahıs, iki ay boyunca, oturup beklemekten başka birşey yapmamıştı. Bunun üzerine, muhtemelen “Türk istihbarat kaynakları”na yakın cemaat içi isimlerin Genel Müdür Zafer Şanlı’nın kulağına fısıldaması sonucunda, adı geçen Arslan Bulut ile anlaşmaya varılmıştı. O da, kısa zamanda çıkarmayı başardığı gazeteyi, o zamanlardan beri üzerinden atamadığı Doğu Perinçek hayranlığı çerçevesinde Türkçü ve Solcu isimlerle doldurmaya çalışmıştı. Çok kısa bir süre sonra da işine son verilmişti.

“Türk istihbarat kaynakları”nın “muhteşem” değerlendirmeleri, işte böylesi açık bilgi yanlışları ile birlikte kotarılıp servis ediliyor.

Şayet, “Türk istihbarat kaynakları” her meseleyi bu bilgi düzeyinde ve bu ciddiyette “değerlendiriyor” ve analiz ediyorlarsa, Türk hükümetinin acilen istihbarat işlerini de “özelleştirme“sinde yarar var.

Şu laubaliliğe bakın.. Esad Coşan hakkında ahkâm kesmek için çıka çıka Arslan Bulut ortaya çıkıyor ve “Türk istihbarat kaynakları”nı referans göstererek, onlar adına “değerlendirme” pazarlıyor.

Esad Coşan’ın ölümü hakkında konuşması için bula bula Arslan Bulut’u buluyorlar. (Bir de Emin Pazarcı‘mız var.. O, Bulut’sal değerlendirmeleri ciddiye almayanlar için, Türk istihbarat kaynaklarını işin içine katmadan, arkeolojik izah tarzları ve Dan Brown tarzı romanlara ilham verecek senaryolar geliştiriyor.)

“Sonradan öğrendiğime göre”, diyor Arslan Bulut, “bu gazete, yeni bir partinin zeminini oluşturacaktı”.

Yanlış öğrenmiş, yanlış öğretmişler.

Yeni bir partinin zeminini oluşturması mümkün değildi, çünkü gazete, bir yıl sonra kapanmıştı.

Olmayan bir zemine bina kurulamaz.

Ancak, gerçekten de, gazete kapandıktan üç-dört yıl sonra, aynı adla bir parti kurulmuştu (“Gazete kalmadı, parti verelim” hesabı).

Bu lüzumsuz tabela partisinin niçin kur(dur)ulduğuna, buna neden ihtiyaç duyulduğuna o sıralarda kimsenin aklı ermemişti. Ancak, Arslan Bulut’un “Türk istihbarat kaynakları”nın “değerlendirmeleri”ne dayanan yazısı, meselenin anlaşılması için işe yarar bir anahtar sunuyor: “Kısacası AKP olarak ortaya çıkan yapılanmayı, aslında Türk-İslamcı bir çizgide Esat Coşan kuracaktı. Ancak,28 Şubat süreci, böyle bir yapılanmaya izin vermedi. AKP, yaratılan bu boşlukta tek başına iktidar oldu.

28 Şubat Süreci, böyle bir yapılanmaya nasıl izin vermedi?

Nedense, Arslan Bulut bu bahse girmiyor.

Şayet Esad Coşan’ın böylesi hesapları olsaydı, Erbakan hükümetini desteklemez, hatta onun devrilmesinden ve siyasî yasaklı hale gelmesinden, kendisine oyun kurma alanı açılıyor diye memnuniyet duyardı.

Bulut’un deyimiyle “yaratılan bu boşluk” için ellerini oğuştururdu.

Evet, bu laf, “yaratılan boşluk” ifadesi gerçekten çok ilginç..

Demek oluyor ki, “Türk istihbarat kaynakları”, Esad Coşan’ın ölümüyle “yaratılan bu boşluk”ta, yerini alan Nurettin’in, “Türk-İslamcı bir çizgide”, yani Esad Coşan’a izafe edilen Türklük vurgulu çizgide, AKP muhalifi bir hareket oluşturmaya kalkışabileceği “değerlendirmesi”ni yapmışlardı.

Önlerindeki koskoca uçağın askerî mi, sivil mi olduğunu öğrenemiyor, göremiyorlardı, fakat Esad Coşan’ın gelecekte ne yapacağını, ne yapması gerektiğini biliyorlardı.

“Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim / Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde” hesabı..

Esad Coşan’ı Haziran 1997‘de Avustralya’ya gönderecek kadar zaman ve zeminden habersizdiler, fakat onun cenazesini Türkiye’ye getiren İngiliz ajanlarını şıppadanak tespit ediyorlardı.

Böylesi muhteşem bir “değerlendirme” yeteneğinin, bizim anlayamadığımız şeyleri keşfetmesi, “Esat Coşan’ın Türk-İslamcı çizgide olduğu”nu ve bu yüzden Erbakan’la çatıştığını, Erdoğan’la da çatışacağını hemen anlaması gayet doğal.. (Erbakan’la çatışan Esad Coşan hoca, eğer ben onu birazcık tanıdıysam, gömlek değiştirip laiklik havariliğine soyunan, Gazi Mustafa Kemal edebiyatı yapan Erdoğan’la, Erbakan’la çatıştığının yüz misli daha şiddetle çatışırdı, fakat bu ayrı konu.)

Biz anlayamamıştık ama, bu olağanüstü “değerlendirme” kabiliyetinin, Esad Coşan’a biçilen misyonu Nurettin’in başarıyla gerçekleştireceğini yıllar öncesinden anlamış olması şaşırtıcı değil.

Değerlendirme yapmak, Nurettin gibi isimleri değerlendirmek önemli.. Arslan Bulut’un laflarından anlaşıldığı kadarıyla, “Türk istihbarat kaynakları” bu değerlendirmeyi çok iyi yapmış, yapıyor.

“Türk istihbarat kaynakları”, askerî uçak ile sivil uçağı ayıramıyorlar ama, varsın olsun.. Zararı yok.. Başka türden olağanüstü bir firaset, basiret ve öngörü yetenekleri var.. Kimin ne yapacağını, yapması gerektiğini, çok önceden değerlendirebiliyorlar..

Gelecekte kimin hangi rolü oynayacağını genellikle tam bir isabetle biliyorlar. Genelde kimse onları tahminlerinde, yani değerlendirmelerinde hatalı çıkarmıyor, çıkaramıyor. Çünkü değerlendirmelerinin sürekli doğru çıkması gibi bir meziyetleri var.

Ancak, değerlendirmelerindeki bunca isabete rağmen, biz faniler gibi onların da kafalarında bazen soru işaretlerinin oluştuğu anlaşılıyor. Değerlendirmelerindeki isabet konusunda bazen kaygıya kapılmaları onların da hakkı.

Bulut’un ifadeleri bu açıdan gerçekten ufuk açıcı.. Diyor ki: “Coşan bütün eserlerinde ve konuşmalarında, Türk-İslam’cı bir felsefe ile hareket etmiş, ancakdış bağlantıları her zaman soru işareti uyandırmıştı.

Dış bağlantılar..

Soru işareti..

Esad Coşan’ın dış bağlantıları, “her zaman soru işareti” uyandırmışmış.

Hele de, 1997 yılında yurtdışına çıkıp bir daha da geri dönmemesi, dış bağlantıları çerçevesinde Avustralya’ya yerleşmesi, bu soru işaretini kim bilir nasıl çılgına çevirmiştir..

28 Şubat Süreci’nde, Enver Ören gibi uyumlu bir “abi”mize bile, “Başörtüsü sokakta da yasaklanır, itiraz edilirse icabında on milyon insan öldürülür” diye birilerince ayar verildiği sırada, Esad Coşan’ın Enver Ören gibi azar işitmeye razı olmayıp dış bağlantılarını kullanması, kafalarda kim bilir ne tür soru işaretleri“uyandırmıştır”..

“Türk istihbarat kaynakları”nın o günlerde ne yapıp yapmadığı yeterince biliniyor. Başarıları cümlemizin malumu.

İşte bu “Türk istihbarat kaynakları”na göre, 28 Şubat Süreci’nde Batı’yı ve özellikle İsrail’i hedefe koyan Esad Coşan’a, Amerikan ve İngiliz gizli servisleri, Erbakan hükümetinin kuruluşunda ve varlığını sürdürmesinde oynadığı rolden dolayı ellerini bile sürmüyorlardı. Fakat, 2001 yılı başında nedense birden bire uyanıyor, gaipten haber gelmiş gibi, yaklaşık iki yıl sonra kurulacak AKPARTİ hükümetine Esad Coşan’ın Türklük vurgusu merakı, Türk kimliği düşkünlüğü ve Türk-İslamcı çizgisi nedeniyle cephe alacağını düşünüyorlardı. Böylece, 28 Şubat Süreci sayesinde iktidar olan Ecevit-Mesut Yılmaz-Devlet Bahçeli troykasının saltanatının sürmesi için Tayyip Erdoğan’a cephe alacağını düşündükleri Esad Coşan’ı bir trafik kazası ile öbür dünyaya uğurlamaya karar veriyorlardı.

Çok zekice bir açıklama, değil mi?..

Amerikan ve İngiliz ajanları, Erbakan düşmanlıkları yüzünden, onun iktidar olmasını sağlayan ümmetçi ve Şeriatçı, İsrail’e savaş açmaktan söz eden cihatçı Esad Coşan’a birşey yapmaya gerek görmüyorlardı (Şeriat kavramını yazılarına başlık yapan, Mehmed Zahid Efendi tarafından görevlendirilmiş olmasını Şeriatçılığına bağlayan biriydi o). Fakat onun, tıpkı Devlet Bahçeli gibi –ki bu Bahçeli, İsmail Durak Ünlü’nün şahitliğine göre, Türkeş’in cenazesine katılan Esad Coşan’a hakaret etmiş ve onu kovmuş bulunuyordu– ilerde Türklük vurgusu yapacağını ve Türk kimliğine düşkünlük göstereceğini, bu açılardan zayıf bulduğu geleceğin başbakanı Tayyip Erdoğan’a karşı ilerde bir gün mutlaka muhalif bir siyasal hareket başlatacağını paranoyalarıyla düşündükleri için, onu ortadan kaldırmak üzere harekete geçiyorlardı. İşi şansa bırakmak istemiyorlardı.

Doğrusu, “Türk istihbarat kaynakları”nın bu zekice değerlendirmesi karşısında insan duygularına hakim olmakta güçlük çekiyor; kalpteki bir takım duygular resmen tavan yapıyor.. “Vay be, analar neler doğuruyormuş da haberimiz yokmuş.. Kimlerle aynı memlekette yaşıyormuşuz” diye derin derin düşünmeden edemiyorsunuz..

Yani düşünün, “Türk istihbarat kaynakları” olmasa, Esad Coşan’ın ölümü olayını “kritik ve analitik” bir şekilde bu güzellikte değerlendirme konusu yapmayı kendimiz nasıl başarabilirdik ki!..

“Aklımızı nasıl kullanacağımız” konusunda aklımızı nasıl kullanacağımızı nerden öğrenecektik ki!..

Arslan Bulut’un açıklamalarına göre, ortada çok ilginç bir durum var: “Türk istihbarat kaynakları” öyle bir iz sürmüşler ki, Esad Coşan’a yönelik suikasti sadece İngiliz gizli servisi elemanlarının yaptığını tespit etmekle kalmamış, onları bu iştetaşeron olarak kullananın CIA olduğunu da öğrenmişler. Yani, dünyanın herhangi bir ülkesine ait bir gizli servisin, mesela Avustralya’da suikast düzenlemek istediğinde, CIA gibi çok güçlü ve yaygın bir ağa sahip olsa bile, işi İngiliz gizli servisine havale etmesinin daha “temiz” iş çıkarmayı sağlayacağını keşfetmişler.

Az önemli, pratik ve yararlı bir bilgi değil yani..

Bu pratik bilgiyi Arslan Bulut aracılığıyla bizimle paylaşan “Türk istihbarat kaynakları” işi bu noktada bırakmamalı, bize acımalı, Esad Coşan’ın şu dış bağlantıları konusundaki soru işaretine de açıklık getirmeliler. (Bu noktada, eski MİT’çi Necdet Küçüktaşkıner’in 17 Mart 1997 tarihinde TBMM Susurluk Komisyonu‘na verdiği ifadesinde geçen şu muhavereyi hatırlamak yararlı olabilir: “NECDET KÜÇÜKTAŞKINER – MİT’tir demiyorum, MİT’i provoke eden CIA diyorum; çünkü, MİT’in CIA veya yabancı bir istihbarat teşkilatının MİT içindeki provokasyonunun faturasını maalesef MİT ödemek zorunda kalıyordu. HAYRETTİN DİLEKCAN (Karabük) – CIA suçlu diyorsunuz… NECDET KÜÇÜKTAŞKINER – Gayet tabii. HAYRETTİN DILEKCAN (Karabük) – CIA’nin görevi zaten o. YAŞAR TOPÇU (Sinop) – Yalnız, bir noksan bilgi var burada. Ben isterseniz bir soru sorayım, aydınlanalım. Müttefik ülkeler içerisinde, müttefik ülkelerin dış istihbaratları veya iç istihbaratları birbiriyle istihbarat alışverişi yaparlar mı? NECDET KÜÇÜKTAŞKINER – Yaparlar. YAŞAR TOPÇU (Sinop) – İşte odur mesele.” Bakınız:http://www.son.tv/Haber/detay/haber-170825)

Esad Coşan’ın dış bağlantıları konusundaki soru işareti, 28 Şubat Süreci’nde, “Türk istihbarat kaynakları”nda Esad Coşan hakkında ne tür beyin fırtınalarına ve operasyonel planlara yol açıyordu acaba?

Açmıyor muydu?

Bu konuda kafamızda oluşan “soru işaretleri”ne cevap olacak açıklamaları, Bulut’un yazılarında görmek isterdim.

Ama yok..

Nasıl Esad Coşan’ın dış bağlantıları birilerinin kafasında daima soru işareti uyandırmış idiyse, başkasının kafasında da, “CIA tarafından kolayca provoke edildiği açıklanan MİT‘in” dış bağlantıları konusunda soru işareti uyanamaz mı?.

Kafalarda uyanabilecek bu soru işaretiyle ilgili verebileceğim yeterince aydınlatıcı bir cevap yok.

Fakat çok iyi bildiğim birşey var..

Bulut’un Esad Coşan hoca için mahir bir terzi gibi biçip diktiği elbise aslında ona uymuyor, fakat Nurettin’in üzerinde fazlasıyla iyi durduğu söylenebilir.

“Türk istihbarat kaynakları”nın değerlendirmeleri çerçevesinde Esad Coşan’a yakıştırılan misyonun adamı aslında Nurettin.. (Hatta, “gaz”a gelip işi abarttığı, Bahçeli’den bile daha hevesli bir bozkurtçuluğa kendisini kaptırdığı görülüyor.)

Madem ki ortada Nurettin vardı, “Türk istihbarat kaynakları”, “CIA talimatı ve İngiliz gizli servisi eliyle Hoca’nın ortadan kaldırılması” hikâyesini, Necip Fazıl’a ait deyimle, “üzüntüden uzak bir alâka ile” “değerlendirmiş” olabilirler miydi?

Yoksa, olamazlar mıydı?

Onların, “Esad Coşan öldüyse ne gam! Nurettin sağolsun” diye düşünmek için yeterince nedenleri var mıydı, yok muydu?

Acaba, “Türk istihbarat kaynakları”na yakın Arslan Bulut gibi yazarların ve Emin Pazarcı gibi isimlerin, ikide bir, “Gettiii.. Gettiii. Civan gibi Esad hoca gettiii.CIA, MI5, Amerikan ajanları, İngiliz gizli servisi elemanları, askerî uçaklar, Barnabas İncili… Amaniin gettiii.. Höngürt” diye dertlenmeleri, timsah gözyaşlarına ilişkin bilgi dağarcığımıza katkıda bulunma amacı taşıyor olabilir mi?

Türk-İslamcı, Türklük vurgusu uğruna Erbakancılarla mücadele edecek, Sağduyu gazetesinde değilse bile Sağduyu Partisi’nde esas itibariyle milliyetçi ve solcu görüşleri savunacak, bu arada “temiz yürekli, temiz düşünceli” saf vatandaşları da “hikmet” gibi anlamını bile doğru dürüst bilmedikleri kavramlarla oyalayacak bulunmaz bir Hint kumaşı, “doğal lider” Nurettin kardeşimiz, Esad Coşan hocanın yerini almak ve AKPARTİ’nin gelecekteki iktidar günlerinde “bozkurtlara yol vermek üzere”, Türk kimliğini umursamayan Erdoğan‘a cephe almak için hazırda beklerken, hakkında “soru işareti” bulunan Esad Coşan’ın ölümünü acaba “Türk istihbarat kaynakları”ndan kim dert ederdi!..

Bozkurtlara yol vermek”..

Ne acayip bir “yol” bu!.. Kurtların gittiği bir yol.. Kurt yolu..

Arslan Bulut’un Türk istihbarat kaynaklarını referans göstererek dile getirdiği “değerlendirme“leri 2003 yılında okumuş olsaydım, Bulut’un cehaletine güler geçerdim. “Bu işin içinde bir iş var” diye düşünmek hiç aklıma gelmezdi.

Şimdi ise, yaşananlara bakınca, o zamanki saflığıma şaşırıyorum..

 

 

(NOT: Aslında, “Türk istihbarat kaynakları”na ait, “Esad Coşan’ın CIAtarafından İngiliz gizli servisi eliyle öldürülmüş” olması “tespit”i, herkesi mutluediyor.

“Türk istihbarat kaynakları”nı mutlu ediyor, çünkü hem kaza bilmecesiniçözmüş, hem de sağlığı için “dertlendikleri” Esad Coşan’ın “katilleri”ni arayıp bulmuş ve muhteşem bir istihbarat başarısı sergilemiş oluyorlar. Her ne kadar bu “tespit”, masabaşı habercilik türünden bir “Atıyorum” senaryosundan daha ciddi bir bilgi parçacığı içermiyorsa da,  “Esad Coşan neden Türkiye’den kaçmak zorunda kalmıştı?.. Neden Türk yetkililerin değil de Avustralya gibi yabancı bir ülkenin yetkililerinin yönetimi altında kendisini daha güvende hissediyordu? Kimlerden çekiniyor, korkuyordu?” sorusunu unutturmaya yarıyor.

Evet, “Türk istihbarat kaynakları”, bu “tespit” ile, zımnen, “Yaa işte böyle.. Esad Coşan buradan kaçıp İngiliz’in Avustralya’sına sığınırsa işte böyle olur. Göz göre göre kendisini öldürtmüş oldu. Sakın başkası böyle bir hata yapmasın” mesajını da vermiş oluyorlar mı? Bu, aba altından sopa göstermek midir, yoksa öleni geri getirmeyen geç kalmış bir istihbarat başarısı mıdır?.

Esad Coşan’ın CIA ve İngiliz gizli servisi tarafından öldürülmüş olması “tespit”i, “İskenderpaşalı” olduklarını söyleyenleri de mutlu ediyor. Böylece,Ergenekoncular’ın da şu sıralarda atıp tuttukları “dış güçler” tarafından şehid edilmiş bir kahraman hocanın vatansever izleyicileri olmanın hazzına erişiyorlar. Bu arada, “Türk istihbarat kaynakları”nın “cemaat içi” uzantıları da bu fazlasıyla saf vatandaşlara, “Biz, koskoca CIA’in ve İngiliz gizli servisinin uğraştığı bir cemaatiz. Türkiye’de onların hedefi İskenderpaşa. Dış güçlerin, uluslararası odakların hedefinde İskenderpaşa var” diyerek/dedirterek “gaz” veriyor ve onları bu “tespit”e yürekten inandırıyor olabilirler mi?

Ya da, olamazlar mı?)

 

(Konuyla ilgili diğer yazılar için bakınız:

ESAD COŞAN’IN “DOĞUM”U NEDEN HATIRLATILIYOR DA, “ÖLÜM”Ü UNUTTURULUYOR?

“PROF. COŞAN’IN ÖLÜMÜNDE KİLİT İSİM”

ESAD COŞAN’IN ÖLÜMÜYLE İLGİLİ İDDİALAR SORUŞTURULMALIDIR)

ESAD COŞAN’IN ÖLDÜĞÜ KAZAYI ÇÖZMEK İÇİN ARSLAN BULUT’U KILAVUZ EDİNENLER
KAZADAKİ SİS: ESAD COŞAN ŞEHİT OLDUYSA, SUİKASTİ KİM YAPTI?

 (https://tebyin.wordpress.com/2013/06/19/esad-cosanin-olumu-ve-turk-istihbarat-kaynaklari/)

 

“DERİN SAHTEKÂRLIK” BÖYLE BİRŞEY.. ÖNCE, “KULLANIŞLI MÜSLÜM”Ü BAHANE EDİP ERBAKAN’I HARCAMAK İÇİN ONU DEVREYE KOYAR.. SONRA DA, MÜSLÜM’E, “BİZİ ERBAKAN HARCADI” DEDİRTİR.. ERBAKAN’A KURULAN KOMPLONUN BAŞ AKTÖRÜDÜR FAKAT “ERBAKAN BİZE KOMPLO KURDU” DEDİRTİRLER.. BİR TAŞLA İKİ KUŞ, BİR KOYUNDAN İKİ POST.. HATTA ÜÇ POST.. (BUNLAR, KULLANILIP LAĞIMA SÜPÜRÜLENLER.. SÜPRÜNTÜ HALLERİYLE DE KULLANILIRLAR; ŞERİAT’İ KAMUOYU ÖNÜNDE SAVUNMA “GÖREV”İ BUNLARA VERİLEREK ŞERİAT-I GARRA DOLAYLI BİÇİMDE AŞAĞILANIR.. BİR DE, HEP DÖRT AYAK ÜSTÜNE DÜŞEN, ZEYTİNYAĞI GİBİ HEP ÜSTE ÇIKAN TİPLER VAR.. KUDÜS GECESİ’Nİ DÜZENLER, FAKAT GELMEZ, İHALE NURETTİN ŞİRİN’İN ÜZERİNE KALIR, GARİBAN ADAM YILLARCA HAPİS YATAR..)

Müslüm Gündüz: Bizi Erbakan harcadı

Aczmendilerin lideri Müslüm Gündüz, Erbakan’ın kendilerine komplo kurduğunu iddia etti

28 Şubat tartışmalarıyla birlikte yeniden ekranlarda boy göstermeye başlayan Aczmendi tarikatı lideri Müslüm Gündüz bu kez 32. Gün’de M. Ali Birand’ın sorularını yanıtladı. Müslüm Gündüz, 28 Şubat sürecinin bütün aktörlerini eleştirdiği programda Erbakan hükümetine de sert sözlerle yüklendi. Erbakan’ın kendilerine komplo kurduğunu iddia eden Gündüz, “Bizi Erbakan harcadı” dedi. Nur Cemaati’ne ilginç eleştiriler yönelten Gündüz, Başbakan Erdoğan’ı ise övdü.

Gündüz, “Tam bir vatan evladı, tam bir inkilapçı, tam bir fakir fukara babası. Kemalizmi Türkiye’den kaldıran adam ünvanı alacak olan adamdır” dedi. Nur cemaatini de eleştiren Gündüz, 27 Mayıs darbesinden sonra Nur’cuların da kapitalizme eklemlendiğini söylerken “kapitalist Müslüman olmaz” dedi. Gündüz, Fadime Şahin’le ilişkisini ise dini nikaha dayandırmasına karşın, “ben kendisine sadece babalık yaptım” dedi.

(http://t24.com.tr/haber/muslum-gunduz-bizi-erbakan-harcadi,202595)

*

Müslüm Gündüz: Darbe bizi, biz onu kullandık

…  Gündüz,  28 Şubat sürecine ilişkin sorulan sorular üzerine şunları söyledi:
Darbe kendine göre bizi kullandı, biz kendimize göre darbeyi kullandık. Bugün memlekette güzel bir süreç varsa 28 Şubat’ın neticesidir. 28 Şubat olmasa bugün bir AK Parti olmazdı.…”

Kaynak: İHA

(http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/29812.aspx)

“ŞEYTAN SİZİ ABDURRAHMAN İLE ALDATMASIN”

(“ŞEYTAN SİZİ ALLAH İLE ALDATMASIN, KUR’AN İLE ALDATMASIN” DİYE BELKİ BİNLERCE KEZ YAZMIŞ OLAN ABDURRAHMAN’IN “ŞEYTAN SİZİ PARTİ LİDERİNİZLE ALDATMASIN, ŞEYTAN SİZİ ERDOĞAN İLE ALDATMASIN” GİBİSİNDEN BİRŞEYİ BİR KEZ, SADECE BİR KEZ OLSUN YAZMASINI BEKLERDİM.

NİHAYET YAZDI.

ÇOK BAŞKA BİRŞEYİ YAZDI: MÜSLÜMAN ÖNCÜ ERDOĞAN’IN ‘AKLI VE DERİN SIRRI OLAN’ İMAN”I YAZDI..

BÖYLECE, GELMİŞ GEÇMİŞ EN UÇUK VE DE EN PALAVRACI DALKAVUK OLMA REKORUNU, BİR BAŞKASI TARAFINDAN EGALE EDİLEMEYECEK ŞEKİLDE KIRMIŞ OLDU.. (REKORUNU ANCAK YİNE KENDİSİ AŞABİLİR).. HAYATI “OLAĞANÜSTÜ ŞANSLI TESADÜFLER” ÜZERİNE KURULU BU UTANMAZ ŞAHIS ÖYLE BİR KONUŞUYOR Kİ, SANIRSIN KARŞINDA ASHAB TOPLULUĞU VAR.. HAYIR, SANKİ KARŞINDA BİR PEYGAMBERLER KİTLESİ VAR..

“NE YAPTIK, NE YAPTILAR MUKADDES EMANETİ? / AH KÜÇÜK HOKKABAZLIK, SEFİL AYNALI DOLAP”)

*

Müslüman aklını anlamak ve Erdoğan’ın sırrı..

Abdurrahman Dilipak

Abdurrahman Dilipak

*

 

Bir Müslüman günde kaç kere Fatiha okur.. Allahu ekber der, Sübhanallah der, Elhamdülillah der, “iyya kenağbüdü ve iyya kenestaiyn” der. Ya da “Hasbünallahü ve ni’mel-vekil ve nimel Mevla ve nimen-nasir gufrâneke Rabbenâ ve ileykel-masîr” der.

Bir Müslüman’ın hayatında, kader, rızık ve ecel ne anlama gelir.Müslüman aklında kuyudaki Yusuf ya da Hz. İsmail olayı nasıl bir anlam kazanır.

Allah bizim ellerimizle zalimleri cezalandırmak, mazlumlara yardım etmek istiyorsa buna kim engel olabilir.

Davud aleyhisselamın sapanı, Hz. Musa’nın asası Müslüman aklında farklı bir boyuta taşır bizi.

Evet bize hayır gibi gelende şer, şer gibi gelende hayır olabilir.. Ama öte yandan Hakk’ın yeryüzünde gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi olacağız.. Allah bizi yeryüzünün varisi kılmak istiyor, yeryüzünü bize mescid kılmak istiyor..

Evet evet, biz yeryüzünde Hakk’ın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi olacağız. Herkes ve her şey, hayır ya da şer, Allah’ın iradesi içindedir. “Ve bil gaderi hayrihi ve şerrihi, minellahi teala”. Biz Allah’ın rızasına talibiz. Biz Allah’ın açıklanmış rızasının tecellisinin vesilesi olacağız.

Allah bizi mallarımız, canlarımız ve sevdiklerimizle, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir.

Bu bilince sahip bir Müslümanı yenemezsiniz.. Ecelimiz ömrümüzün kefilidir.. Biz alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetiyiz. Evrensel bir ufkumuz var. Yeryüzünden hesaba çekileceğiz. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana, zalime karşı olacağız. Zalim babamız da olsa, mazlum düşmanımız da olsa. İşi ehline vereceğiz. Yeryüzünün bütün açları ümmetin yetimidir diyeceğiz. Bir topluluğa olan düşmanlığımız bile bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmeyecek. Yeryüzünün bütün erdemli insanları ve mazlumları bizim tabii müttefikimiz olacak. Biz onlarda hilful fudül anlayışı ile birlik olacağız. Bizim gibi inanmayan, düşünmeyen insanlarla farklılıklarımıza rağmen barış içinde bir arada yaşamak için kendi aramızda sözleşeceğiz. Yeryüzünde değer üreten herkesle nimet ve külfet dengesine dayalı itilaflar gerçekleştireceğiz. Bütün insanların hayrına olmayan bir teklif bizim teklifimiz olmayacak.

Müslüman aklı böyle çalışır. Bir Müslüman dünyada olup biten şeyleri, görmezden, duymazdan, bilmeden gelme hakkına sahip değildir. Bu dünyada yaptığı, yapması gerekirken yapmadığı, söylediği ve söylemesi gerekirken söylemediği her sözden hesaba çekileceğine inanır. Çünkü söyledikleri ve söylemedikleri sonucu, ya kendi sırtında kendi cennetine tuğla, ya da kendi cehennemine odun taşıyacağına inanır.

Hiç kimseden yardım beklemeden ve hiç kimseden korkmadan İlay-ı Kelimetullah için seferber olacaktır. O bir Yusuf’a, bir İsmail’e dönüşecektir.

Aslında bunları parça parça defalarca yazdım.

Müslüman bu anlamda, zor karşısında bir mitoloji kahramanına döner. Ölümsüz olur. Hızır’la buluşur bir anda. Kuşlar onun emrine verilir. Tayyi zaman, tayyi mekan olur..

İslam barışa giden yoldur. Allah’ın bir adı da barıştır. Biz adalet istiyoruz, barış istiyoruz. Özgürlük istiyoruz.. Adalet yoksa barış teslimiyettir.. Adalet ve barış yoksa özgürlük hayaldir.

Bizim barışımız aklımızla vicdanımızın barışıdır. İnsanın insanla barışıdır, insanın fıtratla, tabiatla barışıdır. Bu üç barış bizi Allah’la barışa götürecektir. Değilse insan Allah’la savaştadır.

Allah cahil ve zalim bir topluluğa yardım etmez. Biz kendi hakkımızdaki hükmü değiştirmeden Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecektir.

“Müslüman insan”, “Müslüman aklı” ile düşünmeye, yasamaya başladığında o hayal edilen gün gerçek olacak. Şimdi aklımızı yüreğimizi kuşanma vaktidir. Merhametimiz gazabımızdan, sevgimiz nefretimizden büyük olacak. Affedenlerden olacağız. Sabredenlerden, şükredenlerden, direnenlerden olacağız.

“Dualarınız olmasaydı, ne işe yarardınız ki” der kitap. Müslüman dua ederken kendi ellerine bakar.. Çünkü Allah’tan istediği şeyi gerçekleştirmek için o ellerle meshedilen gözlerin, kulakların, dudakların, aklın harekete geçmesi gerekir..

Müslüman öncülerin, mesela Erdoğan’ın aklı ve derin sırrı bu imanda gizli olmasın.

Hayyalessalah, hayyalel felah.. Selam ve dua ile.

 

(http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdurrahman-dilipak/musluman-aklini-anlamak-ve-erdoganin-sirri-13963.html)